Ben yarım kalmış bir roman taslağının kahramanıyım. Beni var eden yazarın, savaşın yıkımına daha fazla dayanamayarak 1942’deki intiharı sonrası uzun yıllar sessizce bekledim. Biri beni duyana kadar aslında hiç olmayan sesimle haykırdım. Tam 39 yıl dağınık, zamanla sararmış sayfalar arasında kaybolmuş bir halde dolandım. Belki de bu yüzden eksik hissederim kendimi. 39 yıl sonra bu dağınık notlar ışığında tamamlanıp, su yüzüne çıktığımda, artık var olan bir kitabın sayfalarında nefes alan gerçek bir roman kahramanına dönüştüm. Anılarımın romanda bu denli silik olması, belli detaylar hariç kendi yaşamımı hatırlamıyor olmam, etrafımda olup biteni hep uzaktan izlerken, sadece gözlemleyen, hissedemeyen, adeta kimsenin farkına varamadığı görünmez, şeffaf bir heykel gibi duruşum hep buna bağlı belki de.
Ben, Clarissa Schuhmeister. 1884’te Viyana’da doğdum. Ruhumdaki görünmez duvarların, manastırın disiplini ile örülmüş buzdan bir kaleye dönüşmesini seyrettim. Babam mesleği itibari ile sert mizaçlı, dimdik duran, disiplin aşığı bir adamdı. Hep mi böyleydi, yoksa annemin ölümü ile birlikte sarsılan, yarım kalan benliği, ruhunun bir kısmını katılaştırmış mıydı bilemiyorum. Aslında artık biliyorum, romanda ikincisi olduğu yazıyor. Ama ben birincisi olmasını tercih ederdim. Gurur! Ya sevgi, şefkat var mıydı o gözlerde? Bazen saçımın okşanmasını beklerdim… Sanki bir an için bile olsa gözlerindeki katı gurur perdesi geriye çekilir gibi olurdu fakat toparlanması da uzun sürmez gerisin geri perde tekrar çekilirdi. Benden ona düzenli raporlar halinde mektuplar yazıp göndermemi istedi bir gün. Düşünüyorum da tüm bu raporlar, mektuplar bütün yaşantım boyunca peşimden geldiler. Hayatımdaki çoğu şey bir plânın, programın, önceden yazılmış raporun parçalarıydı sanki. Ne tuhaf geliyor böyle düşününce. Düzenli aralıklarla yazıya geçen şeyler, düzenli bir his kaybına sebep olabilir mi? Bir nevi yaşanmışlığı olmama duygusu!
Böyle ikilemde kaldığım zamanlarda, beni fikrinde doğuran, can veren, bana kelimelerde hayat veren yazarım Mr. Zweig romanı kendi bitirseydi farklı mı olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Hayır, tabii ki beni ben yapan karakter üzerinden o dönemin en büyük acılarını, savaşı, yıkımlarını anlatmaya çalıştığını ve belki de dönem itibari ile babamın yüreğini kaplayan kalın tabakanın oluşmasını sağlayanın da savaş olduğunu biliyorum. Adeta dönemin zorluğu babamın karakterine yansırken; benim, hayatın masum, saf, hâlini yansıtmam ve sonuna kadar ayakta kalabilmem… Evet, bunu biliyorum. Ama yine de bazen kitabın adı dahil bu romanın kahramanı ben olmama rağmen; hak, özgürlük, eşitlik ve tüm toplumsal ideallerin kelimelere dökülmesinin romandaki diğer karakterler tarafından çalınmış olması beni rahatsız ediyor diyelim. Onların ağzından sunulması, benim bir anlamda sadece dinleyen, onaylayan buna rağmen ana kahraman olma özelliğimi romanın ortalarında bir yerde ele almam ve sonlara doğru hayatımın o en önemli kararına kadar ertelemem… Düşündüm de şimdi, karşılıklı diyalog çok az romanımda. Neden? Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum değil mi? Romanı Stefan Zweig tamamlasaydı, farklı olur muydu? Ya da belki de tamamen vazgeçip yepyeni bir Clarissa’ya dönüştürür müydü beni?
Prof. Dr. Silberstein’ın yanında asistan-sekreter, arşiv görevlisi olarak çalışmaya başladım. Romanımda yüreğimi tanıyan tek kişidir diyebiliriz. “Varlığınız hemen hiç hissedilmiyor, belki siz de kendinizi yeterince hissetmiyorsunuz.” demiş, derinde bir yerlerde bildiğim şeyi açıkça ifade etmiştir. Yani bir bakıma romanın ortalarına kadar süren şeffaflığımın, mesafeli duruşumun yazar tarafından da bilindiğini ve Dr. Silberstein karakteri ile dillendirildiğini böylece anlıyoruz… Anlıyorsunuz, değil mi?
Sevgili Leonard… ‘Leonard’ hayatımın şekillenmesinde, değişmesinde aşkın adı. Aşk; kitabın konusu ne olursa olsun her roman kahramanının arzu ettiği o yoğun his, bir romans, bir sevi masalı! Yazarın geçtiği zorlu savaş döneminden, ruhunu beslediği ideallerden, bize ördüğü tüm hikayenin tek umudu, bilgeliğin, sabrın altın anahtarı; aşk… Bu aşkın detaylarını ve örgüsündeki gelişmeleri burada anlatmak istemiyorum, çünkü beni ve sevgili Leonard’ı tanımanızı aşkımızı okumanızı istiyorum. Yani kitabımı okumanızı arzu ediyorum, evet! Tek diyebileceğim zor bir zamanda başlayan, sevginin sonsuzluk ipi ile düğümlenen ve hayatımı tamamen değiştirip şekil veren bir hikâye olduğu… Aşk, kişinin hayatta kalıp devam edebilmesinin kilidi. Sonra… Sonra, Beş Mektup! ‘Ardından tekrar ve tekrar’…
Ben Clarissa Schuhmeister. 1884’te Viyana’da doğdum. Hikayemi seviyorum, çünkü farklısını bilmiyorum.
“İnsan alışkanlıklardan yalnızca kendine döner.”
Az bilgi: Clarissa, Stefan Zweig’in 1942’de Rio’da ikinci eşi Lotte ile intihar etmeden önce üzerine çalıştığı son romanıdır. Tamamlanamamıştır. Yayıncısı ve yakın arkadaşı Knut Beck tarafından 39 yıl sonra su yüzüne çıkartılıp, adeta bir puzzle gibi üzerinde çalışılarak taslak roman ibaresi ile yayınlanmıştır. Kitabın ayrıca filmi de yapılmıştır. Önce kitabı okumaya sonra filmini seyretmeye ne dersin okuyucu!
(Bu yazı Roman Kahramanları dergisi Ekim – Aralık 2013 sayısında uzun hâliyle yayınlanmıştır. )
Clarissa
Stefan Zweig
(Knut Beck’in Stefan Zweig’in bıraktığı notlardan yola çıkarak hazırladığı roman taslağı)
Can Yayınları, 2010 (Birinci Basım) 184 sayfa
Çeviri: Gülperi Sert – Serpil Yalçın
1 Yorum
Harika bir yazı olmuş. Kaleminize sağlık, öylesine özgün ki…