Senelerce sürdürdüğü editörlük mesleğinin yanına, bu yıllar içerisinde ürettiği öykülerden oluşan ilk öykü kitabını koyan Zeynep Delav, Kemik Tozu ile ilk kitap heyecanı da yaşamış oldu.
Biz de kendisinin heyecanına ortak olup kitabına ve öykücülüğümüze dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
İyi okumalar dileğiyle.
Yıllarca işin mutfağında ve onlarca kitabın yayıma hazırlanma sürecinde yer aldıktan sonra, seneler içerisinde biriken öykülerini Kemik Tozu isimli ilk öykü kitabında topladın. Âdettendir, soralım: İlk kitabın heyecanı neler hissettiriyor? Kitabı eline aldığında neler hissettin?
Masanın diğer tarafında olmanın tecrübesini yaşarken, heyecanımı anlatmaya pek kelime bulamıyorum diyebilirim. İnsan için en değerli şeylerin, hatta zenginliğinin çocuğu/ları ve hemen peşine de ürettikleri olduğunu düşünürüm. Bu fikrim değişmedi. Bundandır kitabı elime aldığımda kendimi zengin hissettim.
Ülkemizde öykü türünün okur kitlesi roman türüne göre daha sınırlı diyebileceğimiz boyutta. Hâl böyleyken öykü türüne senin bakış açın nasıl? Öykü hayatının neresinde yer alıyor?
Öykü, hayatımın ortasında desem abartmış olmam. Dilin imkânlarının en fazla öyküyle görünür ve kullanılır olduğunu düşünüyorum. Vakit az, hatırı sayılı cümleler kurmalısın. Anlattığın şeye göre ya naif ya da gürültülü olmak zorunda. Bu dengeyi sağlamak hiç kolay değil! Diğer yazma disiplinleri böyle değil, anlatma konusunda oldukça geniş bir alana sahipler.
“Çok Bin Vuruş” isimli öykünün giriş cümlesi şöyle: “Yazmak denilen şey, boğazı sıkan kazak giymek gibi, gevşetmezsen nefes alamıyorsun.” Öykünün dünyasında bir yayınevinin sınırları içerisine giriyoruz. Okur ve yazma uğraşı içerisindekiler tarafından pek bilinmeyen bir dünyaya okurunu konuk ediyorsun. Bir editör olarak, işin iki yanını da tecrübe etmiş olmak giyinmiş olduğun kazağın daha da sıkı ve bunaltıcı hissettirmesine neden oluyor mu? Yayın işçiliği mi (editörlük, düzeltmen, redaktörlük vb.) yoksa yazarlık mı daha zahmetli iştir?
Bu soruyu daha önce kendime çok defalar sordum. Öyle sanıyorum yayın işçiliği yazarlıktan biraz daha zor. Yayıncılıkta iş sadece eldeki metinle bitmiyor. Yazarla çalışıp eşlik etmek, yazara mesai yaptırabilmek gibi çok görünmeyen gizli bir işçiliği var. Bu hem kıymetli hem de zahmetli! Metinle içsellik sağlamış biriyle çalışmak yazmaktan bir tık daha önde.
Ancak kesinlikle yazmak kolay değil. “Kolay” kelimesini yazmak bile şu an acımasızca geliyor.
“Çikolata Aşkı”, “Dam”, “Yağ Kütlesi” ve hatta “Kırıntı” öykülerin ülkemiz ve dünyadaki kadınların sorunlarını konu edinen öyküler. Her biri farklı bir açıdan, farklı hikâyeleri olan kadınların sorunlarına, dertlerine, sıkıntılarına değiniyor. Türk ve dünya edebiyatında kadınların yaşadığı sorunların daha fazla işlenmemesinin nedeni sence nedir? Edebiyatın iyileştirici özelliğini daha fazla kullanmamız gerekmez mi?
Kadının toplumdaki durumu, ne istediği, neyin lazım olduğu, hangi statüde olursa olsun didinmesi, üzgünüm ama hep göz ardı ediliyor. Ancak, edebiyatın hafızası acımasızdır. İllaki görür ve unutmaz!Kadının ilk ve temel derdi, toplumun gidip gelip her defasında sarıldığı ve kadınların baskı altında tutulması için bir temel olarak kullandığı cinsiyet kalıpları olarak karşımıza dikiliyor. Kadın bununla cebelleşiyor, yetmiyor bir de yakasına yapışmış önyargıyla uğraşıyor. Bu anlamda edebiyatın iyileştirici özelliğini elbette kullanacağız. Bu yüzden, yazmaktan başka çaremiz yok!
“Kırıntı”da radyo tiyatrosunu dinleyen iki kız kardeşin dünyasına konuk oluyoruz. Öyküyü okurken, geçmişin radyo dinlenilen akşamlarına gittim. Geçmişe, nostaljiye düşkünlüğümüzün nedenini neye bağlıyorsun? Her şeyi hızla tüketmemizin bunda etkisi nedir?
Tükettikçe bitmeyen, daha fazla diyen bir dünyadayız artık. Geçmiş bize neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor. Kaybedilen şeylerin yoksunluğunu çektiğimiz için nostaljiye bu kadar düşkünüz. Özlüyoruz!
Öykülerinle dünyayı değiştirme imkânın olsaydı, neleri değiştirmek isterdin?
Toplumun kadın algısını değiştirmek isterdim. Kadına karşı şiddeti demiyorum, çünkü algı değişince şiddet de otomatik olarak ortadan kalkacak.Tabii ki bir de savaş denilen şeyi ortadan kaldırmak isterdim.
“Kemik Tozu” üç farklı karakterin ayrı ayrı hikâyelerini anlattığı uzunca bir öykü, hatta novella. Yaptığımız tercihler, aldığımız kararlar, tanıştığımız insanlar, yitirdiğimiz insanlar, annelerimiz, babalarımız, akrabalarımız yaşantılarımızı öylesine şekillendiriyor ki, olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasında dağlar kadar fark olabiliyor. Öyküyle ilişkili olarak sana şunu sorayım: Çocukluğundan itibaren tahayyül ettiğin, hayalini kurduğun hayatı yaşıyor musun? Olmak istediğin kişi olabildin mi?
Bazılarını yaşıyorum, bazılarını da yaşayacağımı ümit ediyorum. Ancak hayalini kurduğum hayatın çok uzağında değilim. Bu epeyce rahatlatıyor beni… Bütünde yolculuğum “iyi insan” olma çabası.
İlk öykü kitabını taze yayımlamış bir yazar olarak, yazmakta olan ve yazdıklarını yayımlatmak isteyen yazar adaylarına tavsiyelerin nelerdir? Nelere dikkat etmeli, neler yapmalılar?
Kalemi besleyen yegâne şeyin okumak olduğunu söyleyebilirim. Yazmaya uzun es vererek okuma yapmanın çok iyi geldiğini söyleyebilirim. Ancak bu kalemlerini tembelliğe alıştırsınlar gibi de anlaşılmasın. En önemli tavsiyem ise; asla yılmasınlar.
Son olarak, seni etkileyen, yazma eylemini şekillendiren yazarlardan, kitaplardan bize bahseder misin?
Soruyu okur okumaz Hermann Hesse geldi aklıma, Knulp. Hemen peşine Marcel Proust, Füruzan, Sartre, Nezihe Meriç, Borges, Faulkner, Calvinove Murathan Mungan. İlk aklıma gelenler bunlar.
Yazma eylemini, “işte şunlar etkiledi” demek benim için güç. Okumak çok katmanlı bir disiplin. Bu bütünü ayrıştırmak çok güç.