Cemal Şakar’ın son öykü kitabı Kara bir çırpıda okuyabileceğiniz bir kitap. Bir çırpıda ama derin yaralar açarak. Aklınızda, kalbinizde ve belki düşünüzde. Peş peşe öyküler var kitap içerisinde ama ben kendimce ilk bölüm diye belirlediğim kısıma şehir, ikincisine ise savaş adını verdim. Ama aslında şehir ve savaş kitaba hakim iki kavram. Savaş maddî ve manevî olarak iki şekilde işleniyor hikâyelerde. İlk öyküler İstanbul insanını, aslında İstanbul’un kaderini yaşayan diğer pek çok metropol şehrin hikâyesini anlatıyor. Hem şehrin hem de bu şehre ait insanların hikâyesi. Şehre sonradan eklemlenmiş, ya da hep İstanbullu/şehirli olan insanların hikâyesi. Kitabın ortasından itibaren ise Gazze’de, Suriye’de yaşanan savaşın hikâyesi, savaşla birlikte yitmiş insanların hikâyesi, hikâyesiz kalmış insanların hikâyesi işleniyor.
Şehir insanının yaşantısına ve kendi içinde yaşadığı tezat duruma ya da şehrin keşmekeşine dair pek çok şey yazıldı, yazılıyor ve yazılacak. Neredeyse her gün trafiğinden, kalabalığından şikayet edip durduğumuz İstanbul, hiçbir zaman terk edilmeyecek. Tüm şehirler İstanbullaşacak. Dünyada kaçacak yeri olmayan insanoğlu hep şikayetçi olacak ama asla bırakamayacak şehrin sıkıca tuttuğu eteklerini. İstanbul’da mukim milyonlarca insandan biri olarak okuduğum öykülerin her biri bizzat benim. Bizzat sizlersiniz. Kahramanları sizlersiniz demiyorum evet, çünkü şehre dahil bir kaldırım, sokak, gürültü olarak da düşünüyorum her birimizi. Cesetler Hemen Her Yerde öyküsünde başkarakterin hissettiklerini hangimiz hissetmemiş olabiliriz? Bir dilenciye para vermekle vermemek arasında kaç defa yoklarız aklımızı? Bu öyküde adeta bir (mega) kent tanımı yaparak kentin çıkmazlarıyla bizlerin çıkmazlarını buluşturuyor Şakar. Bir kentin çıkmazı yoksullarıdır. Bizim çıkmazımız ise yoksullarla göz göze gelip -vicdanımıza doğru yediğimiz tokata rağmen- yolumuza devam edebilme tezatımızdır.
Yumak’ta bir nine ve torunu üzerinden yine büyük şehrin örselediği eksik kalmış bir ailenin hikâyesi anlatılır. Beni kitapta en çok etkileyen öykülerden biri de bu oldu. Dikkatimi çeken bir diğer öykü de The Mahrem Palace. Bu hikâye, yeni yetme yaşam tarzlarımıza ince bir eleştiri mahiyetinde. Başka bir yönüyle arafta kalmışlığımızın hikâyesi. Bir yanda kumsal öte yanda bir hoparlörden yükselen ezan sesi…
Mustafaaammm oldukça hüzünlü bir hikâye olmasına rağmen görseller bu hüznü süpürdü sanki. Aslında kitabın tümünde farklı bir biçimsel üslup var. Kupa Dörtlüsü gibi birkaç kart ve göğsünü yaracakmış gibi elleriyle gömleğini tutan bir babanın fotoğrafı karşılıyor sizi hikâyelerin ortasında. Kitabın sonlarına doğru Müslüman halkların yaşadığı kıyıma dair çarpıcı hikâyeler var. Artık neredeyse her gün haberlerde ya da bizatihi gördüğümüz ‘mültecilerin’ içimizi kavuran hikâyeleri. Vatanını, evini, yüreğinde taşıdıklarını geride bırakmaya mecbur kalarak bir başına yeniden başlamaya çalışan insanların hikâyesi. Bu anlamda Şakar’ın yakın döneme tanıklık eden hikâyelerini okumuş oluyoruz. Altını çizdiğimiz satırlar tarihsel bir dönemi de işaret ediyor aslında.
Kitabın bütünü tabiri caizse insanın içine oturacak cinsten dramların bir toplamı. Kitabın ismine, kapak renginin dahi kara olmasına rağmen bir grilik devşirebilmek mümkün bence hikâyelerden.
Mezkûr Kitap: Kara
Mezkûr Yazar: Cemal Şakar
Sâir Ayrıntı: İz Yayıncılık, İstanbul-2016