İngiliz Edebiyatı’nın en üretken yazarlarından Charles Dickens, 57 yaşında aramızdan ayrıldığında ardına 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale bırakmıştı. 7 Şubat 1812’de dünyaya gelen Dickens’ı İşaret Memuru isimli uzun öyküsüyle anıyoruz.
İyi okumalar dileriz.
İşaret Memuru
– Merhaba aşağıdaki!
Adam kendisine seslenildiğini duyduğunda, elindeki kısa sopaya sarılı bir işaret flamasıyla kulübesinin önünde duruyordu. Bulunduğu yerin doğal yapısı göz önüne alınacak olursa; insan, sesin geldiği yön konusunda adamın kuşku duymasının mümkün olamayacağını düşünürdü; ama başının hemen üstüne, benim durduğum dik yarın tepesine bakmak yerine, tam aksi yöne dönüp tren hattına baktı. Davranış biçiminde olağandışı bir şey vardı ama ben tüm çabama rağmen ne olduğunu ifade edemeyeceğim. Bedeni derin çukurda gölgede kaldığı ve olduğundan küçük göründüğü, bense tam yukarısında, onu henüz görmeden kızıl günbatımı parıltısına gömüldüğüm ve elimi gözlerime siper etmek zorunda kaldığım dik yarın tepesinde durduğum için, davranışının dikkatimi çekecek kadar olağandışı olduğunu biliyorum.
– Merhaba aşağıdaki!
Tren hattına bakıyorken tekrar dönüp gözlerini yukarı kaldırınca, tam tepesinde beni gördü.
– Sizinle konuşmak için aşağıya inebileceğim bir yol var mı?
Cevap vermeden yukarıya, bana baktı. Beyhude sorumu hemen tekrarlayarak ona baskı yapmak istemediğim için, ben de yukarıdan ona baktım. Tam o sırada toprakta ve havada belli belirsiz bir sarsıntı oldu. Sonra da, sanki zorla aşağıya çekiyormuşum hissiyle beni geriye sıçratan güçlü bir sarsıntıya ve hızla üzerime doğru gelen bir harekete dönüştü. Hızlı trenin bulunduğum yere kadar yükselen buharı, önümden geçip kır panoramasında dalgalanarak gittikten sonra aşağıya baktığımda, adamı, tren geçerken salladığı flamayı sopasına sararken gördüm.Sorumu tekrarladım. O sırada kımıldamadan bana bakıyor gibiydi; küçük bir duraksamadan sonra işaret flamasının sarılı olduğu sopayla, durduğum yere iki üç metre uzaklıktaki bir noktayı işaret etti. Ona seslendim: “Tamam!” Sonra çabuk çabuk o yöne doğru ilerledim. Orada çevremi kolaçan edince, tepenin dik yamacı yarılarak yapılmış, engebeli, yılankavi bir biçimde aşağıya inen bir patika buldum ve onu izledim.Bu daracık patika çok derine iniyordu ve olağanüstü sarptı. Kaynağın bulunduğu kayalıklara oyulan yol, aşağıya doğru indikçe daha da ıslaklaşıyor ve balçıklaşıyordu. Patikayı işaret eden adamın garip bir isteksizliğini ya da zorlandığı havasını aklıma getirecek zamanı tanıdığından yolun kâfi derecede uzun olduğunu anladım. Zikzaklar çizen patikadan, tekrar görebileceğim seviyeye indiğimde, adamı ortaya çıkmamı bekleyen bir tavırla, trenin az önce geçmiş olduğu rayların arasında dururken buldum. Sol eli çenesine dayalıydı ve sağ eli de sol dirseğini destekliyordu. Davranışında öyle bir bekleyiş ve dikkat vardı ki, şaşırarak bir an durdum.
Yeniden aşağı doğru yürümeye başladım ve tren hattı seviyesine ininceye kadar adımlarımı iyice hızlandırdım. Daha da yaklaşınca, onun oldukça kalın kaşları ve siyah sakalları olan soluk benizli bir adam olduğunu gördüm. Görev noktası şu ana kadar hiç görmediğim kadar ücra ve kasvetli bir yerdeydi. Dört bir tarafı bir parça gökyüzü dışında bir şeyin görülmesine izin vermeyen, eğri büğrü taşlarından sular damlayan ıslak bir duvarla çevriliydi; bir yöndeki perspektif, bu koca hapishanenin çarpık çurpuk uzantısıydı; öteki yöndeki daha kısa perspektif ise, siyah tünelin daha da kasvetli ağzında kasvetli kırmızı ışıkla son buluyordu. Muazzam büyüklükteki yapıda haşin, bunaltıcı ve ürkütücü bir hava vardı. Bu yuvarlak ağızdan o kadar az güneş ışığı kendine girecek yol buluyordu ki, toprakta ölüm kokusu vardı; ve yaşadığım dünyayı terk etmişim gibi içimi ürperten buz gibi sert bir rüzgâr, bir ucundan girip öbüründen çıkıyordu.
O hareket etmiyordu, ben ona dokunacak kadar yaklaştım. O zaman bile gözlerini benimkilerden ayırmaksızın bir adım geriledi ve elini kaldırdı. Burası çok ıssız bir görev yeri (dedim) ve yukarıdan bakarken çok dikkatimi çekti. Nadiren bir ziyaretçi uğruyordur herhalde; arzu edilmeyen bir seyreklikte değildir umarım. O benim şahsımda, tüm yaşamı boyunca dar sınırlar içine kapatılıp sonunda serbest kalarak bu büyük işlere karşı merakı yeni uyanmış bir adam gördü sadece. Bense zaten böyle görünmeyi amaçlayarak onunla konuşuyordum; ancak kullandığım sözcüklerden emin olmaktan uzağım; çünkü bir konuşma açmaktan mutlu olmadığım bir yana, adamda cesaretimi kıran bir şey de vardı.
Tünelin ağzına yakın olan kırmızı ışığa doğru çok tuhaf bir bakış yöneltti ve sanki bir şey kaçmış gibi orayı gözleriyle iyiden iyiye kolaçan ettikten sonra bana baktı.
O ışık görevinin bir parçası mıydı? Değil miydi?
Alçak bir sesle cevap verdi: “Benim görevim olduğunu bilmiyor musunuz?”
Sabit bakışlarına ve kasvetli yüzüne göz atınca, aklıma onun bir insan değil, bir hayalet olduğuna dair uçuk bir düşünce geldi. Onun aklında bulaşıcı bir hastalık düşüncesi olabilir miydi, diye o zamandan beri akıl yürütüyorum. Bu kez geri adım atan bendim. Fakat bu hareketi yapmamla, gözlerinde bana karşı gizli bir korkunun varlığım sezmem bir oldu. Uçuk düşüncemi bu bozguna uğrattı.
– Bana bakıyorsunuz, dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak. Sanki benden korkuyor gibisiniz.
– Kuşkularım var, diye cevapladı, daha önce sizi görüp görmediğime dair.
– Nerede?
Daha önce bakmış olduğu kırmızı ışığı işaret etti.
– Orada mı? dedim.
Beni dikkatle izlerken, sorumun karşılığını (ama sessizce) verdi. “Evet.”
– Aziz dostum, ben orada ne yapayım? Ne derseniz deyin, ben orada asla bulunmadım, buna yemin bile edebilirsiniz.
– Sanıyorum yemin edebilirim, diye yanıtladı. Evet, edebileceğimden eminim.
Tavrı netleşti, tıpkı benimki gibi. Sözlerimi hazırlanmış ve iyi seçilmiş sözcüklerle yanıtladı. Orada yapacak o kadar çok işi var mıydı? Evet, başka bir deyişle üzerinde yeterince sorumluluk vardı, ama ondan talep edilen dakiklik ve dikkatti, bedenen yaptığı iş -ağır işçilik- hemen hemen hiçe yakındı. Sinyal ışıklarım değiştirmek, ayarlarım yapmak, ara sıra şu demir kolu çevirmek; bedeniyle yapmak zorunda olduğu işlerin hepsi bundan ibaretti. Bana fazlaca önemli gibi gelen uzun ve yalnız saatlerle ilgili olarak da, sadece hayat düzeninin kendisini böyle biçimlendirdiğini ve buna alışmış olduğunu söyleyebildi. Bu çukurda kendi kendine bir dil öğrenmişti; tabiî bu dili sadece teoride bilmeye ve o dilin telaffuzuna ilişkin fikirlerini kabaca biçimlendirmiş olmaya, o dili öğrenmek denebilirse. Aynı zamanda bayağı kesir ve ondalık kesirlerle de uğraşmıştı. Biraz da cebir denemişti; ama hem şimdi hem de çocukluğunda, rakamlarla arası pek iyi değildi. Görev başındayken her zaman bu rutubetli hava koridorunda kalması gerekli miydi ve o yüksek taş duvarların arasından güneş ışığına hiç çıkamazdı mıydı? Eh, bu zamana ve şartlara bağlıydı. Bazı durumlarda tren hattına öbür şartlardan daha az bağlı olurdu ve aynısı gece ile gündüzün belli saatleri için de geçerliydi. Hava açıkken bu çukurdaki gölgelik yerden çıkmak için fırsat kollardı; ama elektrikli zille çağrılması her zaman ihtimal dahilinde olduğu ve böyle zamanlarda zili iki misli endişeyle dinlediği için, işinin başından ayrılması benim tahmin ettiğimden daha seyrek olurdu.
Yanan bir ateşle, bazı kayıtlar yaptığı resmî bir defterin durduğu masa, pusula iğnesi ve anahtarlarıyla bir telgraf aleti ve bahsettiği küçük zilin yer aldığı kulübeye götürdü beni. Onun iyi eğitimli ve (inşallah gücendirmeden söyleyebilirim) belki de bu istasyona göre fazla eğitimli olduğuna ilişkin fikrimi affına sığınarak söylediğimde o, büyük insan kitleleri arasında bu şekilde önemsiz aykırılık örneklerinin ender de olsa bulunacağını öne sürdü: darülacezelerde, polis teşkilatında böyle olduğunu duymuştu; hatta umutsuzluğun o son dayanağı orduda bile; ve herhangi bir büyük tren yolu personeli arasında.
Gençliğinde (şu kulübede otururken ben buna inanabilsem bile, kendisi buna hemen hiç inanamıyordu) üniversitede doğa felsefesi derslerine devam etmiş; ama aklına estiği gibi davranıp önüne çıkan fırsattan kötü kullanmış, çökmüş ve bir daha hiç ayağa kalkamamış. Bununla ilgili hiçbir şikâyeti yoktu. Yatağını kendisi yapmış ve üzerine uzanmıştı; başka bir yatak hazırlamak için artık çok geçti.Sakin bir tavırla ve benim ile ateş arasında gidip gelen vakur karanlık bakışlarıyla söylediklerinin hepsini burada özetledim. Ağzından zaman zaman “efendim” sözcüğü dökülüyordu, özellikle de gençliğine gönderme yaparken, sanki onu bulduğumdan başka hiçbir şey olmayı hak etmemiş olduğunu anlamamı rica edercesine. Konuşması birkaç kez küçük zille kesildi. Mesajları okuması ve cevaplarını göndermesi gerekti. Bir kez de açık kapının önünde durup tren geçerken işaret flamasını göstermesi ve makinistle birkaç kelime konuşması gerekti. Görevini yerine getirirken onun fevkalade dikkatli ve mükemmel olduğunu, yapması gereken şey bitinceye kadar, sözünü kelimenin ortasında kesip sessiz kaldığını gözlemledim. Tek kelimeyle bu adamın böyle bir görevde istihdam edilecek insanların en güvenilirlerinden biri olduğu hükmünü vermeliydim, ama beni engelleyen, konuştuğu sırada benzi sarararak iki kez konuşmasını kesip o sırada ÇALMAYAN küçük zile yüzünü çevirmesi ve kulübenin (dışarının sağlıksız rutubetli havası içeri girmesin diye sürekli kapalı tutulan) kapısını açarak tünelin ağzına yalan kırmızı ışığa doğru bakmış olmasaydı. Her iki seferde de, daha önce bahsetmiş olduğum, ancak tanımlayamadığım nedeni belirsiz o tuhaf havayla birbirimizden iyice uzaklaşmışken ateşin yanına geri dönmüştü. Ondan ayrılmak için ayağa kalkarken dedim ki, “Bana halinden memnun bir insanla tanıştığımı düşündürüyorsunuz nerdeyse.”(Onun daha fazla konuşmasını teşvik etmek için böyle söylediğimi korkarım ki itiraf etmek zorundayım.)
– Sanırım bir zamanlar öyleydim, diye cevap verdi, ilk konuşmasındaki gibi alçak sesle, ama artık üzgünüm efendim, üzgünüm. Elinden gelseydi kelimeleri geri alacaktı. Ama bir kez ağzından çıkmış, ben de hemen yakalamıştım.
– Neden dolayı? Neden üzgünsünüz?
– Anlatmak zor efendim. Bundan bahsetmek çok çok zor. Eğer beni bir daha ziyarete gelecek olursanız, size anlatmayı denerim.
– Sizi bir daha ziyarete gelmeyi bilhassa istiyorum. Söylesenize, ne zaman uygun olur?
– Sabahleyin erkenden işi bırakıp yarın gece saat onda tekrar çalışmaya başlayacağım efendim.
– Saat on birde gelirim.
Bana teşekkür etti ve benimle birlikte dışarı çıktı. “Yukarı giden patikayı buluncaya kadar,” dedi, o garip alçak sesiyle, “size beyaz ışığımla yol göstereceğim efendim. Yolu bulduğunuz zaman bana seslenmeyin! Ve yukarı varınca
da seslenmeyin!”
Davranış biçimi, mekânı birdenbire daha da soğuklaştırdı gibi geldi bana, ama ben başka bir şey söylemedim.
– Yarın gece aşağıya inerken de seslenmeyin! Size bir veda sorusu sormama izin verin lütfen. Bu gece size “Merhaba aşağıdaki!” sözlerini söyleten neydi?
– Tanrı biliyor ki, dedim, o anlama gelen bir şeyler söyledim…
– O anlama gelen bir şey değil efendim. Kelimeler tam olarak bunlardı. Bu kelimeleri çok iyi hatırlıyorum.
– Tam bu kelimeler olduğunu kabul ediyorum. Bunları söylediğime şüphe yok, çünkü sizin aşağıda olduğunuzu görmüştüm.
– Başka nedeni yok mu?
– Başka nasıl bir nedeni olabilir ki?
– Bu kelimelerin size fizikötesi bir şekilde iletilmiş olduğuna dair bir şey hissediyor musunuz?
– Hayır.
Bana iyi geceler diledi ve ışığı kaldırıp tuttu. Patikayı buluncaya kadar hat boyunu (içimde, arkamdan gelecek bir trenin nahoş heyecanıyla) takip ettim. Patikayı buldum. Yukarı tırmanmak, inmekten daha kolaydı. Herhangi bir olağandışı olay olmadan kaldığım hana geri döndüm.
Ertesi gece tam kararlaştırılan saatte, uzaktaki saatler on biri vururken, adımımı zikzak yolun ilk dönemecine atmış bulunuyordum. Adam elinde beyaz ışığıyla aşağıda beni bekliyordu. “Size seslenmedim” dedim, yaklaştığımda. “Şimdi konuşabilir miyim?” “Elbette efendim, buyurun.” “O zaman iyi akşamlar, elinizi sıkayım.” “İyi akşamlar efendim.” Kulübesine doğru yan yana yürüdük, içeri girip kapıyı kapattık ve ateşin yanma oturduk.
– Kararımı verdim efendim, diye başladı söze, oturur oturmaz öne doğru eğilerek.
Fısıltının biraz üzerinde bir ses tonuyla konuşuyordu, Beni üzen şeyin ne olduğunu, bana ikinci kez sormak zorunda kalmayacaksınız. Dün gece sizi başka birisine benzettim. Beni üzen bu.
– Bu yanılgı mı?
– Hayır. O başka kişi üzüyor.
– Kim o?
– Bilmiyorum.
– Bana mı benziyor?
– Bilmiyorum. Yüzünü hiç görmedim. Sol koluyla yüzünü kapatmıştı ve sağ kolunu da sallıyordu, şiddetle sallıyordu. Böyle.
Gözlerimle hareketini takip ettim ve bu “Tanrı aşkına, çekil yoldan” anlamında, azamî duygu ve şiddetle sallanan bir kolun hareketiydi.
– Bir dolunay gecesinde, dedi adam, “Merhaba aşağıdaki!” diye seslenen bir ses duyduğumda burada oturuyordum. Korkuyla yerimden fırlayıp şu kapıdan bakınca, tünelin ağzındaki kırmızı ışığın yanında durmuş, şimdi size gösterdiğim gibi kolunu sallayan o kişiyi gördüm. Ses bağırmaktan kısılmış gibiydi ve haykırıyordu: “Dikkat et! Dikkat et!” Ve sonra, yine: “Merhaba, aşağıdaki!”
Lambamı kaptım ve ışığı kırmızıya çevirip “Kötü bir şey mi var? Ne oldu? Nerede?” diye seslenerek o şekle doğru koştum. Figür tünelin karanlık ağzının hemen dışında duruyordu. Ona o kadar yaklaştığım halde, hâlâ koluyla gözlerini kapatıyor olması, beni hayrete düşürdü. Doğruca yanına koştum ve kolunu tutup çekmek için elimi uzatınca yok oldu.
– Tünele mi girdi?
– Hayır. Beş metre kadar tünelin içinde koştum. Sonra durup lambamı başımın üzerine kaldırınca, mesafe rakamlarını ve tavandan sızıp duvarlardan aşağı akan suların lekelerini gördüm. Girmiş olduğumdan daha da hızlı dışarı koştum (çünkü bu yer bende ölümcül bir nefret duygusu uyandırıyordu) ve kendi kırmızı ışığımla, kırmızı tehlike ışığının tüm çevresine baktım. Sonra demir merdivenden kırmızı ışığın üzerindeki sahanlığa çıkıp indim ve koşarak buraya döndüm. Her iki yöne de telgraf çektim: “Bir alarm verildi. Kötü bir şey mi var?” Her iki yönden de cevap geldi: “Her şey yolunda.”
Omurgamı izleyen soğuk bir parmağın hafif dokunuşuna karşı koyarak, bu şekillerin nasıl bir göz aldatmacası olduğunu; gözün görme fonksiyonuna hizmet eden hassas sinirlerdeki hastalıktan kaynaklanan bu şekillerin, hastaları nasıl sık sık rahatsız ettiğinin bilindiğini; bu hastalardan bazılarının, hastalığın doğasını anlayıp bunu kendi üzerlerindeki deneylerle kanıtlamış olduklarını ona anlattım. “Hayalî çığlığa gelince” dedim, “böyle yavaş sesle konuşurken durup bu olağandışı vadideki rüzgârı ve onun telgraf tellerinde çıkardığı arpe benzer vahşi sesini bir an için dinleyin.”
Bir süre oturup dinledikten sonra, bunları kabul ettiğini ve rüzgârla telgraf tellerini -burada o upuzun kış gecelerini öyle çok yaşamıştı ki, yalnız ve uyumadan- oldukça iyi biliyor olması gerektiğini söyledi, ama öte yandan bitirmemiş olduğu sözlerini tamamlamak için yalvardı.
Beni bağışlamasını rica ettim. Koluma dokunarak yavaşça şu sözleri ekledi:
– Bu belirtinin ortaya çıkışından sonraki altı saat içinde bu hatta, o unutulmaz kaza oldu. Ve on saat içinde ölü ve yaralılar tünelin içinden geçirilerek o figürün durmuş olduğu yere getirildi.
Nahoş bir ürperti baştan aşağı vücudumda dolaştı, ama ben buna karşı koymak için elimden geleni yaptım. Olağanüstü bir rastlantının, onun aklını etkileyecek kadar fazla hesaba katıldığının reddedilemeyeceğini söyledim. Ancak olağanüstü rastlantılar sık sık meydana gelirdi ve böyle bir konuyla ilgilenirken, bunların göz önüne alınması gerektiği tartışma götürmezdi. “Ama elbette itiraf etmeliyim ki” diye ekledim (sanırım bana karşı çıkacağını gördüğüm için) “öte yandan da sağduyulu insanlar, hayatla ilgili olağan hesapları yaparken rastlantılara pek fazla yer vermez.”
Bitirmemiş olduğu sözleri için yine yalvardı.
Ben de sözünü kestiğim için yine affını rica ettim.
– Bu, dedi, yine elini koluma koyup çukur gözleriyle omzunun üzerinden bir göz atarak, tam bir yıl önceydi. Aradan altı ya da yedi yıl geçmiş, ben şaşkınlık ve şoktan ancak kurtulmuştum. Bir sabah gün ışıdığı sırada kapıda durmuş kırmızı ışığa doğru bakarken hayaleti yine gördüm.
Durdu ve bana sabit bakışlarla baktı.
– Bağırıyor muydu?
– Hayır. Sessizdi.
– Kolunu sallıyor muydu?
– Hayır. Işık direğine dayanmıştı ve her iki eliyle yüzünü kapatmıştı, işte böyle.
Bir kez daha gözlerimle hareketini izledim. Ölüm kederini ifade eden bir hareketti. Böyle bir pozu mezarların üzerindeki taş figürlerde görmüştüm.
– Ona doğru gittiniz mi?
– İçeri girip oturdum, kısmen kafamı toplamak, kısmen de bayılacak gibi olduğum için. Tekrar kapıya gittiğim zaman güneş tepede yükselmiş ve hayalet yok olmuştu.
– Ama bunu takiben hiçbir şey olmadı değil mi? Arkasından hiçbir şey gelmedi, öyle değil mi?
İşaret parmağıyla iki ya da üç kez, her seferinde dehşet içinde, başıyla da doğrulayarak koluma dokundu:
– Tam o gün bir tren tünelden çıkarken yanımdaki vagonun penceresinde, karmaşa içinde eller ile kafalar görür gibi oldum ve bir şey el salladı. Makiniste tam geçiş işaret verdiğim sırada görmüştüm bunu. Stop! Makinist makineleri durdurup frene bastı ama tren sürüklenip buradan ancak yüz metre kadar ileride durdu. Arkasından koştum ve koşarken tren sesinin yanı sıra korkunç çığlık ve ağlamalar duydum. Kompartmanların birinde çok güzel genç bir hanım ansızın ölmüştü ve içeri getirilip sizinle aramızdaki tam bu döşemeye uzatıldı. Gösterdiği tahtalara bakarken, sandalyemi gayri ihtiyarî geri çektim.
– Doğru efendim, doğru. Size bunu tamamen, olduğu gibi anlatıyorum. Sonucu etkilemek üzere söyleyecek hiçbir şey bulamadım ve ağzım kupkuru oldu. Rüzgâr ve telgraf telleri, hikâyeyi uzun ve kederli bir inlemeyle sürdürdü. Bir süre sustuktan sonra yeniden konuşmaya başladı. “Şimdi efendim, bunu değerlendirin ve aklımın nasıl altüst olduğunu anlayın. Hayalet bir hafta önce geri geldi. O zamandan beri belli bir düzeni olmadan ara sıra yine görünüyor.
– Işığın yanında mı?
– Tehlike ışığının yanında.
– Ne yapıyor?
“Tanrı aşkına çekil yoldan!” sözleriyle ilgili daha önce göstermiş olduğu hareketleri, olabildiğince artan bir duygu yoğunluğu ve şiddetle tekrarladı.
Sonra devam etti, “Onun yüzünden ne huzurum ne rahatım kaldı. ‘Aşağıdaki! Dikkat et! Dikkat et!’ diye, büyük bir ıstırap ifadesiyle dakikalarca bana sesleniyor.
Bana el sallayarak orada duruyor. Benim küçük zili çalıyor…”
Bunu derhal yakaladım. “Dün akşam ben buradayken ziliniz çaldı, siz de kapıya gittiniz öyle mi?”
– İki kez.
– Eh, görüyorsunuz, dedim, hayal gücünüzün sizi nasıl aldattığını. Gözlerim zildeydi ve kulaklarım da zilin sesine açıktı. Eğer ben yaşıyorsam, o belirttiğiniz zamanlarda zil ÇALMADI. Hayır, ne o zaman ne de başka zaman; istasyonların sizinle bağlantı kurduklarında gerçekleşenlerden başka, zil hiç çalmadı.
Başını hayır anlamında salladı. “Bununla ilgili şimdiye kadar hiç hata yapmadım efendim. Hayaletin ziliyle, gerçek olanı birbirine hiç karıştırmadım. Hayaletin çaldırdığı zilde, başka hiçbir şeyin çıkarmadığı acayip bir titreşim oluyor. Zilin titreşimlerinin gözle görüldüğünü iddia etmedim. Onu duymadığınıza da şaşırmıyorum. Ama ben duydum.”
– Peki siz dışarıya baktığınızda hayalet orada mıydı?
– ORADAYDI.
– Her iki seferde de mi?
Sebatla tekrar etti: “Her iki seferde de.”
– Benimle şu anda kapıya gelip ona bakar mısınız?
Sanki biraz isteksizmiş gibi altdudağım ısırdı ama yerinden kalktı. Kapıyı açtım, o kapı aralığında, ben de basamakta durdum. İşte tehlike ışığı. İşte tünelin karanlık ağzı. İşte bu derin çukurun yüksek, ıslak taş duvarları. İşte bunların tepesindeki yıldızlar.
– Onu görüyor musunuz? diye sordum yüzüne özellikle dikkat ederek. Gözleri yuvalarından dışarı fırlayacak gibiydi; ama aynı noktaya baktığımda şaşkınlığım daha fazlaydı, belki de.
– Hayır, diye cevap verdi, orada değil.
– Aynı fikirdeyim, dedim.
Tekrar içeri girdik ve kapıyı kapatıp yerlerimize oturduk. Bu avantajdan nasıl daha iyi yararlanabileceğimi, tabiî eğer buna avantaj denilebilirse, düşünüyordum ki, yeniden normal bir şekilde konuşmaya başladığında, aramızda gerçekle ilgili ciddi bir sorun olamayacağını düşünmekle kendimi çok zayıf bir konuma düşürmüş olduğumu hissettim. “Beni korkunç derecede üzen sorunun ‘Hayalet ne demek istiyor?’ sorusu olduğunu artık tamamen anlıyorsunuzdur, efendim.”
Tam olarak anladığımdan emin olmadığımı söyledim.
– O neye karşı uyanda bulunuyor? dedi. Derin düşüncelere dalmıştı ve sadece arada bir bana doğru çevirdiği gözleri ateşteydi. Tehlike nedir? Tehlike nerededir? Tehlike tren hattında herhangi bir yerin üzerinde asılı duruyor. Kötü bir felaket olacak. Daha önce olanlardan sonra üçüncü kez olacağına şüphe yok. Ancak hayaletin beni ziyaret etmesi kesinlikle acımasızca. Ben ne yapabilirim ki? Mendilini çıkarıp alnından damlayan terleri sildi.
– Birine ya da her iki yöne de telgraf çekecek olsam, buna bir kanıt gösteremem, diye devam etti, avuç içlerini silerek. Başım derde girecek ve bir faydası olmayacak. Deli olduğumu düşünecekler. Bu iş aynen şöyle cereyan edecek: mesaj: ‘Tehlike! Dikkatli olun!’ Cevap: ‘Ne tehlikesi? Nerede?’ Mesaj: ‘Bilmiyorum. Ama Tanrı aşkına dikkatli olun!’ Beni görevden alacaklar. Başka ne yapabilirler ki? Aklının azap içinde yandığını görmek çok acıklıydı. Hayata dair anlaşılmaz bir sorumluluk duygusuyla, dayanamayacağı bir yükün altında kalan vicdan sahibi bir adamın zihinsel azabıydı bu.
– Tehlike ışığının altında ilk durduğu zaman, diyerek, siyah saçlarını arkaya doğru götürüp, yakıcı ıstırabının zirvesinde şakaklarını elleriyle defalarca ovuşturarak sözlerini sürdürdü, bana neden kazanın nerede olacağını söylemiyor, eğer olacaksa? Bunun önüne nasıl geçilebileceğini bana neden söylemiyor, önüne geçilebilmesi mümkünse? İkinci gelişinde yüzünü saklamıştı. Neden bunun yerine bana, ‘Genç kız ölecek. Onu evinden dışarı çıkarmasınlar’ demedi? Her iki seferde de uyanların gerçek olduğunu bana göstermek ve şimdi de beni üçüncüsüne hazırlamak için geldiyse, beni neden açık seçik bir şekilde uyarmıyor? Ve ben, Tanrı yardımcım olsun, bu ıssız istasyonda zavallı, önemsiz bir işaret memuru! Neden harekete geçecek güce ve kendisine inanılacak itibara sahip birisine gitmiyor?
Onu bu durumda görünce, gerek halk güvenliği, gerekse bu zavallı adamın iyiliği için şu anda yapmam gereken şeyin onu sakinleştirmek olduğunu anladım. Bu nedenle aramızdaki gerçek ya da gerçekdışılıkla ilgili sorunu bir kenara bırakarak, ona bu görevini tümüyle devralacak kişinin kim olursa olsun bunu iyi yapması gerektiğini ve aklını karıştıran bu belirtiyi kavrayamıyor olsa bile, hiç olmazsa görevini iyi bilmesinin kendisi için bir teselli kaynağı olduğunu anlattım. Bu çabamla, onu inancından vazgeçirdim ve mantıklı düşünmesini sağladım. Sakinleşti, mesleğiyle ilgili gelip geçici görevler, gece ilerledikçe daha büyük dikkat ister oldu; ve ben gecenin ikisinde oradan ayrıldım. Bütün gece kalmayı teklif etmiştim ama o bunu kabul etmemişti. Patikadan yukarı tırmanırken, dönüp kırmızı ışığa birkaç defa baktığımı, kırmızı ışığın hoşuma gitmediğini ve eğer yatağım onun altında olsaydı çok kötü bir uyku uyuyacağımı saklamak için hiçbir neden görmüyorum. Kaza ve ölü kıza ilişkin olayların birbiri ardına gelmesi de hoşuma gitmiyordu. Bunu saklamamakta da bir sakınca görmüyorum. Fakat zihnimdeki asıl şey, bu sırrın emanet edildiği kişi olduğum için nasıl hareket etmem gerektiği düşüncesiydi. Adamın akıllı, ihtiyatlı, özenli ve mükemmel olduğunu tespit etmiştim; ama daha ne kadar süre aklî durumu böyle kalabilirdi ki? Alt kademede olsa bile, önemli bir sorumluluk taşıyordu ve (mesela) ben, onun sağlıklı bir biçimde bu işin üstesinden gelmeyi sürdüreceği umuduyla hayatımı tehlikeye atmak ister miydim? Kendisine dürüstçe açıklama yapmadan ve ona orta bir yol teklif etmeden önce, bana anlatmış olduklarım amirlerine bildirmemin haince bir şey olacağı duygusu galip geldi. Sonunda bu yörelerde varlığını öğrenebileceğimiz en güvenilir doktora gidip fikrini almak üzere ona refakati (aksi halde sırrım saklamayacaktım) teklif etme karan aldım. Görev saatindeki değişim, bana verdiği bilgiye göre, yarın gece olacaktı. Güneşin doğuşundan bir ya da iki saat sonra işi bırakıp güneşin batışından hemen sonra yeniden işe başlayacaktı. Buraya tekrar gelmek için bu duruma uygun bir zaman tayin ettim. Ertesi akşam latif bir akşamdı ve bunun keyfini çıkarmak için erkenden yürüyüşe çıktım. Derin çukurun tepesine yakın tarlaların içindeki patikadan geçerken güneş henüz tam anlamıyla batmamıştı. Yürüyüşümü bir saat kadar uzatayım, dedim, yarım saat gidiş, yarım saat de dönüşten sonra, işaret memurunun kulübesine gitme zamanı gelmiş olacaktı.
Gezintime başlamadan önce kenara doğru yürüyüp mekanik biçimde aşağı baktım; onu ilk kez görmüş olduğum noktadan. Tünel ağzının yakınlarında, sol koluyla gözlerini kapatmış, sağ kolunu şiddetle sallayan bir adamın görüntüsünü gördüğümde içimi saran heyecanı tarif edemem.
İçimi daraltan tarifsiz dehşet duygusu bir anda geçti. Çünkü bu görüntünün, gerçek bir adama ait olduğunu ve yakınındaki bir grup adama, işaret memurunun el kol hareketlerini yinelediğini o anda görmüştüm. Tehlike ışığı artık yanmıyordu. Işığın direğine, tahta desteklerle ve branda beziyle yapılmış, benim için tümüyle yeni, küçük ve alçak bir kulübecik dayanmıştı. Bir yataktan daha büyük gözükmüyordu. İçimde, kötü bir şey olduğuna dair karşı konulmaz bir duyguyla ölümcül kötülüğün adamı orada bırakmamdan kaynakladığım, adamın yaptıklarını düzeltecek ve duruma hâkim olacak birinin gönderilmemesine sebep olmaktan dolayı duyduğum suçluluğun ve korkunun beynimde şimşek gibi çakmasıyla- yılankavi patikayı elimden geldiği kadar hızla indim.
– Ne oldu? diye sordum adamlara.
– İşaret memuru bu sabah ölmüş efendim.
– Şu kulübede kalan adam olmasın?
– Ta kendisi efendim.
– Benim tanıdığım adam mı?
– Eğer onu tanıyorduysanız, teşhis edebilirsiniz efendim, dedi ötekiler adına konuşan adam. Ağırbaşlı bir şekilde şapkasını çıkarıp branda bezinin ucunu kaldırarak, çünkü yüzü pek parçalanmamış, dedi.
– Ah, nasıl oldu bu, nasıl oldu bu? diye, branda bezi tekrar kapatılırken dönüp bir ona bir ötekine sordum.
– Lokomotif biçmiş efendim. İngiltere’de hiç kimse bu işi ondan daha iyi bilmezdi. Fakat nasıl olduysa raydan çekilmemiş. Kaza tam gündüz vakti olmuş.
İşaretçi ışığı çakmış ve lamba da elindeymiş. Lokomotif tünelden çıkarken sırtı dönükmüş ve lokomotif onu biçmiş. Makinist şu adam. Olayın nasıl olduğunu bize gösteriyordu. Göster beyefendiye Tom.
Kaba, siyah giysili adam, daha önce durduğu tünelin ağzındaki yere tekrar gitti.
– Tünelde dönemeci dönerken efendim, dedi, onu tıpkı dürbünün ucundan görüyormuşum gibi, tünelin ucunda gördüm. Sürati kontrol edecek zaman yoktu ve onun çok dikkatli olduğunu bilirdim. Üzerine doğru hızla giderken düdüğe aldırış etmiyor gibi gözüktüğü için frene asıldım ve gücümün yettiği kadar yüksek sesle ona bağırdım.
– Ne dediniz?
– Dedim ki, ‘Aşağıdaki! Dikkat et! Dikkat et! Tanrı aşkına, yoldan çekil!’
İrkildim.
– Ah efendim, çok korkunç bir andı. Ona bağırmayı hiç kesmedim. Görmemek için bu kolumla gözlerimi kapattım ve bu kolumu da sonuna kadar salladım; ama hiçbir faydası olmadı.
Garip olaylardan birinin üzerinde, ötekinden fazla durarak bu hikâyeyi uzatmadan bitirirken, şu üst üste gelen rastlantılara dikkatinizi çekmek isterim. Makinistin kaza anındaki uyarısı, sadece talihsiz işaretçinin bana tekrarladığı hayaletin sözlerini değil, aynı zamanda taklidini yaptığı hayaletin hareketleriyle ilgili -işaretçinin değil- benim söylediğim, tümüyle kendi zihnimin türettiği sözleri de içeriyordu.