“Coğrafya kaderdir.” demiş İbni Haldun. Uğultu, bir nehrin kenarına kurulmuş kasabadaki hanın romanı. Nehrin aslında yatağında değil de nasıl insanların yaşamları üzerinde aktığının ve üzerine kurulmuş barajın da nasıl yaşanmışlıklar biriktirdiğinin, coğrafyanın yaşamları nasıl etkilediğinin romanı.
Nehir severim ben. Lâkin henüz yazının başında belirtmek isterim ki Uğultu’yu sevemedim. Kitabı alırken hakkında epey az bilgi sahibiydim. Okudukça yarım bırakma isteği epey arttı ki beğenmediğim bir kitabı yarım bırakmaktan çekinmem. Bu konuda sevdiğim bir yazarın bir dost sohbetinde “İnsan okuduğu kitabın kendisine bir şey vadetmediğini düşünüyorsa bence yarım bırakmasında bir sakınca yoktur. Kişi kitaptan alacağını almıştır.” minvalindeki sözlerini duyunca da epey mutlu olmuştum.
Uğultu’yu zorlansam da bitirdim ama bir şeyi çözemedim: yazarın bana ne söylediğini. Ne anlattığını değil ne söylediğini çünkü anlattığı şeyleri fark ediyorsunuz ama bana göre film ile kitap arasında bir fark vardır: anlatmak ile söylemenin farkı. Uğultu bu hâliyle güzel bir film olabilecekken kitap için eksik kalıyor.
Küçük kasabadaki hanı işleten ailesinin yanında büyüyen başkahraman Leo, kendi işini ve hayatını ailesinden uzağa kurar. Kendi ifadesiyle onlardan biri değil özel biri olmak istemiştir hep. Aile bağları zayıftır. Hatta ailesiyle kendi yönünden tek etkileşimi bakımevinde kalan annesi için gönderdiği paralardır ki bunu da bir ödev olarak yapar. Abisi Hermann’ın gönderdiği kasetler ve mektuplarla geride olup bitenleri takip eder.
Her şey böylece kendi sıradanlığında sürüp giderken olayları bir romana dönüştüren başlangıç noktası Leo’nun abisi Hermann’ın kendini odaya kilitlemesidir. Leo, gelen haber üzerine kasabaya dönüyor ve bundan sonra şimdiki zamanla geçmiş zaman birbirinin tamamen içine geçiyor. Sık sık geriye dönüş denilen anlatım biçimine başvuran yazar, eseri, nehrin kenarındaki şimdiki zaman, handaki şimdiki zaman ve geçmiş zaman olarak üçayaklı bir temele oturtuyor. Annesinin neden etrafına kayıtsız bir kişiliğe büründüğünü, babasının balık tutkusunu, babasının aslında biyolojik babası olmadığını, Hermann’la kavgalarını, Hermann’la büyümelerini, Alma’nın gelişini, Hermann’la Alma için nasıl adeta bir yarışa girdiklerini hep bu şekilde anlatıyor. Eserin ana zamanı şimdiki zaman olarak sadece iki günde geçerken içine saklanmış geçmiş zamanda hanın, ailenin ve nehrin yıllarını öğreniyoruz.
“Hermann son yıllarda iyice garipleşmişti, kendisini hayal kırklığına uğratan kız kardeşleriyle ilişkisini kesmişti. Aslında herkes onu hayal kırıklığına uğratıyordu, kimse onu memnun edemiyordu. Peki, ne yaptı? Her şey eskisi gibiydi, hiçbir şey değişmemişti.”
Kitaptaki hemen her bölüm nehir kenarındaki Leo’nun balık tutmakla alakalı edindiği bilgiler ve nehir tasvirleriyle başlıyor ve değişik balık türleri ile ilgili bilgilerle sonra eriyor.
“Babam bir keresinde balık tutmanın bir aldatmaca sanatı olduğunu söyledi, gerçek yaşam ise aldatmacayı, herkesin şansının eşit olabilmesi için belirli kurallara göre yapmaktır.”
Balık tutmak pek çoklarına göre uzun, sıkıntılı ve sabır isteyen bir süreçtir. Norbert Scheuer, belki de özellikle bu üslubu seçiyor ve balık tutmanın sıkıcı göründüğünü düşünen ben, kitaptan sıkılıyorum. Bu bakımdan yazar başarılı bulunabilir. Lâkin sanırım benim balık kovam işin sonunda boş. Peki ya siz, balık tutmayı sever misiniz?
Uğultu – Ichtys’in Peşinde(Überm Rauschen) – Norbert Scheuer – Çev: Münire Turan – Dedalus Kitap – 1. Basım Ocak 2014 160 sayfa