Kurmaca Söyleşiler’de konuğumuz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanından Hayri İrdal karakteri. Hayri İrdal Bey ile kurmaca bir söyleşi hazırlayarak; kitabın bürokrasi ve insan ilişkilerine müstehzi bakışını örneklendirmek, okuyanlar için de bir güzel hatırlatma yapmak amaçlanmıştır.
Söyleşinin büyük bir kısmı kitaptan doğrudan alıntılar içerir. Gerektiği yerlerde soru cevap akışına uygunluk açısından bazı değişiklikler yapıldığını, ayrıca hikayenin seyrine dair önemli bilgiler aktarılmamasında özen gösterildiğini belirtmek isterim. Hatalar ve kusurlar için affınıza sığınıyorum.
İyi okumalar.
Öncelikle davetimizi geri çevirmeyip bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Nasılsınız, iyi misiniz ?
İyiyim teşekkürler, siz de iyisiniz umarım. Birçok yerden sürekli davet alıyorum, özellikle son dönemde enstitümüz çok rağbet görmekte. Ben tecrübelerimi gençlere aktarmanın bir zaruret olduğunu düşünüyorum. Elbette büyük insan Halit Ayarcı ile çok uzun yıllara dayanan dostluğumuz ve mesai arkadaşlığımız da böyle bir aktarımı daha mühim kılıyor.
Bizi tercih ettiğiniz için tekrar teşekkürler. Hayatınızdan bahsedelim olur mu? Hayri İrdal’ı Hayri İrdal yapan maddi manevi kuvvelerden…
Beni tanıyanlar öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler. Hatta bütün mütalaalarım, çocukluğumda okuduğum Jul Vern ve Nik Karter hikayelerini ortadan çıkarırsanız, Arapça ve Farsça kelimelerini atlaya atlaya gözden geçirdiğim birkaç tarih kitabıyla, Tutiname, Binbir Gece, Ebu Ali Sinâ hikayeleri gibi eserlerden ibarettir. Daha sonraki zamanlarda, enstitümüz kurulmadan evvel işsizlikten evde çocukların mektep kitaplarına zaman zaman göz attığım gibi, bazen bütün günümü geçirdiğim Edirnekapı veye Şehzadebaşı kahvelerinde gazeteleri hatme mecbur kaldığım zamanlarda ufak tefek tefrika parçaları ve makaleleri de okudum.
Tahsil hayatımın da mükemmel olduğunu iddia edemeyeceğim. Herkesçe malumdur, mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan “Ne olacağım” sualini geciktirir. Bu suali ben de kendime soruyordum. Vâkıa meslek, iş kazanç düşünmüyordum. Saatçiliğe benzediğinden Posta Telgraf Mektebi’ne girmem için aracı olmuşlardı. Buradaki eğitimimi bitirdikten sonra mesleğe başladım, hem o sıralarda ilk eşim Emine Hanım’la izdivacım gerçekleşmişti. İşe girmeye ihtiyacım vardı.
Biraz psikanaliz bilgim Doktor Ramiz sayesinde mevcuttur. Saatler ve zaman üzerine bütün ihtisasımın başlangıcı ustam Muvakkit Nuri Efendi sayesindedir. Ki kendisini kaybettiğimde içine düştüğüm buhran halinin izahı mümkün değil. Daha sonra da Halit Ayarcı ile tanıştım ve hayata bakış açım, davranışlarım, yaşantım neredeyse tamamıyla değişti. On yıl müddetle dünyanın en yeni, en faydalı müessesesinin müdür muavinliğini yaptım. Hasılı kelam, çok okumadım ama çok şahsiyet tanıdım, ben de genç nesile bu hususa dikkat göstermelerini tavsiye ederim.
Mesleğiniz ve konumuz icabı cemiyetin önde gelen simalarıyla bir arada bulunmuşsunuzdur. Şahsen merak ediyorum, Ahmet Hamdi beyle de bir tanışıklığınız mevcut mu?
Kimlerdendir efendim kendisi, hatırlar gibiyim fakat emin olamadım. Zat-ı alileri resimle mi meşgul olurlardı?
Önemli yazarlarımızdandır. Siz ve enstitünüz hakkında da birkaç yazısı var aslında.
Evet, şimdi hatırladım, Kırtıpil Hamdi. Kendisiyle tanışıklığımız eskiye dayanır, zannederim ilk kez Şehzadebaşı’nda Doktor Ramiz sayesinde devam ettiğim bir kıraathanede tanışmış idik. Bu kıraathaneye her cins ve meşrepten insan gider gelirdi. Doktor Ramiz burasının sosyal-psikanaliz için en iyi yer olduğunu düşünürdü.
Hayreti mucip bir yere benziyor. Nasıl bir yerdir, kimler gelip giderdi?
Zengin mirasyedi, müflis veya tutunmuş tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci, ressam, yüksek memur, satranç ve dama ustaları, eksi pehlivanlar, bir iki Darülfünun hocası bir yığın talebe, aktörler, musikişinaslar, hülasa her mektepten adam… Kainat gibi, bu kıraathanedeki insanlar da kat kat, lahana gibiydi. Bu lahana benzetmesi de bizzat şahsıma aittir, belirtmeden geçemeyeceğim.
Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispirtizma alelade dedikodu, çıplak hikaye, korku veya meraklı macera, günlük siyasi hadiseler… Lahana gibi kat kat demiştim. En üstte Nizamıâlemciler var idi, dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya “Esafil-i Şark” adı verilmişti. Onlar da kültürden medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinirlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmayan, şehir hayatına intibak etmemiş, yahut kaba insiyaklarını yenememiş insanlardı. Şiş Taifesi’nden bir insan kavga edebilirdi, bir Esafil-i Şark veya Nizamcı ancak şişliği tutarsa kavga ederdi. Binaenaleyh, Şiş’lik biraz da iptidaîlik manasına geliyordu. Ve yalnızca bu taife, belki de kalabalık olduğu için Yarım Şiş diye kendi içinde de ayrıca sınıflanırdı.
Ahmet Hamdi de sürekli müşterilerden miydi?
Hayır, iki ya da üç kez rastlamışımdır kendisine, zaten son derece sessiz ve iç dünyasında yaşayan biridir, çok muhabbetimiz olmadı. Kıraathaneye daha çok dinlemek ve seyretmek için gelir gibiydi. Doktor Ramiz gibi gözlem yapıyordu belki de kim bilir.
İspirtizma lafzı geçti, sizin de bir vakitler böyle bir kulübe dahil olduğunuzu duyduk doğru mudur?
Doğrudur, fazlasıyla şenlikli bir yerdi orası. Hatırımda kalmış bir kamus tanımına başvurursak, ispirtizma, ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübelerdir. Bizim ispirtizma cemiyetinde de bitmek tükenmez münakaşalar tecrübeler yapılırdı. Hemen her üç günde bir yukarı alemden gelen tebliğler yayınlanır, onlar tefsir edilir, çok alimane fikirler söylenirdi. Kadın azanın bolluğu söz konusu idi. Medyum olanlardan başka sadece meraklı yedi sekiz kadın azamız vardı. Ben cemiyetin muhasebecisi ve katibi sıfatıyla her akşam işten çıkınca uğrar, yazılacak yazılarımı yazar, boş zamanlarımda aidatı toplar, defterleri tutardım. Şunu da söylemeliyim, böyle cemiyetler daha ziyade beraberce yalan söyleyip, beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyen insanların işidir.
Hakkınız var, günümüzdeki cemiyetlerin çoğu böyledir. Sizi siz yapan unsurlar içerisinde tanıdığınız şahsiyetlerin öneminden bahsettiniz. Bu cemiyette tanıştığınız insanlardan bahseder misiniz?
Cemal bey, başta gelir, itikadımca böyle bir cemiyetin azası olacak son kişiydi. Bir kere kollektif yalandan hoşlanacak adam değildi. Bununla beraber muntazaman gelir, içtimalarda, tecrübelerde bulunur, dudaklarında hep aynı etrafını küçümseyen tebessüm bizi muhtelif meselelerde aydınlatırdı. Ayrı bir karizması vardı. Cemiyet azasından Nevzat Hanımefendi’ye hafifçe aşıktı.
Bu genç ve güzel kadın, Nevzat Hanımefendi, kocası öldüğünden beri cinsi hayata kapılarını sıkı sıkıya kapatmıştı. Şişli’de ihtiyar kaynanasıyla beraber oturduğu büyükçe bir apartmanda masa tecrübeleri yaparak, ispirtizmaya dair kitaplar okuyarak yaşıyordu. Uykusuzluğunun belli başlı sebeplerinden biri geç vakte kadar süren ispirtizma tecrübeleri ise, bir başka sebebi de Murat’tı. Murat, Nevzat Hanım’ın masa tecrübelerinden eve alışan bir ruhtu. Hemen hemen apartmannı karargah ittihaz etmişti. El ayak çekilince mutlaka ortaya çıkar, camları siler, halıları silker, eşyanın yerini değiştirir, kitapları düzeltir. Nevzat Hanım’ın okumasını münasip bulmadıklarını yırtar, kaybederdi. Cemal Bey’in Nevzat Hanım’a verdiği çapkınca bir romanı daha ilk gecede yırttığını hepimiz biliyorduk.
Cemiyetin önemli konularında biri Nevzat Hanım’ın Murat’ı ise bir diğeri Afroditi’nin İradesi’ydi. Afroditi, cemiyette Cemal Bey’in otoritesine ehemmiyet vermeyen, hatta böyle bir şeyin farkında bile olmayan tek insandı. Kendisi, bir yığın cazibe ve dostluk, belki de farkına varmadan hareket ve hücum halinde bütün kadınlıktı. Kendisini gece yarılarında uyandıran, gündüzleri eline her kalem alıp gözünü yumdukça kargacık burgacık yazılarla varlığını anlatan bir kuvvetten bahsederdi. Bu kişinin kardeşini ve onun çocuk çocuğunu bekleye bekleye ölen halası olduğunu öğrenmişti. Afroditi, halasının ruhuna İrade derdi, onun yardımlarıyla medyunluk yapardı.
Esrarengiz vakıalar anlatan, bunlarla ilgilen birçok değişik kimseler gelip giderdi. Buradan tanıdığım bazı insanları enstitüde işe de almıştık…
Enstitüye geçmeden önce Muvakkit Nuri Efendi’den bahsedelim. Kimdir, nasıl bir insandır?
Galiba semtin en iyi saatçisiydi. Fakat bir meslek adamından ziyade, işin zevkinde bir keyif ehli gibi çalışırdı. Saatle insanı pek ayırmazdı. Sık sık, “Cenab-ı hak, insanı kendi suretinde üzere yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti…” derdi. Bu bir fikri birçok defa şöyle tamamlardı: İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur!” Saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşirdi: “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur.”
Bu cins benzerlikler üzerinde ısrar eden bir yığın sözü vardır. Bu yüzden Halit Ayarcı, Nuri Efendi’nin fikirlerinden bahsettiğimde, “Siz büyük bir filozofla tanışmışsınız azizim” diye bağırmıştı.
Sonra Nuri Efendi’nin bu düşüncelerini enstitünün tanıtımlarında, afiş ve broşürlerinde de kullandınız.
Evet, Nuri Efendi bize söyleyecek söz bırakmamıştı, yalnızca birkaç sloganı Halit Ayarcı ekledi.
Doktor Ramiz beyefendi hakkında da bir iki kelam eder misiniz?
Ben onu tanıdığımda tahsilini yaptığı Viyana’dan yeni dönmüştü. İyi doktor olduğunu, çok parlak diplomalar aldığını sonradan herkesten öğrendim. Ayrıca psikanalize merak etmiş ve bir müessesede bir iki sene bu metotla çalışmıştı. İlk tanıştığımız daha o gün, Doktor Ramiz’in bu tedavi sistemine hastası çıkınca tatbik edilen bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi baktığını anlamıştım.
Ne kadar hasta olmadığımı söylesem de kendisi beni de tedavi etmişti. Babamı beğenmediğimi, beğenmedikten sonra onun yerine geçecek yerde kendime durmadan baba aradığımı, yani çocuk kaldığımı söylerdi. Üstelik beni babasını beğenmeyen, her rast geldiği yerde kendisine baba arayan adamların görmesi icap eden rüyaları görmemekle itham derdi. Ben de ayıp olmasın diye bu rüyayı görmeye çalışırdım ama bir türlü muvaffak olamazdım. Ancak bir gün başardım ve tedavim nihayete erdi.
Doktor Ramiz, daha sonra Psikanaliz Cemiyetini kurmuş ve beni de yanına almıştı. Cemiyetin düzenlediği konferanslardan birincisinde Doktor Ramiz, dinleyicilerine beni Türkiye’de tedavi ettiği ilk hasta sıfatıyla ve tüyler ürpertici izahatla takdim etmişti.
Pekala, enstitü nasıl kuruldu, ya da bundan evvel şunu sormalıyım: Halit Ayarcı beyefendiyle nasıl tanıştınız?
Doktor Ramiz vasıtasıyla. Halit Ayarcı hakkındaki ilk fikirlerim olumsuz olmuştu, küstah ve herkese satın alacak gibi bakan biri olduğunu düşünmüştüm. Nereden bilecektim ki o anda kahveye Doktor Ramiz’le gelen adam benim iyi talihimdir. Çocuklarımın sıhhati, karımın ve baldızlarımın istikbalidir.
Doktor Ramiz, benim saat bilgim olduğunu, Ayarcı’nın bozuk olan saatini tamir edebileceğimi gerekli gereksiz bin bir ayrıntıyla Halit Ayarcı’ya söyleyince bu büyük insanın dikkatini çekmiştim. Halit bey ameliyesini insanlar üzerinde ve insanlarla yapan cinstendi. Onun için bakışları insanı taciz etmiyordu. Sadece eşya seviyesine indiriyordu. Birden bire bana sordu: Hakikaten saatten anlar mısınız?
Aslında diğer pek çok şey gibi saatten de anlamıyordum ama yalana alışmıştım. Doğruyu söylemek yerine bir görelim demiş, kordonsuz küçük altın saati elime almıştım. Saatteki bozukluk kolayca tamir edilebilecek cinstendi, ben de laflarımı biraz süsleyerek vaziyeti anlattım. Muhabbetimiz de böyle başladı.
Enstitüyü kurmaya nasıl karar verdiniz?
Hemen o akşam o fikri temeli atılmıştı zannediyorum, Halit Ayarcı vakit kaybedecek insanlardan değildir, yeter ki kafasına koysun. Kahveden hep birlikte kalkıp saatin eksik taşını bulmak için arabayla bir tamirciye giderken, ben muhabbet olsun diye meydanlardaki saatlerin gösterdikleri zamanlar arasındaki farktan bahsetmiştim. Sonra bu farkı Doktor Ramiz ve Halit Ayarcı da başka saatlerde görmüşlerdi, sanırım ilk çıkış noktamız da bu olmuştu. Ancak bunu anlayabilmeniz için Halit beyefendinin realizminden bahsetmeliyim.
Realizm derken, hakikati olduğu gibi görmekten bahsetmiyor muyuz? Bildiğimiz realizmden farkı nedir?
Halit Ayarcı’nın kendi sözleri ile aktarayım, not etmiştim: Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor seni. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozgunculuk olmak…. Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için eskisiniz. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ne yapabilirim? İşte sorulacak sual.
Bir nevi oportünizm.. Halit Ayarcı’nın bu bakış açısını örneklendirebilir misiniz?
Size bahsetmedim, benim ikinci eşim ve ailesi bir gariptir. Karım filmlerde izlediğini gerçek hayatımızla karıştırırdı. Kendisini bazen Jeanatte Mac Donald, bazen Rosaline Russel sanan, beni Charles Boyer ile, Clark Gable ile, William Powel ile karıştıran, bir gün evvel komşu kızını Martha Egerth’e benzettikten sonra ertesi gün pencereden “Martha, kardeşim, nereye gidiyorsun böyle?” diye seslenen bir kadınla evlenmediniz ise bu işin acayipliğini size anlatamam. Baldızlarımdan büyük olanı ses kabiliyetin yokluğuna, makamlardan bir haberliğine rağmen muganniye (şarkıcı) olacağını; diğer baldızım da aşikar çirkinliğine rağmen güzellik yarışmasına gireceğini hayal ediyordu.
Ne diyordum, ben ailemden Halit Ayarcı’ya da bahsetmiştim, onca itirazlarıma rağmen büyük baldızımın yeteneksizlik ve bilgisizliğini lehine kullanarak, bir orijinalite gibi göstererek, yalnızca bir hafta içerisinde küçük bir gazinoda muganniye olmasına vesile olmuştu. Zaten yine aynı kısacık süre içinde Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün çekirdeği olan küçük dairemiz açılmıştı.
Hem dünyada hem ülkemizde çok yeni bir işe teşebbüs etmişsiniz. Muhakkak kolay olmamıştır. Kuruluş aşamasında ne gibi zorluklar yaşadınız?
Aslında bir zorluk yaşamadık. İlkte dairede Halit Bey’in bir akrabası olan Nermin Hanım’la ben vardık yalnızca, Nermin Hanım’a bir ara işimizin ne olduğunu sordum, sadece Halit Bey’in gelmesini bekleyeceğimizi söyledi. Filhakika ilk ayımızı sadece bu işle geçirdik. Halit Ayarcı ara sıra telefon ediyor, bizim hal ve hatırımızı soruyor, muntazam şekilde devam etmemizi, kırtasiye eksiklerimizi tamamlamamızı söylüyordu. Ayın sonuna doğru daktilo makinalarımız, perdelerimiz geldi.
İkinci ayın sonunda da sohbetimiz başlarında mevzubahis olan sloganları tertip ettik ve esbabımucibe layihasını (vizyon ve misyon) yazmaya başladık. Bir işim vardı, fakat yapacağım iş yoktu. Bu minvaldeki düşüncelerimi Halit Ayarcı’ya açtığımda aldığım tek yanıt, realist olun oluyordu.
Üçüncü ayın sonunda, bir sabah, Halit Ayarcı, önde belediye reisi, yanlarında yardımcılarından biri ile dairemize geldiler. Gezilecek ne vardı? Ancak belediye reisi küçücük dairemizde birkaç adımı bir saatlik mesafe yapmasını biliyordu. Laf arasında konuşulurken Halit Bey benim fedakarlıklarımdan, buna mukabil aldığım ücretin azlığından yakınmıştı. Reis bey de halime (?) üzülünce, Halit Ayarcı, “Teşkilatımız sayenizde tamamlanınca Hayri Bey müdür muavinimiz olacak,” diyerek belediye reisinin içini ferahlatmıştı.
Nermin Hanım’la beraber üç kişiydiniz. Peki çalışma kadrosu sonradan nasıl bu kadar büyüdü? Konu ile ilgili diğer uzmanları nasıl buldunuz?
Reis bey de benzer bir soruyu sormuştu aslında, personel alımını nasıl yapacağımızla ilgili. Halit Bey de, “Biz bu meseleyi hallettik. Müessesemize tam referansı olmayan, iyi tanımadığımız kimse giremez. Bunun için de prensibimiz sağlam. Memurlarımızın yarısı, kendi akraba ve yakınlarımız olacak. Yarısı da dışarıdan güvendiğimiz yüksek insanların tavsiyeleri,” demişti. Halit Ayarcı tecrübeye önem vermezdi, biz de yakın çevremizden tecrübesiz insanları bozulmamış kabiliyet diyerek işe aldık. Kadroyu da gerektiği gibi kağıt üzerinde, aklımıza geldiği şekilde düzenledik. İşe aldıklarımıza eğitim vermek yerine daha makul bir yol seçerek, çalışanlara herkes vazifesinin ismi icabında kendine bir iş uydursun talimatı vermiştik.
Ziyaret sırasında belediye reisine verdiğimiz söze uyarak, gerekli grafikleri herhangi bir istatistiki bilgi kullanmadan hazırlamıştık. Ben önce veri toplanır diye itiraz ettimse de Halit Ayarcı bunu eski usul ve zaman kaybı olarak nitelendirmişti.
Ben de zamanla pirim Halit Ayarcı’da işlerin nasıl yürüyeceğini öğrenmiştim. Enstitümüzün ilk kuruluş günlerinde o zamanki kıyafetimle müesseseye gelemeyeceğimi düşünen Halit Ayarcı elbise hediye etmişti. Sırtıma geçirdiğim daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birdenbire ufkum, görüş zaviyem genişledi. Hayatın onun gibi bir bütün olarak mütalaaya alıştım. Değişme, koordinasyon, çalışmanın tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmi zihniyet gibi tabirlerle konuşmaya; kendi isteksizliğime “zaruret”, “imkansızlık” gibi adlar koymaya; şarkla garp arasında ölçüsüz mukayeseler yapmaya; ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hükümler yapmaya başladım. Onun realizmi bana da geçmiş, her şeye acaba ne işe yarar gözüyle bakar olmuştum.
Böylelikle enstitü kuruldu ve birçok ülkede açılan benzerleri, sonrasında kurulan Saat Severler Cemiyeti gibi kurumlar ile birlikte büyük bir yankı uyandırdı. Bunu siz ve Halit Ayarcı’nın realizmine borçluyuz.
Bu bizim yerine getirmemiz gereken bir vazifeydi, bir hizmetti. Zamanında üstlendik ve vaktinde çekildik. İlk başlarda ben de yaptığımız işin mahiyetini tam olarak anlayamasam da sonradan ne kadar mühim olduğunu fark ettim. Bugün dahi ülkemizde harıl harıl işleyen kurumların prensipleri bizimkilerle hemen hemen aynıdır. Enstitünün bu ülke için çok şey ifade ettiğini, önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Kesinlikle. Bu muazzam katkılarınız için en büyük teşekkürleri hak ediyorsunuz, daima bu toplumun hafızasında olmanız gerektiğini düşünüyorum. Ben daha fazla vaktiniz almayayım, hatıralarınızı yazdığınızı duydum, umarım en kısa zamanda okurlar istifade ederler. Bize vakit ayırdığınız için de teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Özellikle hatıralarımı yayınladıktan sonra tekrar bir araya gelmek isterseniz, müsait olduğum sürece, beklerim.