Türk ve dünya edebiyatında otorite kavramı bir hayli irdelenen, nedenleriyle sorgulanan, bireyin otorite karşısındaki tavrı psikolojik ve sosyolojik olarak incelenen önemli bir kavramdır.
Bu kavram her eserde farklı vücut bulur. Kimi zaman anne, kimi zaman baba, kimi zaman patron, kimi zaman sevgili olarak karşımıza çıkan otorite, bireyin karşısında daima aşılmaz bir engeldir.
Birey bu otoriteye başkaldıramadığında doğaüstü bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar. Bu durum aslında otorite karşısında güçsüzleşen bireyin adeta sihirli değnek arayışı olarak yorumlanabilir.
Peki birey bu sihirli değneğe neden ihtiyaç duyar?
Uzun uzadıya düşünülmesi gerekmeyen bir sorudur aslında bu. Birey, otorite karşısında düştüğü saçma/absürd durum karşısında gerçekliğin tartışılamayacağının farkındadır. Yarattığı yeni ve büyülü dünya ile gerçekliği tartışılabilir duruma getirir.
Büyülü gerçeklik tekniğinin özeti olarak sunduğum bu özellikler Latife Tekin’in edebi dili haline dönüşmüştür.
Ülkemiz edebiyat anlayışında yer alan toplumcu gerçekçi anlayışta eserlerde, karakterler ideal özelliklere sahip olarak yapılması gerekenin ne olduğunu ortaya koyar. Bunun yanında Latife Tekin’in de içinde bulunduğu büyülü gerçeklikle bu özelliğiyle taban tabana zıttır.
Sözlü edebiyat geleneğinden yararlanan ve temeli Latin Amerika’ya dayanan büyülü gerçekçilik, toplumcu gerçekçilikten farklı olarak ‘gerçek’ ve ‘fantezi’ yi iç içe sunar. Bu birleşimi de yine toplumcu gerçekçilerden ayrılarak ideal niteliklere sahip tek bir karakter yerine zıt durumları, zıt karakterler üzerinden sunmayı tercih eder. Şüphesiz bunu yapmasındaki en önemli neden anlatıcıyı romandaki olayları nesnel bir gözle eleştirme, yargılama amacı olmadan sunan bir tanık aracılığıyla yanlışları daha görünür kılmaktır.
1983 yılında ilk romanı Sevgili Arsız Ölüm ile edebiyat dünyasına adım atar Latife Tekin.
Sevgili Arsız Ölüm romanında çocukluğuna ve ailesine dair birçok ipucu sunar bize.
Cin, peri hikâyeleriyle geçirdiği çocukluk günlerini yarattığı kurguda bizimle buluşturur. Annesini tuhaf bir kadın olarak niteleyen Tekin, babasını da tıpkı Sevgili Arsız Ölüm romanında çizdiği ‘Havut’ adındaki baba figürü gibi İstanbul’da çalışıp köye torba dolusu parayla gelen biri olarak tanımlar.
9 yaşında iken İstanbul’a göç eden Tekin, ailesi ile gecekondu mahallelerinden birine yerleşir. Bu göç Tekin’in hayatının dönüm noktalarından biridir. Kendi ifadesiyle çocukluğunun keskin bir acıyla ikiye bölünmesidir.
Köyde geçirdiği büyülü yaşamdan hızla uzaklaşır, babasının ve ağabeylerinin sürekli çalışarak geçinmeye çalıştıkları bir dönemin içinde bulur kendisini.
Gecekondu günleri, orada sürdürdükleri yaşam o kadar yer etmiştir ki benliğinde özellikle ilk eserlerinde göç, yoksulluk, gecekondu kavramlarını konu edinir.
“Yedi kardeşin arasında titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkar ve baskının bin çeşidi. Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum,” ifadeleriyle o günlere dair hissettiklerini, geçirdiği büyük değişimi ortaya koyar.
Latife Tekin, roman tekniğini oluştururken Nâzım Hikmet’le Kemal Tahir’in birbirine yazdığı mektuplardan bir hayli etkilenir. Özellikle Sevgili Arsız Ölüm romanının tekniğini bu mektuplarda yer alan bilgiler ışığında oluşturur. Özellikle de Nâzım Hikmet’in Türk masallarına dair tespiti Latife Tekin’i çok etkiler. Nitekim bu mektuplarda Nâzım Hikmet’in Türk masallarının Moliere’i geride bırakacağına dair iddiasından etkilenen Latife Tekin, Türk masallarını okuyarak kendi özgün benliği ile başarıyla birleştirir.
Latife Tekin bu konuda doğru bir tercihte bulunur ki Sevgili Arsız Ölüm bazı ülkelerde ders kitaplarına konu olmayı başarır. Bunun yanında anlatım tekniği ile eleştirmenleri ikiye bölmeyi de başarır. Ancak o halk edebiyatı kaynağından beslenmeye devam eder, nitekim Sevgili Arsız Ölüm eserinden bir yıl sonra yine eleştirmenler arasında büyük tartışmalar doğuracak romanı Berci Kristin Çöp Masalları ile edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırır. Bu eser, eleştirmenler tarafından hangi edebi türde anılması gerektiği üzerine tartışmalara neden olurken dünya edebiyatında da emin adımlarla ilerlemeye başlar, birçok dile çeviri yoluyla kazandırılır.
1984 yılında Varlık dergisinde Toktamış Ateş, Berci Kristin Çöp Masalları için “Yarın Çöp Masalları hiç kuşkusuz yabancı dillere çevrilecektir ve Türkiye’nin son otuz yılının toplumsal değişimini anlamak isteyenler için çok ciddi ipuçları verecektir.” ifadesiyle adeta eserin birçok dile çevrileceğini muştulamıştır.
Berci Kristin Çöp Masalları eserinde Latife Tekin büyülü bir evren yaratarak göç yoluyla köyden kente göç etmiş ailelerin kente tutunma çabasını ele alır.
Kitabın arka kapağında yer alan tanıtım yazısında da yer aldığı gibi Berci Kristin Çöp Masalları, kentin çöpünden, yabancı oldukları kültürün artıklarından, paslı tenekelerden, kartondan, naylondan, muşambadan, plastikten, bir yandan da cenk hikayeleri, maniler, tekerlemeler ve ağıtların dilinden yaratılmıştır.
Çiçektepe adını taşıyan bir bölgede yaşayan insanların yıkım ekipleriyle başa çıkabilmek için verdikleri mücadeleye tanıklık ederiz eser boyunca. Olayların geçtiği yerin adının Çiçektepe olması sizi yanıltmasın. Nitekim burası bir şehir çöplüğüdür ve bu insanlar, bu şehir çöplüğünün yanında bir araya gelerek doğaya ve yıkım ekiplerine karşı büyük bir mücadele ortaya koyar.
Bu eserinde de halk edebiyatının zengin kaynaklarından yararlanmayı ihmal etmez. Ve yine Sevgili Arsız Ölüm romanında yer aldığı gibi anlatıcı üç tekil şahıs olarak karşımıza çıkar.
Bu eserde okuyucu Türkiye’nin gecekondu sorununa tanıklık ederken destan, hikâye, masal gibi birçok geleneğimizle de buluşuruz.
Eserde yer alan gerçek ve efsanevi unsurlar tartışmayı da beraberinde getirir. Nitekim efsanevi kısımları nedeniyle Füsun Akatlı gibi birçok eleştirmen eseri ‘başarısız’ olarak nitelendirir.
Latife Tekin de eserine karşı yöneltilen eleştirileri şu cümlelerle açıklar:
“Ben politik çalışmaya başladığım dönemde gecekondulara gittim. Kendi benzerlerimle karşılaştım orada, göçüp gelmiş insanlar, ‘keşke babam bizi bir gecekondu mahallesine getirseydi, böyle bir yerde daha kolay korunurdum’ diye düşündüm. Gecekonduculuk… Bunu ben bile isteye, politik bir kimlik olarak seçtim. Babamın geleceğimizle ilgili yanlış öngörüsünü düzeltme isteğinden kaynaklanan bir seçim. Bir kış günü, gecekondularla kaplı tepelere bakarak yürüyordum, yamaçlarda parlayan çöpleri gördüm, büyülendim. Ağır büyülenme!.. Sonradan kendi kendime, bir roman yazmak için çarpıldığım andı bu dedim. Üşümüştüm, çok soğuktu, soğuktan düş gördüm ve gördüğüm düş beni düşünülmedik düşüncelere götürdü. Herkesin yıkılıp yerine toplu konutların yapılmasını söylediği mahalleler bana dehşetli güzel geldi o an işte. Berci Kristin Çöp Masalları’nı başka türlü yazamazdım.”
Bu cümleler aynı zamanda eserin doğuş hikâyesini de ortaya koyar.
Latife Tekin, gecekondu sorununu yargılamadan hatta daha çok çözümleri okuyucuya bırakan bir üslûbu seçerek ortaya koyar. ‘Çiçektepe’ adlı bir gecekondu semtinin kuruluşu anlatılırken okuyucu olayların hangi semtte yaşandığını bilmez. Yazar bunu özellikle belirtmemiştir çünkü. Yaşanılan yer değil, yaşanılanlar önemlidir. Daha önce de belirttiğim gibi ‘gerçek’ ve ‘efsane’nin iç içe geçmesi nedeniyle yazar mekan belirsizliğini tercih eder.
Genel hatlarıyla eser, numaralandırılmamış yirmi bir bölümden oluşur. Bu bölümler Çiçektepe’nin kuruluşu, efsanelerinin doğuşu ve en sonunda da yeni bir Çiçektepe’nin kuruluşu olarak seyretse de ara bölümler bir hayli önem arz eder. Eseri okurken her bölümün nelerden söz ettiğini not aldığımda olay örgüsünde her bir bölümün başka bir aileye, başka bir bireye temas ettiğine, her bölümde birilerinin ön plana çıkarıldığına tanık oldum.
Bir gecekondu mahallesinin insanlarını, yazarların alışagelmiş tavırlarından farklı olarak anlatmayı tercih eder. Tekin, bu romanda Bakhtin’in ortaya koyduğu “karnavalesk anlatı“nın birebir örneğini sunar. Karnavalesk anlatıya göre roman kahramanları hayata karşı seyirci rolü oynamak yerine direkt katılımcı olmayı tercih eder. Yine bu nedenle eserde zengin kahraman kadrosuyla olayların farklı açılardan sunulması mümkün olur.
Eleştirmenler eserin türü hakkında ayrılıklar yaşasalar da bu esere dair ortak bir noktada birleşmeyi başardıkları bir konu vardır: Eserin başkahramanı ‘Çiçektepe’, ‘rüzgar’ gibi insan dışı varlıklardır.
Doğaya karşı birçok özellik eserde yer alır. Mesela rüzgarın konuştuğuna tanıklık ederiz. Bunun yanında ölen bebekler insanların gözleri önünde gökyüzüne uçar.
Eser boyunca rüzgarla daima mücadele halindedir Çiçektepeliler. Bu duruma bir neden ararlar. En sonunda da rüzgarın bu tepeye sevdalı olduğuna kanaat getirirler. Gelip bu tepenin başına gecekondu kurdukları için rüzgarın kendilerine içerlediklerine inandıkları için kız ya da erkek ayrımı yapmadan doğan çocuklara ‘Rüzgar’ ismini vermeyi uygun görürler. Bir anlamda ‘rüzgar’a karşı gönül bağlarını gösterme yöntemidir. Bu.
‘Rüzgar’a yükledikleri anlamlar da bir hayli derindir. Çiçektepe’deki fabrikalarda grev olduğu günlerde gece yarısı üç kişi gecekonduların kapısının önüne bildiri bırakır. Rüzgar bu durumu herkese anlatır:
‘Kağıtları rüzgar önüne katıp dere aşağı götürdü. Sabaha karşı rüzgarın uğultusu tel tel çözüldü, mırıltısı Çiçektepe’nin sokaklarında çığlığa dönüştü:
Çiçektepe halkı!
Uyan!
Üç kara gölge gördüm.’
Rüzgarın ‘uyan’ diye bağırmasının altında yatan mecazı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sanırım!
Çiçektepe insanlarının inançlarını ortaya koyma biçimleri, olayların ‘gerçek’ ile ‘doğaüstü’ özellikler göstermesi yönüyle ‘büyülü gerçeklik’ türünün özellikleri eser boyunca karşımıza çıkar.
Tabii burada rüzgarın konuşmasının önemli bir nedeni vardır. Eserde ilk bölümde tanıştığımız, gecekondu mahallesinin ermişi Güllü Baba’nın kehaneti gerçekleşmiş olur rüzgarın konuşmasıyla.
Güllü Baba eserin başından sonuna kadar kehanetler ve mucizeler gösteren, herkesin saygı duyduğu gecekondu semtinin bir büyüğüdür.
Evleri yıkıldığı için sinir krizi geçiren Sırma’yı dua ederek iyileştiren Güllü Baba, hastalanıp yatağa düştüğünde Çiçektepe’nin geleceği hakkında “Rüzgarın uğultusu tel tel çözülecek, mırıltılar çığlığa dönüşecek,” kehanetinde bulunur. Nitekim rüzgarın konuştuğu satırlar Güllü Baba’yı haklı çıkarır. Çiçektepeliler kehanetlerinin gerçekleştiğini görmeleri nedeniyle Güllü Baba’nın sözünü bir hayli dinlerler. Gecekondular yıkıldığında Güllü Baba, gecekondu sakinlerine yıkım ekiplerinin bu bölgeyi unutana kadar çevredeki inşaatlarda kalmalarını ardından da yeniden evlerini yapmalarını önerir.
Ancak daha önce de belirttiğim gibi yazar bunları okuyucularla paylaşırken üçüncü tekil şahısın ağzından aktarmayı tercih eder. Okuyucuda herhangi bir görüş oluşturmadan, aksine okuyucunun çözümüne bırakılan ifadeler tercih edilir.
‘Çiçektepe’de pirlik katına çıkması, ağlayıp sarsılarak Sırma’yı iyileştirmesinden sonra oldu. O günden başlayarak kondularda günlerce kadınlar arasında kör gözlü birinin ağlayıp ağlayamayacağı konuşuldu. Sonunda onun kör gözlerinden akan yaşın kuvvetli, hikmetli bir su olduğuna karar verildi. Kulaktan kulağa, Allah’ın onun gözlerini kör ettiğine pişman olduğu, sonradan ona gözlerini isteyip istemediğini sorduğu, Güllü Baba’nın da gözlerinin yerine kuvvetli bir zihin dilediği söylentileri yayıldı. Kimsenin bilmediği şeyleri bilmesi kör olmasına bağlandı. Onun bastonuyla konuştuğuna, toprağı dinlediğine şahit olanlar çoğaldıkça da Güllü Baba’nın elini öpmeden mahallede hiçbir işin başına varılmadı. Baston kimin sırtına üç kez değerse başına tavus kuşu gibi ‘kısmet’ konacağına inanıldı.’
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere yazar, anlatıcıyı olaya dahil etmeden sadece oradaki insanları yansıtacak ifadelere yer verir.
Peki yazar neden üçüncü tekil şahıslı anlatımı tercih ederek dışarıdan bir göz gibi davranır?
Şüphesiz Latife Tekin’in çocukluğu bu anlatımı tercih etmesini sağlar. Romanın kahraman kadrosunu oluşturan insanlar, tıpkı Latife Tekin ve ailesi gibi köyden kente göç eden ve hâl geleneklerin etkisinde olan bir topluluktur. Bu nedenle eserde yer alan ‘ermiş’, ‘yatır’, ‘efsane’ kavramları onlara çok da uzak değildir. Bu kavramlardan soyutlanarak oluşturulacak bir anlatım şekli de gerçekliğini yitirecektir.
Eserde dikkatimi çeken bir başka özellik de gecekonduların kuruluş yeriyle bağlantılı olarak Çiçektepe’nin evlerinin, kültürünün oluşturulmasıdır. Tahmin ettiğiniz üzere çöp kelimesi ile oluşturulmuş birçok kavram vardır: Çöpaltı, Çöp Yolu, Çöp Bakkal, Çöp Muhtar gibi.
Evlerin yakınında bulunan tabak fabrikasından kaynaklı ‘Fabrikadibi’ adının konması da bu noktada önemli bir örnektir.
Peki eserin adı neden ‘Berci Kristin Çöp Masalları’dır?
Berci ismi köyde koyunları sağmaya giden kızlara verilirmiş. Çiçektepe’de ise yalnızca çöp toplayan kızlar bu adla anılırmış. Bir kızın terbiyesi çöp toplamaya çıkan kızların davranış biçimiyle ölçülürmüş.
Bu durum bile bu insanların yaşamında geleneklerin ne denli yer ettiğinin kanıtıdır.
Latife Tekin’in roman anlayışı üzerine söyleyeceklerim bu kadar değil elbette. Ancak kitabın asıl tadını size bırakıp kararı sizin vermenizi temenni ediyorum.
Latife Tekin, çöpten bir masal yarattı, ruhumuza dokundu. Gelecek kuşakları bekleyen bir büyülü miras var!
Kaynakça:
- Pelin Özer, Latife Tekin Kitabı
- Feridun Andaç, Latife Tekin ile Söyleşi
- Macit Balık, Latife Tekin Romancılığı
- Yener Gökçe, Latife Tekin’in Romanlarında Toplumsal Değişim