“İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir,” diyen Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanından bahsetmeden önce kısaca sanatçının edebi kişiliğine değinmek istiyorum. Edebi hayatına ilk olarak şiirle başlayan Sabahattin Ali daha sonra yazdığı roman ve hikâyelerinde Anadolu halkını, ezilen insanı anlatmak ister. Bunu toplumsal hayattan kesitlere yer vererek yapar. Eserlerinde aydın geçinen tabakanın, entelektüel kesimin Anadolu insanını küçümsemelerini eleştirmiş ve geleneğine bağlı içi temiz olan insanları yüceltmiştir. Sabahattin Ali, dönemindeki yazarlar gibi Anadolu halkını düşkün, sefil göstererek değil; dost canlısı ve iyiyi arayan insan olarak göstermeyi tercih etmiştir. Toplumsal gerçekçi uslupla eserler veren sanatçı, psikolojik çözümlemelerde oldukça başarılı olmuştur. 1940 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan ve ikinci romanı olan İçimizdeki Şeytan’da iç çatışmalara yer vererek bu yönünü gözler önüne sermiştir.
Otobiyografik roman niteliğinde olduğu söylenen ‘İçimizdeki Şeytan’da aydın geçinenlerin içinin ne kadar karanlık olduğu, Ömer’in kararsızlığı, yalnızlığı ve iç hesaplaşmaları anlatılır. Toplumsal hayatın kişiler üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın ‘kapana kısılmışlığını’ bu romanda görmek mümkündür. Romanın konusu, her ne kadar Ömer ve Macide’nin aşkı ve evliliği gibi dursa da asıl konu bu “kapana kısılmışlıktır” diyebilirim. Yazarın yazdığı dönem için yoğun bir eleştiri taşıyan bu romanı ve kahramanlarını her dönemle ilişkilendirebiliriz. Romanın ön planında işlenen aşk ve evliliktir. Ancak arka planda ana fikir değerinde asıl işlenmek istenen başka bir konu vardır.
Romana adını veren ‘İçimizdeki Şeytan’ın fısıltılarına kulak vermemizin, yaptığımız davranışlarımıza yön vermesine, güç duruma düşmemize neden olacağı anlatılmaktadır. Bu “İçimizdeki Şeytan” toplumsal hayatın baskılarından, yaşadığımız zorluklardan, hırstan, kabul görme çabasından dolayı açığa çıkar ve insanoğlu onun başını ezemeyip ona uymayı tercih eder. Yanlış davranışlara mâl olan bu durumu yine ‘İçimizdeki Şeytan’a uymayı tercih eden insanoğlu, tesadüf olarak, olması gerekiyormuş gibi ve hiç suçlusu değilmiş gibi değerlendirir. “Bu neden benim başıma geldi?” sorusuna cevap ararken kendisini bulur. Beraberinde insanoğlu bahaneler doğurur. “Bunu bu sebeple senin için yaptım”, “Böyle olmasını istemezdim.” gibi. Yapılanlar doğruymuş gibi bir de anlayış beklenir. Daha sonra her çıkmaza düştüğünde ‘İçimizdeki Şeytan’ı suçlar. Oysa insanoğlunun içindeki karanlığın nedeni ‘İçimizdeki Şeytan’ değil; başkahraman Ömer’in karakterinde görülen tembellik, acizlik ve cesaretsizliktir. Bu durumu anlatan romandan aldığım şu alıntıları vermek istiyorum:
“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticede aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimizdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması..”
‘‘İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikati görmekten kaçmak itiyadı var.’’
Romanın arka planında işlenmek istenen bir diğer önemli konu ise, her ne kadar toplumsal gündemin baskıları, bir tabakanın oluşturduğu karanlık dünya olsa dahi yine de umudu elden bırakamamak gerektiğidir. Umudun hala var olduğunu romanda bize Macide ve Bedri karakteri gösteriyor. Romanda Bedri’nin insan ve toplum tahlili adı altında Macide’ye olan bir konuşması var ki romanın özünü anlatacak nitelikte diyebilirim. Bu konuşmadan da kısa bir alıntı vermek istiyorum:
‘‘Bereket versin herkes böyle değil.. Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var.. Belki pek az ama var.. Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir.’’
Roman bir yerde dönemin Türkiye’sini de yansıtıyor. Bir iddiaya göre romandaki yan karakterlerin bir kısmı o dönemde yaşayan aydın kesimden şahsiyetleri şekillendirmektedir. Ömer’in arkadaşı Nihat karakteri Nihal Atsız’ı, İsmet Şerif ise Peyami Safa’yı temsil etmekte. Bu romandan ve başka sebeplerden ötürü Sabahattin Ali ve Nihal Atsız arasında bir gerilim söz konudur. Hem bu gerilimden dolayı hem de Aziz Nesin ile beraber çıkardığı Marko Paşa dergisindeki yazılarında dolayı sanatçı uzun süre davalarla uğraşmak mecburiyetinde kalır. Davalar aleyhine sonuçlanınca ülkeden ayrılmak için Bulgaristan sınırını geçmek isterken Ali Ertekin tarafından öldürülür. Sosyal adaletsizlik ve yozlaşmayı, politik ve psikolojik sorunları konu alan yazarın cesedi birkaç ay sonra Kırklareli’nin bir köyünde bulunur. Ne yazık ki hayatı boyunca savunduğu ideolojilerin tam tersi bir şekilde 1948’de hayatımızdan ayrılır.
Fransız Kafka ‘Bir kitap, içimizdeki donmuş denize indirilmiş bir baltadır,’ der. Sabahattin Ali de romanı yazdığı döneme ‘İçimizdeki Şeytan’la bir balta vurup eleştirmemiş midir? Her kitabın ayrı bir zamanı vardır. Bence bu kitap da onlardan ve bazı kitaplar bir müddet sonra tekrar okunması gerekenlerdendir. Daha ayrı bir zevk ve ders almak, yazarın bir deha olduğunu hatırlamak adına bu yapılabilir. Ben bu romanın böyle bir kitap olduğu düşüncesindeyim. Romandaki kahramanda görülen tembelliğin, acizliğin, cesaretsizliğin varsa bizde bir tarafa bırakılması ve ‘İçimizdeki Şeytan’ın fısıltılarının duyulmaması dileğiyle…