74 yaşında hayatını kaybeden Refik Durbaş‘ı 1989 yılında kaleme aldığı bir yazıyla anıyoruz.
Cumhuriyet gazetesinin Dergi ekinde kaleme aldığı “İstanbul’un açılır açılmaz kapıları” isimli yazısında, şiirsel dili ve İstanbul’a hayranlığını ustaca dile getiren Durbaş, şairliğinin yanı sıra uzun yıllar boyunca gazetecilik de yapmıştı.
17 Aralık 1989 tarihli Refik Durbaş yazısını sizlerle paylaşıyoruz; keyifli okumalar…
İstanbul’un açılır açılmaz kapıları
Bu pazar sabahı, yolumuz değişik kapıların önlerinden geçecek. Saray kapısından devlet kapısına, kilise kapısından fakirhane kapısına, gecekondu kapısından okul kapısına, Düyun-u Umumiye’den BabIâli’ye, dünün ve bugünün açılır açılmaz kapılarının peşindeyiz… “Günün Kapısı”nın ardındaki kapıların peşindeyiz kısacası…
Sabah saat altı.
Açtım günün kapısını girdim içeri,
karşıladı beni pencerede genç mavinin
tadı
aynada alnımın dünden kalma çizgileri.
Bu pazar sabahı da Nâzım Hikmet’in açtığı “ günün kapısı” ndan içeri girip bakalım neler var bu kapının ardında. Evden mahalleye, mahalleden semte, semtten
kente, kentten ülkeye yaşamımızın her yanı nice kapılarla çevrili değil mi? Önce “ tarihin kapısı” ndan içeri girip üstadımız hakir Evliya Çelebi’ye kulak verelim.
Çelebi, şöyle anlatıyor zamanındaki İstanbul’un kapılarını:
“Evvela Bismillah ile Yedikule’nin dışındaki hendek kenarınca tâ Eyyubel-Ensari kapısına gelinceye kadar 8810 adım ve 6 kapıdır. Küçük Ayvansaray kapısından Bahçekapısı’na kadar 6500 adım ve 14 kapıdır. Yenisaray -ki padişah sarayıdır- Arap ambarı dibinde Kireççibaşı kapısından Yenisaray’ın tamamen etrafı 16 kapıdır. On tanesi açıktır. Bu Yenisaray kalesi Ebülfethi’indir ki, fırdolayı uzunluğu 6500 adımdır. Ahırkapı’nın dışında yeni yapılan umumi yol üzerinde tâ Yedikule köşesine kadar 10000 adım ve yedi kapıdır. Bu hesaba göre asıl İstanbul’ un etrafı 30000 adımdır.”
Üstadın hesabına o tarihte İstanbul’un çevresinde 43 kapı bulunuyor.
Şimdi kim bu kapıları bula da fotografilerini çıkara?
Çelebi’den izin isteyip ben dahi çocukluğumun kapılarım anlatayım. Sırası değil midir? Annemin babası, yani dedem “Hasan Usta gurbet kapısını açıp seferberlikte Narman’dan Konya’ya gelir. Konya’da evlilik kapısını aralayıp anneannemle evlenir. Dedemden duymadım ama, öyle anlatırlar. Anneannemin küçük kardeşini gösterip sonra onu vermişler dedeme. Neylesin yüzü çilli olduğundan pek güzellik kapısından geçmemiş anneannem.
Dedem bir yapı ustası. Sonra İzmir’e gelmişler. İzmir, Yunan tarafından yıkılıp yakılmış. Dedem şimdiki adı Küçükyalı olan 2. Karantina da denize nazır bir yapı oturtmuş. Üç çocuğu ve dahi kendiyle köroğlusu için. Bakla sofa, nohut oda dört küçük, iç içe ev. Ama hepsinin balkonları körfeze bakar ve her biri odalardan dahi büyükçe. Dört evde 28 kapı. Ama hiçbir kapı birbirine benzemez. Kimi demir, kimi tahta. Haşan Usta hangi yıkıntıda bir kapı bulmuşsa getirip takmış evin bir yanına. Kimi küçük, kimi büyükçe. Küçükyalı 181. Sokağın ucundaki o dört ev, şimdi uzantısı olan öteki evlerle yeşil alan adına bir yıkıntı halinde. Ve İstanbul’un nice kapısı gibi bu fakirin çocukluğunu geçirdiği o mahallenin ve dahi kapılarının da bir fotografisi yok.
Giritli kadınların akşamüzerleri mangalda pirina yakıp sohbet ettikleri bir nice kapının da yine aynı mahallede…
Fotografilerini çıkaramayacağımız başka kapılar yok mu?
İşte atasözlerimiz:
“Kapı arkası bile gurbet.’’
“Kapını iyi kapa, komşunu hırsız etme.”
Ve deyimlerimiz:
“Kapı bir komşu. Kapıdan kovsan bacadan girer. Kapı dışarı etmek. Kapı duvar olmak. Kapının ipini çekmek. Kapısı açık olmak. Kapısında büyümek. Kapısını aşındırmak. Kapısını yapmak. Kapıya dayanmak. Kapı yapmak. Kapıyı açmak. Kapıyı kırıp odun etmek. Kapı yoldaşı.”
Devlet de bir “kapı” değil mi?
Evinden, yurdundan ayrı düşmüş kişi “el kapısı” ndadır. Ruhi Su’ya selam ola… Ülkeye giriş çıkışın bir yolu “Kapıkule”den geçmez mi? Dışarıdan alınan nice mal “gümrük kapısın dan dolanmaz mı? Esnaf için dükkânı “rızık kapısı” dır, mahkûm için hücresindeki tuvalet “hacet kapısı.”
Ya “gönül kapısı?” O kapıdan geçenlere de selam ola…
Ya tavla oyununda “kapı yapmak…”
Bunların dahi pek fotografileri çekilmez.
Evliya Çelebi İstanbul’un 43 kapısı var diyordu; ama bunların hangileri bugün ayaktadır? Çoğu, günlerden adlarını silmişler. Yenikapı’nın sadece adı kalmış. Topkapı’nın kasası yerinde duruyor, ama kanatları kırılmış. Bence bugün İstanbul’un asıl yedi kapısı var: Haydarpaşa Garı, Harem Oto Garı, Tophane’deki Liman, Sirkeci Garı, Trakya ve Topkapı garajları, Atatürk Havalimanı. Bir de dünyaya açılan sekizinci kapısı var ki, onu saymıyorum: Sultanahmet Meydanı.
Kapının yedi adet olması da önemli. Bu da bir inanış sorunu. Örneğin yeniçerilerin yedi kapısı var: Adalet kapısı, et kapısı, ağa bölüğü kapısı, solaklar kapısı, meydan kapısı, Çayır kapısı, Karaköy kapısı. İslam inançlarına göre kıyamet günü Medine kentinin yedi ayrı kapısı olacak. Şaman inançlarına göreyse “yağız yer” denen kara toprağın yedi kapısı bulunuyor.
Kapı, eski kentlerde dünyaya açılan bir pencere. Örneğin Diyarbakır’ın Urfa, Mardin kapıları… Erzurum’un Yenikapı, Kars ve Tebriz kapıları… Kapı sözcüğünün bir başka anlamı da önemli yapıların giriş bölümünü karşılaması. Camilerin, medreselerin “cümle kapıları” bunlardan. Sarayların avlu duvarından başlamak üzere arka arkaya bir kaç kapısı var. Topkapı Sarayı’nın yedi kapısı bulunuyor. Bâb-ı Hümayun ki, sarayın birinci kapısı. Bâbü’s Selam orta kapı, Bâbü’s-Saadet mutluluk kapısı. Bâbıâli. Aslında OsmanlI’da sadrazam konağının büyük giriş kapısı. Ama zamanla devletle özdeşleşmiş, doğrudan hükümet anlatan bir deyime dönmüş. Günümüzde ise “basın” kapısı… Kapalıçarşı’da Bedesten’in doğusunda Kuyumcular Kapısı’nın üzerindeki kartal kabartması çarşının tarihini ele vermiyor mu? Murat Belge, “Kapı Kavramı” üzerine bir yazısında (Demokrat, 19 Mart 1980) şunları söylüyor:
“Bizim kültürde kapının açılmaktan çok kapanmak için yapılan bir nesne olduğunu galiba en iyi tavla gösteriyor. Çünkü tavlada ‘kapı yapmak’ kimsenin geçemeyeceği bir şey yapmak – daha çok duvar örmek gibi. Kültürümüzde kapının bu kadar yaygın bir kullanımı oluşunu açıklayan anahtar, galiba bu kapalılık. Kapılar çok az kişiye açılıyor, çok fazla kişiye kapanıyor. Ve tabii, bu kadar ‘kapı’ olan yerde çok sayıda ‘kapıcı’ da zorunlu.”
Osmanlı’da sarayların kapılarını bekleyen yarı askeri görevlilere bevvap, yani kapıcı deniyor. Günümüzdeki “kapıcı” larla bir ilintileri olabilir mi? Kapı gibi “kapıcılar” da neden ayrı bir yazının konusunu oluşturmasınlar? Ama yalnızca “sivil” kapıcılar. “Devlet kapısı” nda olanlar için devletten izin almak gerektir çünkü. Biz “ izin” siz yine bevvaplara dönelim ve şunları da ekleyelim: Kapı halkı: Osmanlı devletinde sadrazam, vezir, beylerbeyi ve ilmiye ileri gelenlerinin konaklarında görevli sivil ve askerlere verilen ad. Kapıcıbaşı: Osmanlı devletinde saray kapıcılarının subaylarına verilen rütbe. Kapıcılar kethüdası: Osmanlı’da kapıcıların ve kapıcıbaşıların en büyük amiri. Kapıların da günleri var. Pazar günleri, Kapalıçarşı ile Mısırçarşısı’nın kapıları kapalı. Gülhane Parkı ile Bab-ıâli’nin kapıları her zaman açık.
Kimi, çocukluğumdaki gibi unutmuş anılarını, kimi hâlâ fotografilerde. Kimi Âşık Veysel’in şiirindeki gibi gündüz ile gece arasında:
“Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece”
Yanımız yöremiz açılır açılmaz kapılarla çevrilmiş. Yazının başına dönersek, bunca kapı içinde yine de en iyisi Nâzım Hikmet gibi günün kapısını açmak. Hadi hep birlikte günün kapısını çalmaya!..
Refik Durbaş
Refik Durbaş kimdir?
10 Şubat 1944’te Erzurum’un Pasinler ilçesinde doğdu. İzmir Necatibey İlkokulu, Karataş Ortaokulu ve İzmir Namık Kemal Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki öğrenimini bitirmeden ayrıldı. 1965-1968 arasında çeşitli işlerde çalıştı. Yeni İstanbul ve Cumhuriyet gazetelerinde düzeltmenlik yaptı. 1983’te Cumhuriyet gazetesinin düzelti şefi oldu.
İlk şiiri İzmir’de Ege Ekspres gazetisinin sanat sayfalarında yayınlandı. Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Soyut, Papirüs gibi dergilerdeki şiirleriyle dikkat çekti. Arkadaşlarıyla birlikte 1962-1964 arasında “Evrim” dergisini, 1967’de de “Alan 67” dergisini yayınladı. “Yeni A” dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Gazetelerde sanat sayfaları hazırladı.
İkinci Yeni esintisi ile başladığı şiir yaşamı, zamanla toplumcu yönelim kazandı. Kendine özgü dili ve benzetmeleriyle, baştan beri tavrını ve varlığını keskinleştiren, anlam kadar biçime de önem veren şiirler yazdı.
Çarşıların, işçi kızların, pazar yerlerinin, çey evlerinin danyasını yansıtan şair olarak tanındı. Şiirinde günlük konuşma dili içine ustaca serpiştirilmiş eski sözcükler de kullandı.
Refik Durbaş’ın Eserleri
Şiirleri
- Kuş Tufanı (1971)
- Hücremde Ayışığı (1974)
- Çırak Aranıyor (1978)
- İkinci Baskı (1979)
- Çaylar Şirketten (1980)
- Denizler Sincabı (çocuklar için şiirler,1982)
- Kırmızı Kanatlı Kartal (çocuklar için şiirler, 1982)
- Nereye Uçar Gökyüzü (1983)
- Siyah Bir Acıda (1984)
- Bir Umuttan Bir Sevinçten (1984, toplu şiirler 1)
- Yeni Bir Defter-Şiirler-Meçhul Bir Aşk (1985)
- Adresi Uçurum (1986, toplu şiirler 2)
- Geçti mi Geçen Günler (1989)
- Menzil (1992)
- Kimse Hatırlamıyor (1994, toplu şiirler 1)
- Nereye Uçar Gökyüzü (1994, toplu şiirler 2)
- İki Sevda Arasında Kara Sevda (1994)
- Tilki Tilki Saat Kaç (1995)
- Düşler Şairi (1997)
- İstanbul Hatırası (1998)
Röportaj
- Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu (1990)
İnceleme
- Şair Cezaevi Kapısında (1992)
- Galata Köprüsü (1995)
- İlhami Bekir’den Mektup Var (1997)
Deneme
- Yazılmaz Bir İstanbul (1988)
- İki Sevda Arasında Karasevda (1994)
- Yasemin ve Martı (1997)
Antoloji
- Türk Yazınında Cezaevi Şiirleri (1993)
- Öykülerle İstanbul (1995)
Yenileştirme
- Yedi İklim Dört Bucak (1977, Evliya Çelebi’den çocuklar için)
- Şakaname (1983, Evliya Çelebi’den çocuklar için)
- Mavi Alacalı Baston (1983, Muallim Çelebi’den çocuklar için)
Ödülleri
- 1979 Yeditepe Şiir Armağanı Çırak Aranıyor ile
- 1983 Behçet Necatigil Şiir Ödülü Nereye Uçar Gökyüzü ile
- 1993 Halil Kocagöz Şiir Ödülü Menzil ile
Biyografi kaynak: https://www.turkedebiyati.org/