En sıradan insanların anlatıldığı romanlarda bile, hikayesi diğerlerinin önüne geçen bir önemli karakter vardır. Önceki yazılarda yaptığımızın aksine, biraz da mahcubiyetle, nihayet bir erkek esas karakter yerine, perdenin gerisinde duran bir kadın karakter ile söyleştik. Kurmaca Söyleşiler’de bu defa konuğumuz Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar adlı romanından, Sevgi.
Sevgi Hanım, ismiyle müsemma bir şahsiyet. Düşünceleri ve konuşmaları kalabalık Hikmet Benol’a nazaran arka planda kalmış, sesi soluğu çıkmayan ve üşüyen bir varlık olarak görmezden gelinmişti çoğu zaman. Sessizliği, dış dünya ile alakasızlığı bir zaman sonra kendine yabancılaşmasına da sebep olmuştu. Bu sebepten, kimi zaman kendinden bir başkasıymış gibi bahsedişi, kısa cümleler kurması kimseyi şaşırtmamalıdır. Eşinin (bir müddet sonra ayrılacaklardı) aksine bir şey demeden önce çok düşünen, gözlerinde kesin fakat umarsız bulutların gezindiği bir karakterden bahsediyoruz. Kendisini konuşturmak, hakkında bir şeyler öğrenmek de fazlasıyla zor oldu.
Metne geçmeden önce hatırlatmakta fayda var: Söyleşinin büyük bir bölümü kitaptan doğrudan alıntılar içerir. Gerektiği yerlerde soru cevap akışına uygunluk açısından bazı değişiklikler yapıldığını da belirtmek isterim. Ayrıca hikayenin seyrine dair önemli bilgiler aktarılmamasında özen gösterildi ve en güzel cümleler geride bırakıldı. Hatalar ve kusurlar için affınıza sığınıyorum. İyi okumalar.
Sevgi Hanım, ricamızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Lütfen rahatsız olmayın, çok vaktinizi almak istemeyiz. Nasılsınız?
İyi olduğumu sanıyorum. Siz?
Teşekkürler efendim, iyiceyiz. Öncelikle bize çocukluğunuzdan ve ailenizden bahsetmek ister misiniz?
Sevgi, Süleyman Turgut Bey’in kızıydı. Süleyman Turgut Bey, elektrik mühendisiydi. İlk mektep muallimesi Leyla Nezihî Hanımla taşrada tanışıp evlenmişti. Tek katlı büyük bir evde oturuyorlardı. Evin muhtelif yerlerinde büyük kömür sobaları yakılmakla birlikte, taşranın kışı evde bütün soğukluğuyla hissediliyordu. Leyla Nezihî Hanım daima üşüyordu. Onu, büyük berjer koltuklarından birine gömülerek şalına sarılı vaziyette gören Süleyman Turgut Bey, gülümsemekten kendini alamazdı. Yıllar geçtikçe bu tebessüm, yerini istihzaya bıraktı. Sonra da, karakterinde zamanla müspet bir inkişaf kaydedemeyen bütün evli erkekler gibi Süleyman Turgut Beyin de şahsiyetinin tek renkli tarafı cimriliği olmaya başlayınca sobaların sayısı azaldı. Leyla hanım da, bu yüksek tavanlı ve beyaz mermerli evde, omuzlarına daha çok sayıda şallar örterek, babasının evinden getirmiş olduğu Avrupa malı battaniyeyi bütün kış müddetince sarınarak, elinden düşürmediği Fransızca romanlar arasında gittikçe küçüldü. Sevgi beş yaşına basmıştı.
Ben her hatırayı kendim görmüş gibi naklediyorum ama ailemde vaziyetin bu olduğunu, diğer herkesin fark edebileceği gibi, kendimi bildiğim yaşlardan itibaren ayırdına varmıştım. Babam ciddi bir adamdı, eviyle de ciddi bir şekilde uğraşırdı. Annem karşısında kendini aşağılık hissediyor oluşuna mağlup olmuştu. Sonra bunun bir tezahürü olarak anneme duyduğu ilgi kaybolmuş yerini müstehzi bir alakaya bırakmıştı. Annemde de gerçeklik eksikti, okuduğu romanlarda yitirmişti.
Peki anneniz ve babanızın sizin şahsiyetinizdeki tesiri nasıl olmuştur? Cüretimi mazur görün, babanız bir müddet sonra evi terk ediyor sanırım ve sonrasında boşanıyorlar. Bunun sebebi de annenize olan ilgisindeki değişiklik midir? Sizi nasıl etkiledi bu durum?
Sevgi babasından ciddiyetini annesinden de üşümesini aldı. Tüylü ve insanın bütün vücudunu saran büyük şalları, vitrinlerde her zaman hayranlıkla seyretti. Babasından aynı zamanda belki de tereddüt ve hafif bir cimrilik aldığı için çoğu zaman sadece seyretmekle yetindi.
Uzun kış gecelerinde, büyük salonun koltuklarına birer tespih böceği gibi dizilmiş bu iki cansız varlığı seyretmeğe tahammülü olmadığı için, evde oturamaz oldu Süleyman Turgut Bey ve Sevgi yedi yaşına basmadan, Leyla Nezihî Hanımın tabiriyle “sokak dişilerine” dadandı.
Babası bir ahlak düşkünüydü Sevgi’ye göre; tanıdıkları da gülünç ve beceriksiz insanlardı. Sevgi bütün bu özelliklerden nefret etti. Çok üşüdüğü için ve güzel olmadığı için ve daima o sırada söylenecek sözü hemen bulamadığı için kendinden de zaman zaman nefret etti. Çevresinde beğenmediği şeylerin değişmesini, beğenmediği insanların ceza görmesini bekledi.
Tepelerinde (annesiyle onun) bir uğursuzluk, bir lanet dolaşıyordu. Babasıyla parası için evlendiğinden annesinin, dolayısıyla onun sevgili kızının cezalandırılması gerekiyordu. Annesi en sonunda kocasından ayrıldı. Evi terk edecekti lakin gidecek yeri ve elde ettiği -edebileceği- herhangi bir gelir yoktu. Durum, Fransız romanlarındakine hiç benzemiyordu. Süleyman Turgut Bey gururlu tavrını bırakmamıştı. “Sen hiçbir şey yapamazsın, bavulunu toplayacak biri varsa o da benim” demiş, bir gece on ikiyi yirmi geçe kendi evini terk etmişti, bir daha da dönmedi. Boşanınca evi karısına bıraktı, kızının tahsil masraflarını üstlendi.
Madem siz kendinizden bir başkası gibi bahsetmeye devam ediyorsunuz, biz de öyle soralım: Sevgi’nin tahsil hayatı nasıldı?
Annesinden Fransızca öğrendi, babası onu, ilk mektebi bitirince, İngilizceyi iyi öğrettiği söylenen bir yabancı bir okula yazdırdı. Sevgi itiraz etmedi. Yalnız, mektebe başlamadan iki gün önce, gece yatağına yatarken, annesinin babasından daha çok yaşaması için yarısı Fransızca bir dua okudu. Piyano dersinden de ‘fazla masraf olduğu esbab-ı mucizesiyle’ vazgeçildiği gün, gene sesini çıkarmadı.
Kendini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir yerde rahat bırakılıyordu. Onlarla uğraşmaya değmez deniyordu (küçümseyici bakışlarla). İnsan zamanlar bu bakışlardan kurtulabilirdi. Uzun ve zahmetli bir çalışmayla herkes utandırılabilirdi. Herkes bir yerde, bir anda takılabilirdi. Beklemesini bilenler herhalde bu dünyada bulunan ( bulunması gereken) insanüstü bir kuvvetin gözünden kaçamazdı. Kendilerine yazık edenler, zamanın her şeyi nasıl halledebileceğini bilmeyenlerdi.
Süleyman Turgut Bey gidince annenizle birlikte sessiz, herkesten uzak bir yaşantıya başlıyorsunuz. Öyle ki, aylar boyunca kimselerin gelmediği oluyor.
Bir gün Selim amca çıkıp geldi, babamın çocukluktan arkadaşıymış. Annemle babamın ayrılmış olmasına önce şaşırsa da, bizle ahbaplık etmeye başladı, çok yardımını gördük. Annem ölünce de bir müddet onunla kalmıştım. Bizim için şöyle derdi: “Ne iyi oldu da şu ihtiyar günlerimde, birlikte sıkılacak iyi dostlara rastladım.”
Annenizi nasıl kaybettiniz?
Birden hastalanıverdi. Doktorlar hastalığı pek anlayamadılar. Selim amca ile birlikte, ilaç kokan hastane koridorlarından, bitmek bilmez muayenelerin, tahlillerin, filmlerin sonuçlarını bekledik; beyaz gömlekleri uçuşarak, insanın yüzüne bakmadan geçen doktorların peşinden koştuk.
“Beyaz Gömlekliler Tarikatı”ndan bahsediyorsunuz. Onların tedavileri de bir fayda etmedi sanırım.
Bu doktorlar, hep bilinmeyen bir hasta ile, o sırada kendilerinin bekleyen insanlarla ilgisi olmayan soyut bir hastalık kavramıyla uğraşıyorlardı. Bu hastalık denen mesele profesörler, doçentler, mütehassıslar, asistanlar, hemşireler, hasta bakıcılar, laborantlar, hademeler, tıp öğrencileri arasında görüşülen ve insanların ve özellikle hastaların üstünde bir davaydı. Elinizde üstü büyülü yazılarla dolu kağıtlar onların arkasından bakakalıyordunuz. Mutlu bir rastlantı sonucu, yarı aralık duran bir kapıdan, bu büyücüler tarikatından olup da sizin aradığınız ve belirli bir süre beklemeniz gereken insanüstü beyaz yaratıklardan birini görebilirseniz, tarikat mensuplarından bir başkasıyla konuşan ve hastaların, özellikle hasta yakınlarının anlayamayacağı bir yabancı dille bir şeyler söyleyen bu dalailama, hemen suratınıza kapıyı kapatıveriyordu. Tanrılar katına çıkmanıza, bir an bile müsaade edilmiyordu.
Fakat annesi zayıfladıkça, yatağının yanındaki ilaçların sayısı arttıkça, cinsleri değiştikçe, Sevgi’nin bilime güveni azaldı; hastanelere daha seyrek gitmeğe başladı. Ölüm gibi, tatsız bir türlü söylenemeyen bir kelime havada dolaşıyor ve onların diledikleri gibi yaşamalarını engelliyordu.
Annenizi kaybedince nasıl hissetmiştiniz? Sizin için hatırlaması dahi zor bir an, tahmin edebiliyorum. Cevaplamak istemezsiniz anlarım.
Ağlamadım. Selim Bey ağlamıştı. Annem çok çekmediğine göre Allah’ın sevdiği bir kuluymuş diye düşünmüştüm. İnsan annesinin öldüğü gece de üşüyordu. Artık birlikte üşüyemeyecektik. Annemin oturduğu koltukta sanki koca bir kara delik vardı artık. Sanki bir duvar yıkılmıştı: Gerisinde bu büyük ve karanlık ve ürkütücü boşluğun bulunduğu bir duvar. Bu duvar korumuştu beni yıllarca karanlıktan. Artık hiçbir şey görmek mümkün değildi. Artık kimse beni anlayamayacaktı. Artık benimle rahatça alay edeceklerdi. Artık beni ezip geçeceklerdi.
Öksüz kalmak, işte bu demekti. Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terke etmek, başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler ve hatta minimum sayıda akrabalar. Sadece sahte bir amcayla (Selim Amca) ve yasa dışı bir babayla kalmıştım. Oysa insanın dedelerinin, büyükbabalarının, babaannelerinin ve büyükannelerinin bile sağ olması gerektiği bir yaştaydım: On sekiz yaşındaydım.
Peki ya sonra, yalnız mı yaşamaya başladınız?
Hayır. Dediğim gibi Selim amca ile kaldım bir müddet ama yeğeni Ergun hayli rahatsız olmuştu bu durumdan, dayısının bana bir miras bırakmasından korkuyordu. Bu sebepten çokça üstüme geliyor, Selim amca ile aramı açmaya çalışıyordu. İhtiras. Hırs. O sırada Nursel Hanımla tanışmıştım, onun yanına taşındım.
İhtiras kelimesini başka bir tonlama ile üstüne basarak ve iğrenerek söylediniz. Sizin için ne mana ifade ediyor?
Sevgi, hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras, babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile, onu yüzüstü bırakan bir kadın için, gece yarılarına kadarken ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanepeleri, dolapları, masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafına otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı. İhtiras, Sevgi’den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi.
Nursel Hanımla nasıl tanıştınız?
Bir yere gitmiştim. Bir türbe. Mum yakmak istemiştim sevdiklerim için. Sonra o siyahlar giymiş bir kadın, mumları kendin için yakmalısın demişti. Olumlu şeyler düşünmemiştim ilkte. Fakat dul kadının gözleri, beni sanki daha önceden tanıyan bir kayıtsızlık içinde olduğu için, kolayca bir yargıya varamamıştım. Ne var ki, dünyada ‘sizi anlıyorum’ gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. ‘Sizi-anlıyorum konuşmanıza-ihtiyaç yok’ ya da ‘siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime inanın’ bakışlarının çoğu aslında ‘bugünü-geçirmek-için-birine-ihtiyacım-var’ kalıbından ibaretti. İnsanın böyle sahtekarlıkları görünce başı ağrıyordu. Ama Nursel Hanım farklıydı. Yani benim için. Sonra onun evine gittim, davet etmişti. Ergun, Selim amcayı iyice doldurmuştu, artık orada rahat edemiyordum. Ben de Nursel Hanım’ın yanına taşındım. Yeni bir çevre ile karşılaşmıştım ve Hikmet’le.
Nasıl bir çevre bu bahsettiğiniz?
Tanınmış kişiler. Nursel Hanım, sanatla ilgili bütün insanları, adları baş tarafına ‘tanınmış’ sıfatını ekleyerek sunuyordu Sevgi’ye. Hafızası oldukça zayıf olan Sevgi de isimleri, yüzleri, sanat mesleklerini birbirine karıştırıyordu. Ayrıca, bütün ressamlar aynı zamanda edebiyatla, bütün edebiyatçılar resimle, bütün fizikçikler metafizikle ve bütün eleştirmenler de her şeyle uğraştıkları için, mesele gittikçe güçleşiyordu.
Bu sanat denilen şey bulaşıcıydı: Ressamların karılarına, seramikçilerin teyzelerine, şairlerin sevgililerine hemen geçiyordu. Bunlar da kısa zamanda ‘tanınmış’ oluyordu. Herkesin ‘çalışmaları’ ilgiyle izleniyordu, ‘eserleri’ merakla bekleniyordu.
Sevgi, bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi Nursel Hanıma.
Sonra Hikmet Bey’le tanışıyorsunuz, Nursel Hanım sayesinde mi bir araya geldiniz?
Benim durgunluğumdam sanırım, Nursel Hanım biraz olsun beni mutlu edebilmek için eve yeni insanlar çağırıyordu. Aylar sonra eve ilk gelen erkek de Hikmet oldu. Güzel sözler söyleyemeğe özenen ve söylemeğe çalışırken de kendinden utanan bir görünüşü vardı. Bir kağıt uzattı, çıkarken: “Muhakkak gelmelisiniz: Yalnızlığınızı gün ışığına çıkarmalıyız.”
Bir iki gün sonra, yağmurlu bir öğle üzeri evine gittim, tek odasına girdim, bir sandalyenin üzerine oturdum, bacaklarımı birleştirdim, ellerimi bacaklarımın üzerine koydum ve “Ben geldim,” dedim.
Yorulduğunuzu görüyorum, burada da bitirebiliriz ama size son bir soru daha sormak istiyorum. Belki başka bir zaman devam ederiz. Hayatınızda kısa sürede hızlı değişiklikler olmuş, olmaya devam ediyor. Neredeyse her şey vakitsiz denebilecek kadar sarsıcı ve aniden. Yakın zamanı, geçtiğiniz günleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sonrası nasıl olacak, bir fikriniz var mı?
Dört ay önce Hikmet’i tanıdım. Artık günler daha hızlı geçiyor. Bugün Selim Amca geldi. Ona acıyorum. Çünkü Ergun onu şaşırttı: Benim hakkımda zavallı ihtiyara yalanlar söyledi. Acı günleri geride bıraktım. Bana haksızlıklar yapanlar yanıldılar. Nursel Hanım da şaşırdı. Onun mutlu olmasını diledim. Ben de neredeyse şaşıracaktım. Herkes şaşırıyor. Ben iç dengemi kaybetmedim. Demek bütün bu üzüntüleri yaşamaya ihtiyacım varmış.
Pekala, umarız bundan sonrasında üzüntüler yaşamazsınız. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Hoşça kalın.