Paul Strathern, bir kitabında “Çağımız asıl eleştiri çağıdır, ki, her şey eleştiriye tabii tutmalıdır kendisini.” der. Fakat çağımız eleştirinin oldukça uzağında durmayı tercih ediyor. Halbuki Azra Erhat’ın da dediği gibi “Eleştiri, yerin dibine batırmak değildir, olamaz.” İşte bu sebeple insanların bir kitap için hissettiği bütün duyguları ve ürettiği bütün düşünceleri özgürce söyleyebileceği bir seri oluşturmak istedik.
“Ne Okuyoruz?” Kitap Kulübü, olumlu eleştiriyi severek paylaşan fakat olumsuz eleştiriyi görmezden gelen yazarların aksine tam da gerektiği şekilde eleştirmeyi amaç edinen bir oluşum olma hayaliyle yoluna başlıyor.
İlk bölümünde Füruzan’ın 24 yıl aradan sonra, 90. yaşında yayımlanmış kitabı Akim Sevgilim’i (Yapı Kredi Yayınları, 2023) konuk ediyor.
Umarız, düşüncelerinizi bir miktar meşgul edebilir. İyi okumalar dileriz.
#Siz de bizimle birlikte kitap okumak ve konuşmak isterseniz lütfen bizlere Ne Okuyorum sosyal medya hesaplarından ulaşın. 🖤
*
Öyküm: Kitapla ilgili düşüncelerimi anlatmaya başlamadan önce internette küçük bir araştırma yaptım. Bu arada ben her kitabı okuduktan sonra bu araştırmayı yapıyorum. Bu herhalde kişisel bir haz olarak algılanabilir ama keyif alıyorum başkalarının düşüncelerini okuyup kendi düşüncelerimle tartmaktan. İnsanlar benim gibi düşünüyor mu? İnsanlar bu kitaba hangi bakış açısıyla bakıyor? Onlar neler düşünmüş ve ben neler düşünüyorum gibi birçok soruma cevap arıyorum. Özellikle 24 yıl aradan sonra ortaya çıkmış bir Füruzan kitabı olarak düşünürsek -ki kendisi şu anda 90 yaşında, 90 yaşında kitabı çıkan kaç yazar tanıyorum hiç bilmiyorum- ve 90 yaşında öykü kitabı çıkaracak kadar aktif olarak yazıyorsa bir yazar bir kere bunun benim için ne hayranlık uyandırıcı olduğunu söylemem gerekiyor. Açıkçası ilk defa tanıştım Füruzan’ın öyküleriyle ama diline az çok hakimdim. Yapılan yorumlarda da aradan geçen yıllara rağmen bir yazar hala aynı seviyede, çizgide ve aynı fonetiği yakalayarak bir öykü kitabı çıkartması hayranlıkla karşılanıyor tabii.
Ama öykülerine geçecek olursam Akim Sevgilim üç uzun öyküden oluşuyor. Bir kere öykülerin bu kadar uzun tutulmasına da karşıyım galiba. Öykülerin içine girmek biraz zordu benim için. İçinden çıkmak da bir o kadar zordu. :) Benim için oldukça yorucu geçti ama evet, üç öykü arasından en çok hangisini sevdin diye soracak olursan Akim Sevgilim’di çünkü üçü arasında en az zorlanarak hikayesine girdiğim öyküydü. Ve birazcık da bizden biri gibi hissediyorum. Yani sanki bir Türk filmini izliyormuş hissi yaşadım. Hatta içine biraz da Aşk-ı Memnu kattım gibi oldu öykünün bir kısmı serada geçince. Sanırım bir konunun yalnızca “Aşk yahu!” diye tanımlayabileceğimiz o anlarına hasret kaldık. O yüzden beni etkiledi. Dili söylenildiği gibi bence de hâlâ etkisini koruyor.
Akim Sevgilim’i ilk okuduğumda “Yıl olmuş 2023…” diye söze başlarız ya sanırım o cümleyi böyle ağız dolusu kurduğumu hatırlıyorum. Yani bırak erkek karakterlerin bir kadını anlatmasını bir kadının bir kadın yaşamını bu kadar apaçık ortaya koyması ve aslında bu kadar keskin ve acıtıcı bir dille anlatması çok hoşuma gitti. Benim Akim Sevgilim’de en çok sevdiğim şey oydu. Yani kadının büyük teyzesine “Biz böyle şeyler yaşayan kadınlarız!” diye bağıra bağıra problemini anlatması, ki bunu zaten sana Akim Sevgilim’e ilk başladığımda da söylemiştim, çok hoşuma gitti. Tabii zaman kaymaları yaşıyoruz. Biz hangi zamandayız, tam olarak ne yaşıyoruz, hangi dönemin insanı olarak buradayız karmaşasını yaşadım. Zaten kitabın büyük çoğunluğunda bunu yaşadım.
Cansu: 24 sene sonra yani neredeyse çeyrek yüzyıl sonra çıkan bir kitap Akim Sevgilim. Bu benim için çok kıymetli fakat burada söylediklerinin tam tersi bir şey söylemek zorundayım yazı tarzının hiç değişmemiş olması benim olumlu gördüğüm bir şey olmadı maalesef. Çünkü öykülerin üçünü de okurken hep eski olduklarından şikâyet ettim. Hikâyeler eski… Bunun yanı sıra konuları ele alış biçimi, olayları bakılan yer, bakış açısı… Yani kısaca tüm bu detaylar bana çok eski geldi.
Şöyle söyleyeyim; kesinlikle benim için de oldukça zor bir okumaydı. Sürekli şikâyet ederek okuduğumu fark ettim hatta. Bunun Füruzan’a olan sevgimle derin bir bağlantısı olduğuna inanıyorum çünkü Parasız Yatılı öykü dendi mi belki de ilk sırada ben de karşılık bulandır. Öyle derin bir bağ kurmuştum ki onunla sanırım o boyutta bir etki bekledim Akim Sevgilim’den de. Doğal olarak bundan dolayı daha da üzdü beni bu okuma. Yalnız burada altını çizeyim belki de benim okuma çizgimin değişmesi ile ilgilidir bu durum bilemiyorum.
İlk öyküyü okurken ben de benzer hissi yaşadım hatta Yeşilçam melodramı olduğunu söyledim ve ben bu türden filmlere de pek katlanamam açıkçası. :)
İşte aslında tam olarak dediğin gibi “Yıl olmuş 2023…” Ama ben farklı bir yerden bakıyorum sanırım. Yani bunları mı konuşalım gerçekten şu an ve bunları okumak benim için çok anlam ifade etmiyor belki on sene evvel okusam bu aşk hikayesini -ki bence yalnızca aşk hikayesi demeyelim haksızlık olur- bu hikâyeyi çok sevebilirdim on sene önce okusam ama bugünden baktığımda maalesef ben de çalışmadı bu hikâye.
Kısacası benim için çok yorucu bir okumaydı. Gerek konusuyla gerek biçimiyle… Mesela anlatıcıların sürekli değişmesi de beni epey yordu. Bu arada anlatıcı değişiyor değil mi bundan bile emin değilim mesela. :)
Öyküm: Evet, bende de bu oldu. Ne anlatıyor, kim anlatıyor derken hikâyenin yarısı geçiyor. O yüzden ben öykünün bu kadar uzun olmasını istemiyorum. Çünkü uzun olan öykü daha çok ayrıntı içeriyor. Bu yorgunluk insanın kitapla olan bağını ister istemez koparıyor. Okumak istiyorsun ama anlamayınca okuma isteğin kalmıyor. Yine de bırakmak istemiyorsun. İşte o çelişki beni her zaman yormuştur.
Ama diğer konu için de şunları söyleyebilirim: Evet, aşk çok kullanılan bir konu. Benim de öykü yazmaya ilk başladığım zamanlarda en çok kullandığım konu aşktı. Çünkü çok fazla hikâyesi çıkıyor. Herkesin çok kolay yaşayabileceği bir şeymiş gibi görünüyor aşk ama benim orada beğendiğim şey aşkın o kadınlarla bağlantısını anlatıyor olması, bir kadının bahçıvanla -yani o evin bir hanımının o evin bir çalışanıyla- ilişki yaşamasının bu kadar hor görülmesinden ve bu kadar yüksek sesle konuşulması. Ben birazcık hikâyenin aşk konusunu irdeleyerek kendime bir cevher çıkarttım diyelim. Okyanusun diplerine gidiyorum ve kendime bir istiridye bulup içindeki inciyi çıkarıyorum gibi bir his. Öyle söyleyeyim. Yoksa ben de aşk okurken oldukça seçiciyimdir artık çünkü zamanında ben de bu konuyu fazlasıyla tükettiğim için en azından kendi yazdığım tarzda bir aşk öyküsü okumak istemiyorum. :) Beni böyle daha çok etkileyecek şeylere vuruyorum kendimi. Ben Yeşilçam filmlerini de severim senin düşüncelerinin tersine. Ama aşktaki zorluğu anlatmak ve o zorluğu anlatırken kadın olmaktan kaynaklı da yaşanan baskının anlatılıyor olmasından ben çok etkilendim. Yani tamamen kadın bakış açısıyla baktığım için pozitif ayrımcılık yapmış olabilirim.
Cansu: Ben ucu açık hikayeleri aslında çok severim. Mesela Murakami’nin romanlarında, öykülerinde bazıları şikâyet eder yine sonu olmayan final diye ama bu benim çok hoşuma gider. Kafamda devam ettiririm hikâyeyi çünkü. Benim sonlarım hayat verir hikâyeye sürekli olarak. Sanırım Akim Sevgilim’in hikayelerinin ucunun açık sonlanması durumunu sevemedim. Çünkü bende hikâyeler devam etmedi. Kitabı kenara koyduğum an hikâye zihnimden de silindi çünkü. Maalesef…
Bu arada öykü boyutuyla ilgili düşüncelerine genel olarak katılmıyorum. Bence öykünün çatısını nasıl kurduğunla alakalı bir şey bu. Burada çok uç bir örnek vermiş olacağım olacak belki ama en sevdiğim öyküden örnek vermem lazım. Dostoyevski’nin Timsah öyküsü yaklaşık 50 sayfa mesela. Ama benim belki de 20 kez okuyup her okumamda bambaşka bir şeyler görüp duyduğum bir öykü. Ve çok çarpıcı bence.
Öyküm: Bende de öyle oldu. Şimdi konuşacağız diye ikinci kez okuma potansiyeline bile sahiptim o kadar diyorum.
İyi yazılmış öykülere diyecek bir şeyim yok. Ama maalesef herkes bunu başaramadığı için benim kafamda uzun yazılmış öykünün büyük sıkıntılar doğuracağı önyargısı dolanıyor. Bahsettiğin kişi Dostoyevski, böyle insanların her daim bende kredileri vardır. Nitekim Füruzan’a da o yüzden yıllar sonra çıkmış kitap olmasına rağmen böylesine büyük heyecan duyup zaman kaybetmeden okumak istedim. Ama şimdi yeni öykücüler uzun öykü yazdım dese aşmam gereken çok engel var kafamda.
Cansu: İnanır mısın bu sabah elime aldım kitabı tekrar okuyabilir miyim diye çünkü bende tam olarak öyle hissettim. Ama kitabı elime aldığım an o his geçti. :) Üzgünüm.
Ayrıca evet bak bu konuda hak veriyorum. Doğru çünkü bazen öyle şeyler okuyoruz ki zihnimizde kodlamalar oluşuyor.
Öyküm: Ki ucu açık öyküleri ben de severim. Sanki yazarın adının yanına senin de adın yazılıyor gibi bir his. Sen nasıl istersen öyle sonlanıyor ve bunun bir zamanının olmasına da gerek yok. Bir gün öyle, bir gün böyle istiyorsun; her iki sonuca da ayak uydurabiliyor. Ama işte bu tamamen o eserin başarısına da bağlı. Kötüyse görüntü ayağın altına yapışan sakızdan beter. Ama Füruzan beni öykü sonunda bırakınca yere çakıldım.
Cansu: Bu düşüşü bende böyle hissettim yavaş yavaş düşme ve finalde yere çakılma durumu…
Öyküm: Benim gibi kontrol manyağı birinin esere sesini duyurabilmeyi sevmesi olağan görülebilir belki ama demek ki istisnalar da varmış. Füruzan beni bir daha böyle ortalıkta bırakmasın istedim. :)
Cansu: Bu noktada bence daha önce Füruzan okumuş ve okumamış iki okuyucu olarak şunu senin üzerinden örnek vererek de bence çok net bir şekilde söyleyebiliriz: Füruzan hiç okumamış okuyucular kesinlikle Akim Sevgilim ile başlamamalı bu yolculuğa. Bence Parasız Yatılı en ideal başlangıç.
Öyküm: Peki sen ne isterdin 24 yıl aradan sonra karşına çıkmış olan Füruzan’dan? Zamana mı ayak uydurmalıydı mesela daha çok, yoksa dilini mi yumuşatmalıydı, başka konular veya temalar mı beklerdin? Zihnine yer etmiş o Füruzan hayranlığının kırıldığı noktayı merak ediyorum.
Cansu: Sanırım beklediğim tam olarak buydu: Daha güncel olaylar ve sanırım daha yenilikçi bir bakış açısı. Yeşilçam’ın eril bakışı iyi güzel hoş ama yeterince dinlemedik mi?
Öyküm: Buna birinden duyduğum ve aklımda kalan -şimdi kimdi, nerede dinledim hatırlamıyorum- cümleyle cevap vermek istiyorum. Dizilerde de oldukça gördüğümüz bir problem bu çünkü. “Her seferinde bir erkeğin bakış açısıyla kadını izledik. Halbuki bir problem varsa bunu yaşayanın yaşadığı gözle değil, şahit olduğu sözle anlatması olayın ciddiyetini arttırır ve aslında hiç de görüldüğü gibi olmadığı gerçeğini uyandırır.” Erkeklerin kadını anlatmasına alıştım. Hatta özel ricamdır lütfen artık erkekler çıkıp kadınların “özel günlerini” kaleme almasınlar. Bir de böyle bahsediliyor “özel gün” diye. Zamanında buna hayranlık duyuyordum ama artık sıkmaya başladı. Füruzan da biraz bu konudan dolayı Akim Sevgilim’de iyi anlamda vurdu beni. Farkındaysan hiç bahçıvanla aşk yaşayan teyzesi anlatmıyor hikâyeyi. Hep bir köşede onları izleyen ve ilk defa böylesine sınırları olmayan bir aşka şahit olmuş yeğen anlatıyor. Konuşmaları o dinliyor, teyzesini o izliyor… Hep bir üçüncü kişi. Söz hakkı da yok, belli ki yaşı küçük. Hep de bir soru işaretini cevaplıyorum kendimce bu arada. :) O kadar ortada bırakılmışız ki. İşte o yüzden Akim Sevgilim bir anlamda bana güzel geliyor. Ama bundan bir yıl sonra da artık tamam, yazmayın şöyle şeyler diyebilirim.
Cansu: Bu arada Akim Sevgilim’de özellikle ev tasvirlerine hayran oldum, gerçekten film etkisinin bir başka boyutuydu benim için. O dönemde olan ev içindeki eşyalar, giysiler, köşkün ayrıntılı tasviri… Zevk aldığım şeylerdi okurken. Gözümde öyle kolay canlandırdım ki… Bu da elbette yazarın üstün başarısından ileri geliyor.
Öyküm: İşte diyorum ya tam Yeşilçam etkisi de orada. Yoksa hangi Yeşilçam’da böylesine açık bir aşk gördük? Hatta sanırım bir tek orada Yeşilçam ve günümüz iç içe geçmiş gibiydi. Devamında hep eskide kalınmışlık hissettim.
Ben de bir kadının kafasının içindeki onlarca düşünceyi kaleme alışına özel bir hayranlık duydum. Hatta not etmişim öykünün sonundaki boşluğa. Bunu da yapan görmedim sanırım. Konuşma içerisinde birden fazla düşünceyi dile getiren kadın okudum ama okurken birden fazla düşünceyi dile getirmeden bana aktarabilen bir kadın karakter ile tanışmamıştım. Füruzan bende böyle bir ilke imza attı.
Cansu: Evet asıl anlatıcı olan Gönül uzaktan izlediğini tarafsız denilebilecek bir mesafeden aktarıyor, bu bence de güzel.
Peki Rumeli göçmeni Akim ve teyze Keriman’ın aşkına “Akim gavur. Olmaz bu iş.” diyen Mihriban ve bütün Mihriban gibi olanlar ne olacak böyle? Bu konu her ne kadar eski desek bile sanırım hala capcanlı bir yerlerde bu tarz olaylar yaşanıyor. Öyküde Cumhuriyet’in ilk yılları yaşanıyor. Ama sanırım bugün benzer şekillerde bu tipte hikayesi olan insanlar vardır değil mi?
Öyküm: Bir bitmediniz demek istiyorum böylelerine. :) Buna bir de Zaven Biberyan’ın Meteliksiz Aşıklar kitabında okuyup sinirlenmiştim. Orada da bir Ermeni ötekileştiriliyordu. Aşkın cinsiyeti, rengi, ırkı, cismi olmaz ki. Neden illa bir kalıba bir düzene uydurmak için uğraşırlar anlamıyorum. Zaman ilerliyor, teknoloji ilerliyor, bilim ilerliyor ama bu düşünceler ilerlemiyor.
Cansu: Ben bunun bazen yetiştirilme tarzıyla ilgili olup olmayacağını tartışıyorum kendi içimde. Sanırım en nihayetinde bunun böyle bir şey olmayacağına kanaat getiriyorum. Çünkü bir yere kadar evet ama bu kalpten gelen hisle alakalı bir şey. Belki de kişinin mutluluğa olan bakış açısıyla ilgili olabilir. Çünkü bize göre mutluluğu bulduğun kişinin rengi, cinsiyeti, kimliği, etnisitesi vesaire hiç önemli değil. Ama bazıları bunun ayırdına varamayacak kadar sığ bir yerden bakıyor. Üstelik bu şekilde yetişmemiş insanlar da bunu yapabiliyor. Eğer ki güç bu tipten insanların elindeyse de vay halimize.
Öyküm: Yetiştirilme şekli de olsa zamanla birlikte değişen düşünce yapısından insan hiç mi etkilenmez mesela? Her şeyin kaygan zeminde olup da düşüncelerin böylesine kaskatı kalmasını çok eleştiriyorum ben.
Diğer iki öyküsünden bu kadar bahsetmedik bu arada. Sesi Olmayan Türkü ve Varoşlarda. Aralarından en uzun olanı Akim Sevgilim’di ama sanırım onun haricindeki iki öyküsünden bu kadar verim alamadım. Yine bir geleneksel olay kaleme alınıyor. Ama şunu da söylemek istiyorum öykü başlıkları çok güzel.
Cansu: Kesinlikle sonuçta bir yerden sonra gördüklerini duyduklarını, okuduklarını, izlediklerini süzgeçten geçirip karar mekanizmasının başındaki kişi hala sen olamıyorsan ve sana verilen şeylerle dümdüz yetinmekle kalıyorsan burada ciddi bir problem var demektir. Ama zaten bu tipte katı düşüncelere sahip olan insanlara bir şeyleri anlatmak epey zordur bilirsin :)
Benim ikinci öyküyle ilgili söyleyecek birkaç şeyim var, zira senden farklı olarak kitapta benim en sevdiğim öykü Sesi Olmayan Türkü oldu.
Öyküm: Ben eminim Akim Sevgilim’e insanlar Damdan Düştüm Aşka Kondum gibi bir başlık da koyabilirdi. :) Ama Füruzan gerek duymamış. Tıpkı teyzesinin adı Akim olan sevgilisine Akim Sevgilim diye seslenmesinden ilham alarak olduğu gibi başlık yapmış. Temiz ve incelikli üstelik okuru etkileme gibi zorunlulukların hepsi kapı dışında kalmış.
Ne düşünüyorsun Sesi Olmayan Türkü ile ilgili?
Cansu: Sesi Olmayan Türkü yanlış anlamadıysam 60’lı yıllarda geçiyor. Ve aslında ülkemiz için bir önemi var, o da şu: Ülkemiz adına turizmin başladığı yıllar.
Ben turistik bir bölgede yaşayan ve sık sık değişimden dert yanan biri olarak bu öyküyle çok kolay empati kurabildim. Dönemsel farklılıkları bir kenara koyarsak biz de esasında şu yıllarda benzer şeyler yaşıyoruz. Bu duruma kendi hayatımdan bir örnek vermek istiyorum. Öykünün içinde şöyle bir cümle geçiyor: “Deniz kenarlarını kuruşa satıyorlardı düşünemedik.” Ben de gün içinde sık sık deniz kenarındaki evleri kastederek “Bu ev üç yıl önce 1 milyona satılıyordu, düşünemedik,” derken buluyorum kendimi.
Varnalılar geliyor memlekete ve yerlerini sağlamlaştırıyorlar. “Ertesi yıl Varnalılar dönümlerce toprak aldılar,” diye bir cümle okudum ve öyle canım yandı ki anlatamam. Dedim ya empati kurmak çok kolaydı, maalesef. Evet bizde bu bölgelerde benzer şeyler yaşıyoruz. Bir cümle alıntılayım: “Bu dış yabancılar, güneşin kişiyi kemiklerine değin sardığı, deniz tuzunun deriyi yaldızladığı bu yerin meyvelerinin, sebzelerinin doyumsuzluğunu bıkmadan konuşup duruyorlardı.” İşte tam olarak böyle bir şey. Üzerine tek bir cümle daha edemem. Çünkü şu an 2023 senesinde durum tam olarak bu.
Şuna değineyim son kez ilk öyküyle ilgili. Sanırım Akim Arnavutça ışık anlamına geliyormuş. Akim de ışık saçan bir erkek zaten, sevdiği kadına da ışık veren bir erkek. Diğer bir araştırmama göre de Akim: verimsiz, kısır anlamları da taşıyor. Bilemedim ben ışık anlamını alıp yoluma öyle devam etmeyi tercih ediyorum açıkçası. :)
Öyküm: Tarih tekerrürden ibarettir gibi bir olay bu. Hali hazırda yaşanılan bir şeye “Seni duyuyorum. Bu durumu biliyorum.” diye seslenen bir öykü olmuş senin için anladığım kadarıyla. İşte eski filan diyoruz ama buna rağmen hâlâ aynı dönemin izlerini taşıyor olmamız da bir yandan acıtıyor canımı.
İşte şimdi kalbimden vuruldum. Acaba verimsiz bir ışık mı demeye çalıştı Füruzan? Işık ışıktır neticede. Kimi aydınlatıyorsa odur bunu düşünmesi gereken. Ama büyük teyze, Akim Rum olduğu için oldukça verimsiz olarak nitelendiriyor belli ki.
Cansu: Bilemiyorum belki bilen biri aydınlatırsa bizi bu konuda ne güzel olur. Ama Akim Sevgilim’i “Işık Saçan Sevgilim’ olarak yorumlama fikri benim için çok heyecan verici. :)
Bir de üç öyküyle ilgili hoşuma giden bir detay var. Fark ettin mi ilk öykü kentte geçiyor ikincisi kasabada ve son öyküde köyde -yani sanırım bir köy olsa gerek orası.
Ve Varoşlarda benim hiç sevemediğim bir öykü oldu. Diyaloglarda öyle yoruldum, öyle boğuldum ki anlatamam. Biliyordum ama bu öyküyle iyice emin oldum: ben ajite edilen hikayeleri hiç sevmiyorum. Duyguların kanırtılmasına ise hiç tahammül edemiyorum. Bu son öykü olan Varoşlarda yaşadığım şey tam olur buydu. Zaten yine tam olarak hangi düzlemde ne okuduğumu da anlayamadım.
Çöpten topladıklarıyla beslenen baba ve çocuğunun hikayesi bu. Bu hikâyede bir gün baba gelmiyor ve çocukta ölüyor. Sanırım böyle bir şey. Ama bana geçmesi gereken neydi hala tam olarak anlayamadım. Üzgünüm ama içim kıyıldı. Bende uzunca zamandır etkisi olmayan hikayeler bu minvalde ilerleyen hikâyeler maalesef. İşte yine Yeşilçam melodramı. Canım Kardeşim filmi var ya mesela ben ona da hiç katlanamam. :)
Öyküm: Adı üzerinde sesi olmayan bir türküyü duymak yerine hissetmişsin. Tam da olması gerektiği gibi. Şimdi bakınca ben de bir cümlenin altını çizmişim. “Anasının ocakta tütsüler yaktığını, bakır kazana kışın taş koyup kaynatarak aş yaptığını söylüyorlardı. Oğlu Ömer’in böyle masal güzeli bir şehzadeye benzeyişinde, anasının çıplak ayak denize yürümesinin payı vardı.” Ben zaten böyle batıl inanç mı denir nasıl tanımlanır bilmiyorum ama doğruluğu kanıtlanmayan ama anlamların derin olduğu inançlara hayranlığım var. Güzelliğin denize çıplak ayakla yürüyerek geliyor olması çok incelikli bir metafordu bana göre.
Aşkı güzel tanımlayan bizlerden kötü betimlemeye izin çıkmıyor. :)
İnanır mısın Canım Kardeşim benim de en çok elimin kapatma tuşuna gittiği bir filmdir. Sonu kötü biten çok film izledim ama böylesine acı veren olmamıştı. Yani zamanımı ayırıp karşısına geçiyorum bari o beni delip geçmesin. Böylesine acı üstüne acı kısa bir öyküde yaşayabildiğim bir şey değil. Uzun uzun oyabilirsiniz beni ama yaramın kabuğunu çekip bırakmayın rica ediyorum. :)
Mekanların git gide geçmişe uzandığını ben de fark ettim ama bilinçli olarak yaptığını düşünmemiştim sence öyle mi?
Cansu: Aşkı kötülükle bağdaştırmak hoş değil bağdaştırılmasın isteriz :)
Evet ben öyle hissettim üç farklı düzlemde üç farklı hikâyeyi aktarmak gibi düşündüm kitabı bitirdiğimde.
Öyküm: Ben Varoşlarda öyküsünde bayıldım sanırım. Bayıldım derken ciddi anlamda pat diye bayılmış olabilirim. Çünkü hiçbir şey hatırlamıyorum. Baştan sona okudum ve kitabı bıraktığım anda unuttum. Ne bir cümlenin altını çizebildim ne konuyu anlayabildim. Ama benim de net bir şekilde hissettiğim tek duygu acıydı. Oradaki karakterler acı çekiyordu ben ise onlara acıyordum.
Her çağın kendince büyük sorunları var demek istiyor olabilir mi o zaman Füruzan üç farklı mekan işleyerek?
Cansu: Evet ajite etmekten kastım buydu. Acıyalım diye çizilmiş karakterlerdi sanki baba da oğul da. Baba oğluna “oğulcum” dedikçe bunu özellikle hissettim. Hani için kıyılır ya tam olarak öyle.
Üç farklı dönem üç farklı mekân ve üç farklı hikâye. Alakasız kaçacak belki ama Emile Zola’nın “Nasıl Ölünür” adlı kitabını okudun mu? Farklı sınıflarda gerçekleşen farklı ölümleri anlatır hikayelerin her birinde. Ama başlıca bir teması vardır: Ölüm. Ve bu konu üzerinden değerlendirmeye açıktır öyküler. Akim Sevgilim’de bu ayrıntının bir önemi olabilir mi bilmiyorum. Çünkü bambaşka şeyler. Yani kent, kasaba, köy gibi ayrıntıların önemini vurgulayabileceğimiz pek bir şey de vermiyor sonuçta bize yazar.
Öyküm: Ve oğulcum lafı ile burnuna saman ve tezek karışımı kokusu da gelir mi? Taze ekmeğin özlenilen kokusu filan. Tamamen fakirliği, köy hayatını gözlerimin önüne çizen başlı başına bir kelimedir “oğulcum”.
Nasıl Ölünür’ü biliyorum bilmez olur muyum hatta bu tarz başka kitaplar da çıktı sonradan. Benim için yakın geçmişte de bu ölümü farklı pencerelerden bakarak anlatmayı becerebilen bir diğer yazar da Robert Seethaler’dır mesela.
Benim de aklıma bir bu geldi zaten. Köyde tek dert geçim derdidir, kasabada olduğun yeri koruma derdi, kentte ise bunların önemi diğerlerine oranla azdır ama kentte de varlığını, tercihlerini olduğu gibi kabul ettirmek ve hiçbir kalıba sığdırmamak gibi dertler oluyor.
Cansu: Evet olabilir, hiç böyle düşünmemiştim. Bu bakış açısıyla okunabilir ve anlamlanabilir sanki.
*