Arşiv Odası kayıtlarımızın dördüncüsünde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1962 yılında Erdal Öz’e verdiği mülakatı yayımlıyoruz. Yakup Kadri, Yaban romanının öyküsünü bizlere anlatmakta.
İyi okumalar.
Köylü Olsam “Yaban”ı Yazamazdım
Sunuş
1962 yılıydı. Ankara Radyoevi’nde, Söz ve Temsil Yayınları’nda çalışıyordum. Radyoda 15 günde bir yayınlanan Bizim Sanatçımız adlı bir program hazırlıyordum. Her programa bir sanatçımızı, yazarımızı çıkarıyor, sorularıma verdiği yanıtlarla ve yapıtlarından kendi sesiyle örnekler okutarak, ayrıca başka ünlüleri de onun hakkında konuşturarak oldukça canlı bir program sunmaya çalışıyordum. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu programın ilk konuğu olmuştu. Edebiyatımızın bu büyük ustasını birbirini izleyen iki programa sığdırabilmiştim. 15 Kasım 1962 gecesi yayınlanan ilk yarım saatlik programda mensur şiirler, oyunlar ve öykülerle başlayan gençlik dönemini dile getirmiş, 1 Aralık 1962 gecesi de romancı Yakup Kadri’yi tanıtmaya çalışmıştım.
Ayrıca Haldun Taner, Yaşar Kemal, Niyazi Akı ve Yakup Kadri’nın eşi Leman Karaosmanoğlu da bu büyük yazarı değişik açılardan yine kendi sesleriyle değerlendirmişler, programa başka bir boyut katmışlardı. Radyoevindeki görevime, o zamanın genel müdürü Altemur Kılıç’ın isteğiyle son verildikten sonra, arşive teslim ettiğim nice yazarımızla, nice sanatçımızla yaptığım uzun konuşma bantları da, gene aynı genel müdürün buyruğuyla bana verilen cezanın bir uzantısı olarak silinip yok edilmiş. Falih Rıfkı Atay, Refik Halid Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Halikarnas Balıkçısı, Aşık Veysel, Ahmet Muhip Dranas, Behçet Necatigil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ne yazık ki bugün yaşamıyorlar. Ama banta alınmış o güzelim sesleri de yok artık. Gerek evlerine giderek, gerek radyoevinin stüdyosunda seslerim banda aldığım bu yazarların konuşmalarını, programı hazırlamadan önce oturup çözüyor, bir kâğıda geçiriyordum. İyi ki yapmışım bu işi. Hiç olmazsa elimde bu çözülmüş bant metinlerinin birkaçı var şimdi. Aşık Veysel, Ahmet Muhip Dranas, Halikarnas Balıkçısı, Behçet Necatigil ve Yakup Kadri bunlar arasında. Okuyacağınız bu konuşma, Yakup Kadri’yle bundan tam yirmi yedi yıl önce, 7 Ekim 1962 günü, Ankara’da, yazarın Çankaya’daki evinde yaptığım konuşmanın tam metnidir. Program için ayrı ayrı konuştuğum Yaşar Kemal, Haldun Taner, Niyazı Akı ve yazarın eşi Leman Karaosmanoğlu’nun Yakup Kadri hakkında söylediklerini de, birer önemli belge sayarak bu yazı dizisi içinde sunmak istiyorum. Yakup Kadri’yle bu konuşmayı yaparken Sayın Muazzez Menemencioğlu da yanımdaydı. Bu buluşmayı o sağlamıştı. Yakup Kadri’nin eşi Sayın Leman Karaosmanoğlu’nu da sanırım konuşturmuştu.
Büyük yazarın doğumunun 100. yıldönümünde, önemli bir belge niteliği taşıyan bu konuşmayı günışığma çıkarmak bana sevinçler getiriyor.
Erdal Öz
11 Nisan 1989
—… Zola, işçilerin hayatını bilmiyorum dememiştir. Ama o hayatı son derece doğru vermiştir Germinal’de. Bir de maden işçisi olarak çalışsaydı, çok daha başka türlü yansıtırdı işçilerin yaşımını diyenler var.
— Bu yazarlık işi başka türlü olmaz ki. Orada, Germinal’de bir kere burjuvaziyle işçiler arasındaki ilişkileri, o amele hayatını yazmak için çalışmamış, o zamanki iktisadi buhranların panoramasını yazmış. Nitekim o fabrikanın sahibi, müdürü, karısı kendini aldatırken, çekilmiş köşesine dinlenmektedir; onlar orada gürültü çıkarırlarken, “Ah, budalalar” der, “yalnız ekmek insanı mutlu edebilseydi!” diye bağırır… Bizde, efendim bir tür röportaj edebiyatı başladı. Röportaj. Anlaşıldı mı? Romanı da, hikâyeyi de bir röportaj havasına sokuyorlar. Yani gidiyor adam, inceliyor bir yeri, ondan sonra bir röportaj yazısı yazıyor gazetede ve sanıyor ki Emile Zola da’bunu yapmak istemiştir. Hayır, Emile Zola bunu yapmak istememiş. Emile Zola, o maden işçilerinin hayatını bütün teferruatıyla göstermiştir. Göstermiştir, ama amacı o değildir. Romandaki amacı o değildir.
— Siz Yaban’ı yazmadan önce gidip köyde yaşadınız mı?
— Bu Haymana yöresinde altmış yetmiş köy dolaştım. Oradaydık. Sakarya Savaşı’ndan sonra oldu bu iş. Ben Sakarya Savaşı’nda görevliydim. Sivildim, ama istihbarat şubesinde görevliydim. Yunanlılar çekilirken bütün köyleri yaktı, bunu açıkladım, yazdım kaç kere. Bütün köyleri yakıp gittiler. Sonra Erkânı Harbiye, beni Halide Hanım’ı ve Yusuf Akçura’yı orada zaten işimiz kalmamıştı, bize bir iş bulmak için görevlendirdi bizi. “Gidiniz, bu köyleri geziniz, köylülerle konuşunuz, ne kadar eza çekmişler, cefa çekmişler Yunanlılardan, sonra oturunuz, bir kitap halinde bunları yazınız” dediler. Onun üzerine biz “Yunan Mezalimi” diye bir ortak kitap hazırladık; Erkânı Harbiye’nin hesabına. Bir propaganda kitabı: “Yunan Mezalimi.” Binaenaleyh, altmış yetmiş köy, her birinde ikişer üçer gün kalmak şartıyla yani. Ev mev yoktu. Böyle kovuklarda yatarak matarak, öyle dolaşmışımda. Tabii Yaban’ı yazmak için oralara gitmiş değilim. Yani bir tesadüf.
— Evet…
— Oralardan edindiğim duygularla günün birinde o romanı, Yaban’ı yazıyorum.
— Yani siz Yaban’ı yazmak için gitmediniz o köylere.
— Ama gördüm o köyleri. Köylerde yaşadım.
— Ama başka bir görevle gelip geçmişsiniz o köylerden. Köyü derinlemesine yaşamış biri değilsiniz.
— Şimdi anlıyorum sorunuzu. Şimdi anlıyorum. Efendim, köylü olarak yazsaydım, bu kadar iyi yazamazdım. Çünkü ben bir gözlemciyim. Müşahede ediyorum bir şeyi. Köylü onu bilmez. O, yaşadığı ömrün fecaatini benim kadar anlayamaz, köyün fecaatini benim gibi anlayamaz. Çünkü o havanın içindedir. O, suda balık gibidir. Ne derler: “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Anlaşıldı mı? övünerek söylemiyorum bunu, ama Mahmut Makal olsun, şey olsun…
— Fakir…
— Fakir Baykurt olsun, benim Yaban’dan espriyi alarak, benim gözümle görmüşlerdir köyü; köylü olarak görmemişlerdir. Şeye sorunuz, o her zaman itiraf eder…
— Orhan Kemal…
— ince Memet.
— Yaşar Kemal…
— Yaşar Kemal her zaman itiraf eder: “Siz bize yeni bir ufuk açtınız” der. Binaenaleyh, köylü o, köylü çocuğu… Mahmut Makal, ilk kitabında benim ismimi söyler, dikkat ediniz, hatırlıyor musunuz, benim adımı söyler, derki: “Yakup Kadri, görüyor musun, şimdi sen olsan bu şeyin önünde ne söylersin?” filan diye köylüyü anlatır. Binaenaleyh, bir köylü, kesinlikle bir yabancının gördüğünü göremez. Çünkü benim üzerimde etki yapan şey, onun üzerinde hiçbir etki yapmaz. O alıştığı bir hayattır. Gidiyoruz biz, ona diyoruz ki “Sen ıstırap içindesin” diyoruz, o vakit ıstırabını anlıyor. Yoksa o köydeki hayat onun için doğal bir şey. Bugün mesela Rusya’da işte şu sefaletten, bu rezaletten söz ediliyor. Ben Rusya’ya iki üç defa gittim. Hiç bir Rus bunu hissetmiyor. Ama biz gittiğimiz vakit, burjuva duygularımızla, hür hayatın “soidisanl” (sözüm ona) bir hayat, yani değil ya, bizim yaşadığımız hayat da. “Sen bu hayatın ıstırabını çekmiyor musun?” diyoruz. “Niçin çekeyim” diyor. Bilmiyor. Ne derler: “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Ne demek bu? “O balıklar ki denizin içindedir, denizi bilmezler.”