Amir Maalouf’un “Bir edebiyat sürgünü” diye bahsettiği, ruhsal derinliğini kaybetmeye yüz tutmuş bu yüzyıla seslenen, yerin yedi kat dibine ve göğün yedi kat üstüne ulaşan, “dayatılanın” aksine sadece Batı’nın değil, Doğu’nun da en az Batı kadar derin bir kültüre sahip olduğunu gösteren Lüblanlı şair, filozof, ressam ve yazar olan Halil Cibran, 6 Ocak 1883’te Beyrut’ta dünyaya gözlerini açtı. Henüz daha yeni yeni çocukluğuna erişmişken ve hâlâ kültürüne ısınamamışken babası vergi kaçırma suçuyla yakalandı ve tüm mal varlıklarına el konuldu. Bunun üzerine 1894’te annesi ve kardeşleriyle ABD’nin Boston kentine göç etti. Boston’a tam alışmaya başlamışken, edindiği sanatçı çevresi yüzünden tedirgin olan anne, oğlunu yeniden Lübnan’a geri gönderdi ve El Hikmet Medresesi’nde eğitim gördü.
19 yaşına geldiğinde ülkesini ikinci kez terk eden Cibran, Boston’a, annesinin yanına döndü. Bu zamana kadar kültürler arasında çok gel-git yaşayan Cibran, artık etrafına sadece bakmakla kalmıyor, görmeye başlıyordu. Kurumsallaşan kiliseler, köleleştirilmeye çalışılan halk, itaatkar olmaya zorlanan kadınlar Cibran’ın ruhunda fırtınalar estirmeye başlıyordu.
1908 yılında yazdığı “Asi Ruhlar” kitabı devlet başındakiler tarafından “tehlikeli” bulunan ve Doğu’nun adaletten uzak tavrına başkaldırı nitelikliği taşıyan bu kitap Maruni Kilisesi tarafından yasaklandı, Cibran aforoz edildi ve kendisinin “Bir dağın değil, bir şiirin ismidir.” cümlesiyle andığı Lübnan’a sürgün edildi.
“Özgür doğan çocuğunu köleliğe terk eden bir baba, kendinden ekmek istediğinde çocuğuna taş verenle aynı değil midir? Çocuklarına uçmayı öğreten kuşları görmüyor musunuz? Öyleyse siz neden kendi çocuklarınıza kelepçeleri ve zincirleri sürüklemeyi öğretiyorsunuz?” Asi Ruhlar, s155
“…Bana gelince, kimse bana dokunmadı. Çünkü kör yasa ve kokuşmuş töre sadece kadını cezalandırır. Erkeğe dokunmaz.” Asi Ruhlar, s35
1911 yılında New York’a gitti ve yaşamının geri kalanını burada geçirdi. Amerika’nın 28. Başkanı olan Woodrow Wilson’un “Batı’yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtına.” benzetmesiyle bahsettiği Cibran, “Ermiş” kitabında hayat bulan El-Mustafa aracılığıyla hakikati işaret ederken, ABD’nin en çok satanlar listesinde İncil’den sonra gelen ikinci kitap olarak yerini aldı. Öyle ki 20. Yüzyılda Shakespeare ve Lao Tze’yle beraber en çok okunan 3. yazarı oldu.
Tüm bunlarla beraber Cibran, çok başarılı bir ressamdı da… Birleşik Arap Emirliklerindeki Sharjah Sanat Müzesi’nin küratörü Alya Al-Mulla’nın “Asıl amacımız Halil Cibran’ı bir ressam olarak anlatmaktı. Herkes onu bir yazar, filozof ve şair olarak tanıyor ama pek çok kişi aynı zamanda bir ressam olduğunu bilmiyor.” cümlesiyle anlattığı sergide, “Ermiş”in kapağında kullanılan resim de dahil olmak üzere otuzdan fazla eser ziyaretçiyle buluştu.
1928’e geldiğimizde sağlığı giderek kötüleşmesine rağmen alkolden kopmamıştı. 10 Nisan 1931’de ileri siroz ve tüberkülozdan 48 yaşında hayata veda etti. Ancak mezar taşında yazan şu söz sayesinde, onu hâlâ ruhumuzda hissediyoruz…
“Ben de senin gibi hayattayım halen. Ve şimdi yanıbaşındayım. Kapat gözlerini ve etrafına bak. Beni göreceksin, hemen önünde duruyorum.”
Yaşadığı süre içinde pek çok soru sormuş, pek çok soru yanıtlamıştır. “Doğu’nun Nietzsche’si” sıfatıyla tanımlanan Cibran’ın felsefesini, “Ermiş” adlı eserinde El-Mustafa adındaki bir kâhinin on iki sene kaldığı Orphalese kentinden ayrılıp evine gitmek üzereyken, Orphalese halkı tarafından durdurulması üzerine halk ile arasında geçen; aşk, evlilik, çocuk, yemek ve içmek, çalışmak, sevinç ve keder, suç ve ceza, yasa, özgürlük, acı, adalet gibi konuları içeren yirmi altı adet soruya verdiği cevaplardan anlayabiliyoruz. Şiirsel bir düzyazı olan bu kitabı okurken aklımıza girdiğini, oradan da ruhumuza sarıldığını hissedebiliyoruz. İnsanın kendi içinde kaybolduğu zaman, çok soru sorup cevap alamadığı zaman bir yol gösterici gibi yanımıza gelir; ruhta çıkan yangına su olur ve sizin ruhunuz küle dönmeden yardımınıza yetişir yüzyıllar öncesinden…
İnsanı bulunduğu çevredeki en zayıf halka kadar zayıf, en sağlam halka kadar sağlam anlatır. Tanrı ise her yerdedir der; içinde, dışında, havada, suda, toprakta, ağaçta, attığın her adımda… Tanrı özdedir der. Cibran eserlerinde neden bahsederse bahsetsin konu eninde sonunda sevgiye gelir. Beşerî sevgi ile başlar ve tanrı ile buluşma noktası olan evrensel sevgiye ulaşır. Sevgiyle önce kendine sonra hayata sarılır insan… Bunu bilir, bunu öğretir. İnsanlara duyduğu sevgi Cibran’ın evrenle bir ve bütün haline gelinen sevgi ülkesine girmesine vesile olur. Sevgiden rahatlık ve mutluluk beklemek sevginin insan hayatındaki varoluş gayesi ile çelişir. Ona göre gülün dikenleriyle kanayan bir el, dikensiz bir gülü tutan elden daha anlamlı ve daha iyidir. Sadece ferahlıkta sevgiyi arayan insan, “sevgi”yi anlayamamış, kirin üstünü örtüp onu görmemek için bir çarşaf gibi gelişigüzel savrulduğunu öğretir bize. Önemli olan ruhta hissedilen acıyı, hissedebiliyor olduğumuz için sevmektir. İşte bu tür sevgi hayatın iksiridir.
“Gecenin en sessiz saatinde yan dalmışken yedi benliğim birlikte oturup fısıltıyla tartışmaya başladılar:
İlk Benlik: Bütün bu yıllar boyunca burada bu delinin içinde günlerle onun acısını yenileyip gecelerle kederini tekrar oluşturmak dışında hiçbir şey yapmadan oturdum; artık bu yükü daha fazla taşıyamayacağım ve baş kaldırıyorum.
İkinci Benlik: Sen benden daha şanslısın kardeşim, çünkü bana bu delinin neşeli benliği olmak düştü. Onun kahkahalarıyla güler, mutlu saatlerinde şarkı söylerim ve üç kanatlı ayaklarla dans eder gibi onun parlak düşünceleriyle dans ederim. Güçsüz varlığım karşısında baş kaldırabilmeyi isterdim.
Üçüncü Benlik: Ya bana, vahşi tutkuların ve hayali arzuların alevleriyle yanan sevgiyle kurtulan benliğe ne demeli? Bu deliye baş kaldırması gereken sevgi hastası benim.
Dördüncü Benlik: Hepinizin içinde en mutsuzu benim, çünkü bana iğrenç bir kin ve yıkıcı bir nefret dışında hiçbir şey verilmedi. Bu deliye hizmet etmeye baş kaldırması gereken benim, Cehennem’in karanlık mağaralarında doğmuş olup fırtınaya benzeyen benlik.
Beşinci Benlik: Yo, o benim, düşünen benlik, tuhaf benlik, aç ve susuz benlik, bilinmeyen ve henüz yaratılmamış şeylerin arasında dinlenmeksizin gezinen benlik; baş kaldırması gereken sizler değilsiniz, benim.
Altıncı Benlik: Ve ben, çalışan benlik, zavallı işçi, sabırlı elleri ve arzulu gözleriyle görüntülerden günleri yaratan ve şekilsiz maddelere yeni ve ölümsüz şekiller veren ben bu yorulmaz deliye baş kaldırması gereken sadece benim.
Yedinci Benlik: Hepiniz bu adama baş kaldırmaktan ne kadar uzaksınız, çünkü her birinizin işlerini yapması için önceden belirlenmiş bir yazgısı var. Ah, oysa ben kendi yazgısı olan sizin gibi miyim? Benim hiçbir şeyim yok, ben hiçbir şey yapmayan, siz hayatı tekrar şekillendirirken sessizlikte oturan, hiçbir zaman hiçbir yerde olmayan benliğim. Baş kaldırması gereken siz misiniz, yoksa ben miyim, komşular?
Yedinci benlik bunları söylediğinde diğer altısı ona acıyarak baktılar, artık başka hiçbir şey söylemediler; ve gece daha koyulaşırken birbiri ardından yeni ve mutlu bir boyun eğmeyle uykuya teslim oldular.
Fakat yedinci benlik her şeyin ardındaki hiçliğe bakarak gözlemeyi sürdürdü.”
Dünyayı kasıp kavuran, insan ruhunu ilmek ilmek okuyan, yarasını deşen ve deştiği yerden filizlenmiş tohumlar çıkaran Halil Cibran’ın hangi kitabından, hangi cümlesinden alıntı yapsam diye uzunca düşünmemin ardından, sadece bir şiirini sizinle paylaşacağım; diğer kitaplarını sizin keşfetmenizi ve yaşamanızı umarak…
O’nun ruhunu ruhunuzda hissetmeniz dileğiyle…
Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim;
Binlerce zaferden değerlisin benim için, ve dünyanın tüm şanından şöhretinden daha tatlısın yüreğime.
Yenilgi, yenilgim, kendime dair bilgim ve başkaldırım,
Senin sayende bilirim hâlâ genç ve çevik olduğumu.
Ve solmuş defnelerin tuzağına düşmek zorunda olmadığımı.
Sende buldum kimsesizliği
Ve kaçak ve horlanmış olmanın sevincini.
Yenilgi, yenilgim, benim kıvılcım saçan kılıcım
Ve kalkanım.
Gözlerinde okudum taç giymenin kölelik olduğunu ve anlaşılmanın alçalmak olduğunu.
Sahip olmanın, bütünlüğe ulaşmak ve olgun bir meyve gibi, düşmek ve tüketilmek olduğunu, okudum gözlerinde.
Yenilgi, yenilgim, benim yürekli eşim,
Duymalısın şarkılarımı, çığlığımı, sessizliğimi.
Senden başka hiç kimse bana söz edemeyecek
kanat vuruşlarımdan ve denizin gürlemesinden,
Geceleri yanıp tutuşan dağlardan,
Sarp ve kayalık ruhuma
Yalnız sen tırmanacaksın.
Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim
Sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz kasırgayla,
Ve ikimiz, mezarlar kazacağız
içimizde ölenler için,
Şevkle tutunacağız güneşe,
Tehlikeli olacağız!