Martin Eden’in sonunu bir kitapçıda yanı başımda konuşan iki kişiden duymuştum. “Sonunda …… olan Jack London romanının adı neydi?”, “Martin Eden”. Peki, teşekkürler. Elbette romanlarda sonucu değil, süreci sevdiğimiz için, ne zamandır okuma listemde olan Martin Eden’i okudum. Okurken sosyal medyada kitabın görsellerini paylaşınca birkaç kişiden romanı kadar sevdiklerine dair mesaj aldım. Martin Eden okuyanı etkileyen bir kitap. Ben de sevdim.
Martin Eden 21 yaşında, genç bir denizci. Hayatı boyunca çalışmış, okumamış, gerektiğinde kavga eden, küfür eden bir genç. Bir gün okumuş, kibar bir kızla tanışıyor ve ona âşık oluyor. Aralarındaki derin boşluğu kapatabilmek için bir şeyler okumaya başlıyor. Okudukça şimdiye kadar hiç rastlamadığı fikirlerle, başka bir dünya ile karşılaşıyor ve kendini eğitmeye başlıyor. Sürekli okuyor, yeni kelimeler öğreniyor, gramerini düzeltiyor. Bu arada elbette bir şeyler yazmaya başlıyor. Yazıları onlarca kez reddedilse de pes etmiyor. Aydınlanması ve dönüşümü de sürüyor.
Martin Eden’i koşulları farklı olsa da Balzac – Goriot Baba’nın Rastignac’ına benzettim. Martin Eden de hayran olduğu ve ait olmadığı bir toplumsal sınıfa dahil olmak ister. Martin Eden için bu öylesine bir istek değildir. O aradaki kültürel boşluğu doldurmak ve üst toplumsal sınıfa sadece girmek değil, o sınıftakilerden birine dönüşmek istemektedir. Giderek başka türlü bir aydınlanma da yaşar ve yüksek tabakalardaki insanların bilgisinin ve görgüsünün derinliğini sorgulamaya başlar:
“Bu adamların zeka kıtlığını, kitaplarda okuduğu filozoflarla ölçüyordu. Profesör Caldwell hariç, Ruth’ların evinde bir tane bile dev bir beyinle karşılaşmamıştı…. Geriye kalanlar kafasız, yüzeysel, dogmatik ve cahil insanlardı. Martin’i asıl şaşırtan bunların cehaletiydi. Bu insanlara ne olmuştu? Neredeydi bunların eğitimi? Onlar da Martin’in okuduğu kitapları okumuşlardı. Nasıl olurdu da bu kitaplardan çıkarımda bulunamazlardı?” (sf 322)
Öte yandan Martin Eden kendini edebiyat dünyasının içinde de bulur. Reddedilen yazıları, hikâyeleri onu yıldırmaz. Kimdir bu editör? Basılan bu kadar kötü hikâyede onun yazdıklarında olmayan ne vardır?
“Bugüne kadar hiçbir yazısı kabul edilmemişti. Kırk kadar yazısı dergilerde dolaşıp duruyordu. Diğer yazarlar bunun nasıl becermişlerdi?” (sf 150)
“Kendi kendine, ‘Anlamıyorum’ diye mırıldandı. Belki de anlamayanlar, editörlerdir. Bu öyküde hiçbir sorun yok. Her ay yığınla öykü basıyorlar, hepsi de benimkilerden çok daha kötü, neredeyse hepsi.” (sf 179)
Ayrıca Martin Eden’da sosyalist düşünce ve bireyci düşünceyi, Nietszche’yi, Spencer’ı ve felsefeyi okuruz. Martin Eden dünyanın yoruma ihtiyacı olduğunu, görünenin ardında başka bir hikâye olduğunu, yüzeysel bakışın yetmediğini, düşünmek gerektiğini fark eder. İnsanlar üstünkörü bilgi sahibi olabilirler ama fikir sahibi değildirler. Düşündüklerini zannederler ama aslında düşünmezler. “Ruth, insan denen varlığı, en iyisinin kendi rengi, kendi inançları, kendi politikası olduğuna ve dünyadaki diğer insanların ondan daha şanssız olduğuna inanmaya teşvik eden, o dar görüşlü ve sıradan zihniyete sahipti.” (sf 96). Bu durum Martin’i şaşırtırken sorgulamasını da derinleştirmesini sağlar.
Bunlar benim Martin Eden’ı sevmemi sağladı. Sanırım siz de seversiniz. İyi okumalar.
- Martin Eden – Jack London
- İndigo Kitap
- Çeviri: Gözde Zahireci
- 520 sayfa