Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan ve Türkiye’de epik tiyatro türü ile kabare tiyatrosunun öncüsü sayılan, öykü, tiyatro ve kabare yazarı, öğretim üyesi ve gazeteci Haldun Taner’i Neden Sonra isimli öyküsüyle anıyoruz.
İyi okumalar dileğiyle…
Neden Sonra
Güya iki buçuk matinesi için sözleşmişlerdi. Halbuki saat üçü çeyrek geçiyordu.
İhsan sigarasını yere atıp ezdi,
“Hiç bu kadar beklettiği olmazdı,” diye söylendi.
Sokağın üstüne ince ince yağmur yağıyordu. Berberin köşesine yine o her zaman ki kestaneci oturmuş…
Genç adam sinemanın basamaklarını indi. Karşı sokağa dalıp caddeye çıktı.
Beyazıt Meydanı yağmurun altından pırıl pırıl parlıyordu. Caddeden tramvaylar gelip geçiyor, camları buğulanmış otobüsler müşterilerini bırakıp acle acele yollarına gidiyorlardı.
İhsan ıslak kaldırımın üstünde bir aşağı beş yukarı dolaşmaya başladı. Her seferinde, “Bir Topkapı arabası daha beklerim. Bundan da çıkmazsa çeker giderim.” diye karar veriyor fakat Melahat gelen tramvaydan çıkmayınca yine de ayrılıp bir yere gidemiyordu.
Gözleri Aksaray yolunda bir çeyrek daha bekledi. Üç buçuk olunca ümidi büsbütün kesti.
Belli bir şey ki gelmeyecekti. Kız onu düpedüz ekmişti işte…Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. Zaten geçen defa muhallebicide kapısını yapmamış mıydı? Mantosunun düğmesi ile sinirli sinirli oynayarak, “İhsan” demişti, “annem duymuş gezdiğimizi. Eniştemin kardeşi gördüydü ya bizi Alemdar’da…Artık beni sokağa bırakmıyorlar. Teyzeme diye kaçamak geldim bugün…”
İhsan o gün bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Kadın milleti değil mi, numara yapmasalar işleri rast gitmez, diye düşünmüştü. Şimdi görüyordu ki o sözlerin altında başka manalar saklı imiş. Demek buymuş sonunda yapacağı…
Zaten arkadaşlar çıtlatmışladı da o inanmak istememişti. Ona Bahçekapısı’nda manifaturacılık eden varlıklı bir talipten bahsetmiş, bir de Melahat’ın mahallesinde oturan uzun boylu bir tıp talebesini göstermişlerdi. O bunu çoktan anlamalıydı. Anlamalı da kendiliğinden çekilmeliydi. Olmamıştı işte. Yapamamıştı. Nah kafa!…
O anda gözünün önüne Melahat’in hayali geldi. Kızı kendinden emin, uzun boylu tıbbiyelinin koluna asılmış, Beyoğlu sinemalarının resimlerine bakarken görür gibi oldu. Kim bilir belki de o züppe ile … Halbuki o burada, cebinde loca bileti, rezil gibi bekliyordu. Birden şakaklarının zonkladığını hissetti.
Yağmur şimdi daha da şiddetlenmişti. Islak bulutlar adeta damlara sürtünmek ister gibi, alçaktan uçuşuyorlardı.
İhsan, “Bırakırlar mı sana…” diye düşündü. “Alemin güpgüzel kızını hiç bırakırlar mı sana? Elinde bir lise diploman bile yok…Yarın askere gittin mi neferi merkumsun sağlam… O zaman insanı birinciye de bindirmezler. Bir de kalkmış elin beyzadeleri ile aşık atarsın.”
Briyantinli saçlarından ensesine süzülen yağmuru unutmuştu bile. İki kere arka arkaya hapşırınca aklı başına geldi: “Basıp gitsem ya artık, ne duruyorum?” diye kendine kızdı. Durak yerinde beş altı kiş tramvay bekliyorlardı. Onların arasına karıştı…
Fakat tam o sırada Melahat’ın karşı kaldırımdan, koşa koşa geldiğini gördü. Kız onu fark etmemişti. Kırmızı eşarbını başına şemsiye gibi tutarak caddeyi geçti, sinemanın sokağına saptı.
Onu görür görmez İhsan’ın kalbi küt küt atmaya başlamıştı. Fakat inadına ağırdan aldı. Heyecanını bastırmak için bir sigara yaktı. Sonra telaşsız, emin adımlarla sinemaya doğru yürüdü.
Melahat holde şaşkın şaşkın döneniyordu. İhsan’ı görünce uçar gibi geldi:
“Beklettim değil mi? Seni çok beklettim değil mi?” diye sordu. “Bilsen ne geldi başıma ”
İhsan
“Yoooo… Beklemedim,” dedi. Ve sigarasının dumanını kayıtsızca havaya üfledi.
Kız elini kalbine götürmüştü:
“Ay tıkanacağım,” dedi. “Öyle koştum ki… Tam hazırlandım çıkıyordum, halamın eltisi gelmez mi? Evde kimse olmadığından oturmak icap etti. Aklım hep sende… Kadın gitmez de gitmez. Ne ise güç halde yola koydum. Eniştemlerin önünden geçmemek için de çamurlara battım bütün.”
İhsan bunları kös kös dinledi. Kendini affettirmek için karşısında çırpınan bu burnu kızarmış kızı şimdi lakayt, sakin ve biraz da küçümser bakışlarla süzüyordu.
Melahat onun bu halinden işkillendi:
“Ne var… Niye bana öyle bakıyorsun?” dedi.
Genç adam,
“hiç…” diye cevap verdi.
Kız aradaki tatsızlığı dağıtmak ister gibi,
“Ne bekliyoruz? Girelim bari. Yarısından seyrederiz,” diyerek sinemaya doğru ilerledi. İhsan isteksiz isteksiz arkasından yürüdü.
İçeri girdiklerinde birinci film çoktan başlamış, hatta sonuna bile yaklaşmıştı. Programcı kadının aşağı doğru tuttuğu el lambası bir an için Melahat’ın uzun bacaklarını aydınlattı. Kızın ipek çorapları, püskürtme çamur içinde kalmıştı.
Kadın locanın kapısını üzerlerine kapayınca paltolarını çıkarıp yanyana fakat hayli aralıklarla oturdular. Melahat sert bir baş hareketiyle saçlarını arkaya atıp ensesine dökülen buklelerini kabarttı. Bu arada kollarını kaldırmış olduğundan locanın içinde taze bir ter kokusu dalgalandı.
İhsan put gibi oturmuş filmi seyrediyordu. Kız,
“Nen var kuzum bugün? Hasta mısın sen?” diye sordu.
İhsan başını çevirmeden,
“Hayır” diye cevap verdi.
“Bir şeye mi sıkıldın? Geciktiğime mi kızdın?”
“Yok canım ne münasebet!”
“Söyle rica ederim. Vallahi darılırım.”
Önlerindeki sıralardan bir adam başını kaldırıp onların locasına doğru baktı. Melahat sesini alçalttı:
“Ölümü öp söylemezsen, ne oldu? Biri sana beni mi çekiştirdi?”
İhsan cevap vermedi.
Perdede şimdi yüzü çilli bir çocuk babasına sarılmış, ağlayarak bir şeyler anlatıyordu. Melahat:
“Beni bugün surat etmek için mi çağırdın? Ben çıkar giderim,” dedi ve çıkıp gidebileceğini göstermek ister gibi asılı mantosuna baktı.
İhsan, gözü hep perdede olduğu halde,
“Bırak da filmi seyredelim!” diye söylendi.
“Ya öyle mi! Pekala…” dedi Melahat. Ve hiddetten soluyarak ayak ayak üstüne atıp sustu.
İhsan onun yüzünü görmüyordu, ama şimdi burun kanatlarının titrediğini ve sinirli sinirli dudaklarını kemirdiğini gayet iyi biliyordu.
İlk filmin sonuna kadar dargın gibi oturdular.
Işıklar yanınca Melahat her zaman yaptığı gibi gerisine büzülüp sırtını salona döndü. İhsan sigara içmeye dışarı çıkmıştı.Aralık kapıdan Melahat’ın kendisine baktığını görünce önünden geçen programcı kadının göğsünü iştahlı iştahlı süzdü. Locaya da inadına öbür film başladıktan beş dakika sonra girdi.
Kız uzun zaman hiç konuşmadı. Fakat bir ara İhsan’ın kendine bakar gibi olduğunu hissedince,
“Anlıyorum,” dedi, “Ben sana artık yük olmaya başladım. Beni nasıl atlatacağını düşünüyorsun. Üzme kendini. Bir daha buluşmayız olur biter.”
İhsan başını çevirdi. Bir şey söyleyecekti, vazgeçti.
Perdede ki Bing Crosby şimdi içli bir şarkıya başlamıştı. Melahat,
“Biliyordum zaten,” dedi. “Biliyordum artık benden usandığını…Zaten senin için gelgeçin biridir demişlerdi. Bende kabahat ki sana inandım, sana bağlandım.”
Birden küçük mendilini burnuna tutup ağlamaya başladı. Ön sıralardan birkaç baş arkaya çevrilmişti. İhsan,
“Deli olma, herkes bize bakıyor,” dedi.
Melahat,
“Bakarlarsa baksınlar, hiçbir şey umrumda değil,” diye ıslak bir sesle cevap verdi.
İhsan locanın karanlığında gülümsedi. Yanı başında kendi için ağlayan bu küçük kız şimdi ona perdedeki filmi de, salondaki seyircileri de, dışarıdaki dünyayı da bir anda unutturuvermişti. Kızı saçlarında kavrayıp “Sus artık, hadi sus!” diye kendine çekti.
Melahat’ın yaşlarla ıslanan dudaklarında bugün tuzlu bir erik çeşnisi vardı.
Haldun Taner