Kurmaca Söyleşiler’de bu defa konuğumuz Yusuf Atılgan’ın C. ‘si, nam-ı diğer Aylak Adam. Söyleşideki cevaplar, kimi zaman da sorular, romandan doğrudan alıntılar içerir. Konuşma akışını güzel bir şekilde sağlayabilmek, bir bütünlük oluşturmak amacıyla bazı yerlerde ufak değişiklikler ve eklemeler olduğunu belirtmeliyim. Muhtemel hatalar ve kusurlar için affınıza sığınıyorum.
Keyifli okumalar.
Merhaba, ricamızı kırmadığınız için teşekkür ederim. Doğrusu size nasıl hitap etmem gerektiğini bilmiyorum henüz. Adınızı söyler misiniz, C neyin kısaltmasıdır?
Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor. (Sustu. Bir sigara yaktı.) Bakın şimdi adımdan daha önemli bir şey biliyorsunuz: Sigara içtiğimi. Bütün bu “siz”ler, “iz”ler, “uz”lardan sıkılırım ben. Yapmacık fazlalık gibi gelirler bana. İkinci konuşmam da “sen” diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam.
Sizi anladığımı sanıyorum.
Yanılıyorsun. “Siz” anlanamaz, “sen” anlanır. Bazı kitaplarda “sizi seviyorum”u okuyunca gülerim. Sanki “siz” sevilirmiş! “Sen” sevilir, değil mi?
Haklısınız, (bir kuru öksürükle hatamı düzeltiyorum) haklısın. Pekâlâ, ne işle meşgulsün, neyle uğraşıyorsun?
Aylağım. (Biraz bekledi) Sende de aynı anlamsız bakışları görüyorum. Hiç iş yapmadığımı sanma. Mesela bir defasında sokak levhasında “İki Öksüzler Sokağı” adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. İspatı burada. (Kitaplık rafından küçük bir defteri işaret ediyor.) Neredeyse bir yıl oluyor, üç gün çalıştım bu işte, sonra bıraktım. Hangi sokağa gitsem ardında hep bir omuzu düşük adam vardı. İki Öküzler Sokağından geçmişsindir belki ama bilmezsin. Çoğu iki katlı yeni ya da yeni görünen evler. Şarlo’nun Easy Street dediği sokaklardan. Ben “Eli Paketliler” sokağı diyorum.
Peki bu işi bıraktıktan sonra ne yaptın, daha da önemlisi nasıl geçiniyorsun?
Ressam arkadaşlarımdan Sadık’ın atölyesinde, öğrencilerden birine portremi yaptırdım. O bitince biraz bocaladım. Bezir yağı (Yağlı boyaları inceltmek için kullanılan bir yağ) kokan sabahları doldurmam gerekiyordu. Uzun, doldurulmaz sabahlar korkunçtur. Kimi saatler bile önemlidir. Geçmek bilmez, uzun “üç-dört dakikalar” yaşadım, biliyorum. İnsan sokak adlarıyla üç günden fazla uğraşamıyor.
Bir ara yazı yazmaya uğraştım. Geç kalkıyordum. Herkes işe dönerken evden çıkar, yemek yedikten sonra eve gelip gece yarılarına kadar çalışırdım. Kelimelerin yetersizliğini öğreniyordum. Gördüğünüz gibi para kazanmak için bir şey yapmıyorum. Zaten paralıyım.
Zenginim demek istiyorsun herhalde?
Hayır, sadece paralıyım, zengin değil. Babam gibi değilim, komisyoncu değilim, aylağım. Bir işte çalışmam gerekmiyor, paraya ihtiyaç duymuyorum. Hiç saymıyorum. Belki bütün sıkıntıların temeli bu. İnsanın yaşamında önemli olan ayrıntılar değil mi? Ayrıntısız yaşayan yalnız bitkiler. Biraz da hayvanlar. Ya İnsanlar? Onların yaşamasında her şey ayrıntı. Önemli olan yemek değil, yenecek yemeğin çeşididir; giysi değil, giysinin çeşidi; ayakkabının çeşidi. Günlerin adı bile… Belli günlerde belli yaşamaları vardır. Pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık. Hep ayrıntılar.
Paran olsa da bir şeyler yapmak, zihnini ve bedenini meşgul etmek gereksinimini hissediyorsundur.
Ertesi gün sıkıcı bir sabaha başlamak düşüncesi yoruyor. Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturdu. “İş avutur” derdi babam ama ben böyle bir avuntu istemiyorum. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamak. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicinin başka bir ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyor. Yaşamanın amacı alışkanlık, rahatlık. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyor. Ne kolay onlara uymak. Ama yetinemeyeğimi biliyorum.
Yazarken bu bahsettiğin aynılığın dışına çıkabildin mi, yazdıkların duruyorlar mı hâlâ?
Hepsini yırttım attım.
Neden, okuduktan sonra yeterince güzel bulmadın mı?
Hayır, sebep o değil. Sadece üç hafta kadar uğraştım yazmakla, sonra seslenmeye çalıştığım insanları düşününce vazgeçtim. İşini bilenler, sadaka vericiler, et alışverişçileri mi anlayacaktı beni? (Sigarasını söndürdü.) İlk hikayem, “Bir büyük şehrin gürültüsünde insan, kimseye sezdirmeden istediği zaman yellenebilir. O yellenemezdi,” diye başlıyordu. Bu cümlede adamın bütün hayatının gizli olduğunu kim fark edecek? İkinci hikayem, burnunu sık sık çeken bir kadınla ilgiliydi, yarım bıraktığım diğeri tikler hakkındaydı. Onlar “Sonunda beni sürüklediği felakete rağmen onun kollarına atıldığım gecenin tadını unutamıyorum.” diye başlayan hikayeler isterler, benimkileri değil.
Takdir edersin ki bir hikâyeye yellenen bir adamla başlamak da hiç alışılmamış bir durum, hatta pek çokları açısından rahatsız edici olabilir, yanılıyor muyum?
Neden rahatsız edici olsun ki? Kötü yazarın yasak bölgesine girdiği için mi? Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil.
Anladığımı zannediyorum. Sıkıntıdan kurtulmak için başka neler yapar, geri kalan zamanını nasıl doldurursun?
Sinemaya giderim.Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.
Film izlemek haricinde okurum. Arkadaşlarımı ziyaret ederim. Eskiden resim alırdım, şimdi başka şeyler. Ve onu ararım. İnsanların, arabaların kaynaştığı caddelerde. Sinema önünde, oturduğum restoranda, otobüste, arka sokaklarda.
Kimi arıyorsun?
Gerçek sevgiyi. Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlikte düşünen, duyan, seven bir kadın. İnsanın bir tutamağı olmalı.
Sözünü böldüğüm için özür dilerim, tutamak nedir?
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.
Kağızman köylerinin birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin “Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum, onu.
Peki o kadın, nasıl biri, nasıl tanıyacak, nasıl bulacaksın?
Buldum ama ardından yetişemedim. Gidip koluna girsem, “Merhaba,” desem belki başka bir söz bile söylemeden anlaşacaktık. Belki yalnız “Sus, biliyorum,” diyecekti. (Sustu, etrafına göz gezdirdi uzun uzun, sonra beni süzdü)
Beni “Eli Paketliler”den yapmayacak bir kadın. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam, biri kız biri oğlan iki çocuk isteyerek, diğerlerinden gibi olmayacak biri. Hep aynı pastanede aynı masada buluşmayacağız mesela, aşkımızın kutsal bir yeri olmayacak. Benimleyken etrafımızdaki insanlara takılmayacak aklı, ezgiyi duyacak, o günün tarihini ismini hatırlamayacak çünkü bir önemi yok. Benim ona tutunduğum, onun da benden başka dayanağı olmadığı iki kişilik bir toplum olacağız.
Buldum ama yetişemedim dedin?
Milyonlarca kadında onu aradım, hatta o sandıklarım oldu, ilişki kurmayı denedim ama sonra anladım, hiç kimse o değildi. Ancak bir defa onu sahiden gördüm ve o anda tanıdım. Bir tatlıcı dükkanında otururken, sinemaya mı gitsem diye düşünüyordum. Sonra geç kalma korkusuyla vazgeçtim, onu bu şehrin bir yerinde görecektim, o yer bu yer olabilirdi ve ben geç kalabilirdim. Tatlıcının camının önünden geçecek ilk kadının peşinden gidecektim, bu tarafa doğru bir erkekle kol kola gelen kadını görünce, sağa Tophane yönüne dönecek ilk kadın, diye kararımı değiştirdim. Ancak o yana ilk geçen kadın yusyuvarlak, buruşuk bir kadındı. Tam o sırada camın önünden biri geçti, yürürken başını çevirip bana değil, dükkanın içine baktı. Bu gergin yüzü, ürkek mavi gözleri eskiden bir yerlerde görmüştüm. İçimde acayip bir sevinç, delice bir telaşla kalktım. Aradığım oydu.
Peşinden gittim ama yetişemedim. Bir otobüse bindi koşarak, sonra diğer araçların kalabalığın arasında otobüsü de gözden kaybettim.
O sandıklarım oldu demiştin, belki diğer kadınlar gibi o hanımefendiye ulaşsaydın, aradığın kişi olmadığını düşündürecek şeyler yaşanacaktı aranızda?
(Bekledi, kısa bir sessizlik sonrası kesin konuştu) Aradığım oydu. Hatta belki o da beni arıyordu, bilmeden. Yine onu görebilecek miyim emin değilim, ancak o olduğundan şüphem yok. Tutamağım o benim. Onu bulamazsam yuvarlanıp gideceğim bu sallantılı, korkuluksuz köprüden.
(Belki daha sorulacak şeyler vardı ancak kalkıp gitmek gerekliliğini hissettiğimden izin istedim.) Anladım, ben müsaadeni istemeliyim, vakit ayırdığın için teşekkür ederim.
Rica ederim. Hoşça kalın.