Art Gallery 1881, “Premier”adlı ilk sergisi kapsamında onlarca yerli ve yabancı sanatçının işini seyircisiyle buluşturdu. Pek çok sanat eseri Avangarde Collection Levent kapsamında 18 ve 19 Mart boyunca sergide boy gösteriyor olacak.
Fotoğraftan seramiğe, karışık teknikten heykele kadar uzanan geniş bir eser ağına sahip bu sergide işleri sergilenen Ema Bregović ile konuştuk. Yugoslavya asıllı sanatçıyla işlerinin arkasındaki motivasyonları, kullandığı malzemeleri, coğrafyanın sanatı üzerindeki etkisi ve sanatın sunduğu direnme biçimlerini tartıştık. Bugün içinden geçtiğimiz günlerde ihtiyacımız olan umut ile sanat arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çeken sanatçıyla söyleşimiz huzurlarınızda.
Öncelikle sanatla dolu bir aileden geldiğinizi biliyoruz. Babanız tüm zamanların en iyi dram filmlerinden birinin müziklerini yapmıştı. Böyle bir ailede yetişmenin kendinizi keşfetmenize ve sanatınıza ne gibi etkileri oldu? Bu etkiler her zaman olumlu muydu?
Küçüklüğümden beri sanatla iç içeydim. On iki sene bale yaptım, dans ettim; on iki sene de müzikle ilgilendim. Babamın müzisyen olduğunu biliyorsunuz, annem de inançlı bir Müslüman. Bu kadar çok kültürün eğitimimde iç içe geçmesi sanatımı kuşkusuz etkiledi. Sanatın çok fazla çeşidine maruz kalmak daha açık bir zihne sahip olmamı sağladı. Müzikten de besleniyordum, danstan da. Etrafımda beslenecek çok fazla kültür vardı. Güzel sanatlarda da yüksek lisans yaptım. Öğrendiklerim beni kesmiyordu. Müzik ise çok soyut kalıyordu. Kendimi ifade edebilmek için daha materyal şeylerle çalışmam gerektiğini fark ettim. Bu anlamda şanslıydım çünkü kendimi deneyebileceğim çok fazla olanağa sahiptim. Ama dediğim gibi müzik yeterli gelmiyordu. Sonra resim yapmaya başladım. Çok büyük resimler… Ne kadar büyük olursa kendimi o kadar iyi ifade edebiliyordum sanki. Daha sonra tuvalde farklı teknikler denemeye karar verdim ve en sonunda kendimi heykel yaparken buldum. Farklı malzemelerle çalışıp hepsini kendimi en iyi ifade edebileceğim biçimde bir araya getirebildiğim alan bu oldu.
Sanatın hem içsel hem de dışsal çok güçlü motivasyonları var. Bir sanatçının ilhamı nasıl ki çevresinden bağımsız bir şekilde neredeyse ilahi bir içsellikle ortaya çıkmıyorsa yine benzer şekilde o içsel motivasyon olmadan, sadece çevre şartlarıyla da meydana gelmiyor. Sizde bu motivasyonlar arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz? İçsel bir şeylerin birikiminin bir patlaması olarak mı görüyorsunuz kendi sanatınızı yoksa yaşadığınız bu dünyanın koşullarına verdiğiniz bir tepki olarak mı?
Etrafımızda durmadan bir şeyler oluyor gerçekten. Mesela artık olmayan bir ülke benim memleketim. “Nerelisin,” sorusuna verdiğim cevabın artık bir karşılığı yok dünyada, çünkü Yugoslavya diye bir yer yok. Ailemden bahsettim. Bir kısmı Bosna’da, ben ise Fransa’da yaşıyorum. Bunların elbette çalıştığım şeylerde bir karşılığı var. Bu kadar dinamik olan, her şeyin sürekli ve hızla değiştiği bir dünyada sanatsal üretim biraz da içe dönüp bunlarla bir şeyler yapmaya karar vermek gibi. Bazen bir fikir geliyor aklına, fakat onun henüz zamanı gelmemiş oluyor. Ne zaman değerlendireceğini ya da değerlenip değerlenmeyeceğini bile bilmiyorsun. O fikir orada öylece duruyor. Ya bir taslağını çiziyorsun ya bir yerlere karalıyorsun. Sonrasında etrafında durmadan bir şeyler olup bitmeye devam ediyor. Sen değişiyorsun. Yaşadıkların değişiyor. Öyle şeyler olup bitiyor ki artık dönüştüğün kişi bir noktada o fikri nasıl değerlendireceğini bilir konuma geliyor.
Sadece iç dünyada bir fikir olan bir şey, senin çevrenden, yaşadıklarından beslenerek bir sanat eserine dönüşüyor. Bu anlamda her şey yaratıcı bir güce sahip olabilir. Hepimizin fikirleri var. Mesela bu çatal, şu kaşık bir fikirden geliyor. Onun hangi malzemeden yapıldığı, ona hangi şeklin verildiği… Bunlar zamanla karşılığını buluyor. O fikirleri değerlendiren de işte bu, zaman. Çok hızlı olup bitiyor her şey ama hep bir yaratım gücüne sahip. Yolda yürürken gördüğün bir şey, yıllardır bekleyen bir fikri nasıl işleyeceğinin ipuçlarını verebilir. Yeni şeyler denemek, insanlarla konuşmak. Bazen ikinizin de anadili olmayan bir dilde birbirinizle anlaşmaya çalışmak… Gezmek, görmek, yeni deneyimler yaşamak, başka şeyler keşfetmeye çalışmak… Bu yüzden açık fikirli olmak çok önemli sanatta. Her şey yaratımın bir parçası olabilir. Tamamen bir süreç meselesi.
Balkan coğrafyası tarihin en çok acı çeken coğrafyalarından biri gerçekten. Bugün artık her ne kadar bir Avrupa Birliği üyesi bir ülkenin vatandaşı olduğunuz su götürmez olsa da memleketinizin bu kederli geçmişinden siz bireysel olarak nasıl etkileniyorsunuz ve yaşadığınız coğrafyanın bu iç içe geçmiş çoklu kültürünün sanatınızda nasıl bir karşılığı var?
Ülkem… Dediğim gibi, benim artık haritada bir ülkem bile yok. Savaş zamanı ailem yaşadığı toprakları bırakıp giderken çok fazla şey geride kalmış. Neredeyse her şey yok olmuş. Yanlarına alabildikleri birkaç fotoğraf dışında hiçbir anımız yok. Geriye dönüp bakmak istediğimde ne anılarım var ne de ülkem. Bu yüzden Yugoslavya benim için bir ütopya, bir ideal gibi.
Yani sizin için hayali, neredeyse kurgusal bir gerçekliği mi var?
Aynen öyle. Tarihe hiçbir şey direnemiyor. Zamana da öyle. Belki de bu yüzden sanayide işlenerek kullanılan ağır metallerle çalışıyorum. Belki de bu yüzden ortaya koyduğum eserler bu kadar büyük. Ne kadar büyük olursa ve ne kadar dayanıklı olursa, zamana o kadar direnebilirmiş gibi geliyor.
Örneğin bir müziği dinlersiniz, kaydını almazsanız uçar gider. Bir tuvale yahut kağıtlara karaladığınız herhangi bir şey yanarak kolayca yok olabilir. Belki de malzemeleri seçmemdeki motivasyonlar bile bu geçmişten kaynaklı olabilir. Kolayca yok edilmiş, ortadan kaldırılmış bir geçmişinizin olması, onu arayınca bulamıyor oluşunuz yaptığınız şeylere de yansıyor. Çünkü sanat bu zemini sağlıyor. Her şeyin bu kadar iç içe olduğu bir dünyada değişmeden kalmak zor ve zaten değişebiliyor oluşumuz bizi ve yaptıklarımızı değerli kılıyor. Hepimiz ölümsüz olsaydık muhtemelen hiçbir şey yapmaz, öylece sonsuzlukta süzülürdük. Bir şeyler yapmaya çalışıyor oluşumuz da bu değişimden ve gelip geçicilikten geliyor. İnsanların acılarına baktıkça onları unutmamak gerektiğini düşünüyorum sadece. Sanat aynı zamanda bu ortak hafızayı yaratmaya olanak tanıyor. Neredeyse ilkel bir güdüyle yaptığınız her şey etrafınızda olup bitenlerden besleniyor ve onları besliyor zaten. Böyle bir coğrafyadan gelmek, sanatsal etkinliği bu acıların daha az yaşandığı bir dünya tahayyül edebilmeye de yarıyor. Farklılıklarımız var. Olmak zorunda. Sanatı da güzel yapan bu zaten.
Bugün İngiltere’deki feminist hareket ile İran’daki ya da Tahran’daki feminist hareket bir olabilir mi? Bu insanların verdikleri kavgalar çok farklı. Herkesin eşit olabileceği bir dünya düşlüyoruz ama öyle bir şey olmayacak. Kavgalar hep farklı olacak. Mesela Russian Doll eserindeki burka için İsviçre’deki bir insan bambaşka bir yorum yaparken Suriye’deki bir kadın onu gördüğünde bambaşka şeyler düşünecek. Sanattan, yaratımdan bahsedebilmemizi sağlayan tam da bu farklılık zaten.
Peki öyleyse, her şey bu kadar farklıyken ve bu da bir anlamda iyi bir şeyken farklılıklarımızı kabul etme ve birbirimize tahammül etme konusunda sanat bize ne gibi araçlar sağlayabilir? Bir arada daha barışçıl yaşayabilmenin yollarını ararken sanattan nasıl yararlanabiliriz?
Bu çok güzel bir soru. Şöyle düşünelim, sanat artık eskiden olduğundan çok daha erişilebilir. Herkesin elinde bir kamera var ve internetin sağladığı sonsuz olanaklar söz konusu. Eskiden, sadece birkaç on yıl önce, kaliteli bir müzik dinlemek istiyorsanız en şık kıyafetlerinizi giymeniz, herkesin şık olduğu salonlara gitmeniz ve sadece belli bir zümrenin anlayabileceği bir dille, aslında oldukça sınırlı bir dille onun üzerine konuşmanız ve muhtemelen bunları yaparken de bir miktar canınızın sıkılması gerekiyordu. Nasıl derler, bence sanat o zamanlar biraz kibirliydi. Oldukça sınırlı bir kesime hitap ediyor ve orada da tıkılıp kalıyordu. Ama şimdi öyle değil. Hoş yine herkes için erişilebilir değil. Şimdi de maddiyata dayalı geçim sıkıntısı ve yine sınıf farkından dolayı sanat her ne kadar herkes için erişilebilir gibi görünse de insanların geçindirmeleri gereken bir evi, bakmakla yükümlü oldukları bir aileleri olduğu için bugün insanlar, şu sergiye gideyim kaygısı taşıyamıyor. Bunun için de eğitim ve toplu kalkınma gerekiyor. Evet, her şey elimizin altında ama biz bunları nasıl değerlendirebiliriz? Enerjimizi ne yöne akıtabiliriz? Bu soruları sorabilmek için bile bir zemin gerekiyor ve çoğu insan gerçek bir sanat eseri deneyimlemenin ne demek olduğunu anlama fırsatı bile yakalayamadan yaşayıp gidiyor. İran’dan, Suriye’den bahsettik. Bu kadınların başlıca kaygısı nasıl sanat ya da estetik deneyim olabilir? Öncelik meselesi biraz. İnsanların önce özgürleşmeleri gerekiyor. Bunun için sanat ancak sanatçısına olduğu kadar alımlayıcısına da sorumluluk yüklüyor. Yoksa insanların daha temel yaşam hakları söz konusuyken elbette bir Picasso tablosu karşısında büyülenmelerini bekleyemeyiz. Evet, yine aynı dönemde Da Vinciler otoriter figürler için eserler üretiyordu yalnızca. Ancak şimdi bu eserler her yerdeler. Fakat meselenin bu eserlerin bize neler katabileceğine gelene kadar halledilmesi gereken çok fazla şey var. Sanat bir ifade aracı olduğu kadar bu eğitim için de araç aslında. Yayılması ve maruz kalınması gerekiyor neler yapabileceğini görebilmemiz için.
Bütün bu gelişmeler kuşkusuz sanatı, yaratıcılığı daha demokratik bir hale getirdi. İstenildiği takdirde herkesin buna bir şekilde erişiminin olması elbette muhteşem bir şey. Fakat bu da neyin sanat olup olmadığına karar vermenin biraz daha zorlaştığı bir zemine çekmiyor mu bizi?
Elbette çekiyor. Üstelik çekmeli de. Bugün bu kadar sanattan bahsetmemizin ve ona bahsettiğiniz sorumlulukları yükleyebilmemizin sebebi de aslında sanatın bu sınırları sorgulanabilir hale getirme gücüne sahip olması. Sanatsal yaratıcılık öyle bir süreç ki, her şeyin mümkün olduğu bir düzlemde oluyorsunuz.
Sanki sınırlardan azade başka bir boyut gibi değil mi?
Kesinlikle öyle. Onu güzel ve hala geçerli kılan tam da bu zaten. Yıllarca başka sanat dalları denedim ve hâlâ deniyorum. Hiçbir konuda öyle keskin bir kanıya varılamıyor kesinlikle. Ama yine de yeterince efor sarf eden bir şekilde fark yaratabiliyor. Kesinlikle sınırsız gerçekten. Dediğim gibi, sadece bu sınırsızlık içerisinde birbirleriyle kesişen, karşılaşan, üst üste binen şeyleri seçebilmek ve bunu seçebileceğin bir yetenek geliştirmek gerekiyor bir şekilde.
Ürettiğin şeyi her yerde paylaşabilirsin bugün ve onun için harcadığın emek kesinlikle onu görünür kılacaktır. Yine sınırlar üzerine düşünmeye davet ediyor bak. Sınırları bu kadar düşünmek kesinlikle az önceki sorunun da cevabı. Çünkü düşündükçe aslında ne kadar geçirgen olduklarını fark ediyoruz bu sınırların. Evet, yaşadığımız dünyalar çok farklı olabilir. Ama sanat bizi birleştirebilecek yegâne zemin.
Kendinizi sanatsal anlamda tıkanmış yani artblockta hissettiğiniz veya bir daha hiçbir şey üretememekten korktuğunuz anlar oluyor mu?
Olmaz mı, oluyor tabii ki. Ama yaratıcılık da tam bu noktada ortaya çıkıyor zaten.
Yani yaratmak için bu kriz anlarına mı ihtiyacımız var diyorsunuz?
Elbette öyle. Yoksa bir formül bulur, her zaman onu uygular ve geçerdik. Ama sanatın herhangi bir iktidara hatta belki faşizme bile direnebildiği yer tam da burası. Benim mesela bazı işlerim yıllar alıyor. Hatta çoğu öyle. Dediğim gibi, seneler önce bir fikir beliriyor. Sonra ona uygun malzemelere dair bir şeyler belirmeye başlıyor. Süreç meselesi dediğim de buydu. Bir yerden sonra neredeyse ilkel bir güdü geliştiriyorsunuz. Hangi fikrin hangi medyumla daha iyi ifade edilebileceğine dair bilinçdışı bir yeti gibi. Tabii bu her zaman öyle otomatik işlemiyor tabii ki. Kendimi bu kriz anlarında hissettiğimde deniyorum. Öyle olmadıysa kendime biraz daha zaman verip başka şeyler deniyorum. Bir biçimde o kesişmeleri daha iyi tanıyabiliyor oluyorsunuz. Yine olmazsa başka bir işe geçiyorum. Sonuçta bu sınırsız bir alan gerçekten. O sınırsızlık içerisinde bir şeylere sınır çizmeye çalışmak bazen en zoru oluyor.
Üzerinde çalıştığınız eserin artık bitmiş olduğuna, onunla daha fazla işinizin kalmadığına nasıl karar veriyorsunuz? “Evet, bu eser artık tamam” gibi bir motivasyonla, artık onda kendinizi ifade edecek yeni biçimler bulamadığınızda mı yollarınızı ayırıyorsunuz yoksa bir yerde ondan vazgeçmek zorunda mı kalıyorsunuz?
Bence herhangi bir sanatçının yarattığı şeyin ‘tamam’ olduğunu düşünmesi imkânsız. Örneğin bir tablonuz bittiğinde, ona ekleyecek yeni fırça darbeleriniz olmadığı için bitmez ya da müzik besteliyorsanız “Tamam, bu parçanın son notası işte bu olmalı,” gibi bir şey söyleyemezsiniz. Bunun o nokta olup olmadığına karar vermek imkânsız. En fazla belli bir noktadan sonra Spotify’a yüklemekte sıkıntı çıkaracağı için ortalama belli bir uzunlukta tutmanız gerekiyordur. Çalıştığım işlerin çoğunun yıllarımı aldığını söylemiştim. Buradaki en eski işlerimin bile hala üzerlerinde değişiklik yapma ihtiyacını çok zor susturuyorum. Seneler önce bitirdiğim bir iş. Zaman değişiyor. Sanata yüklenen anlam değişiyor. Sizin de, seyircinin de ona olan bakışı değişiyor. Dolayısıyla aslında hiçbir sanat eseri her zaman tamamlanmış kalmıyor. Hatta sizin onunla olan işinize son verdiğiniz o ilk anda bile. Ben açıkçası yaptığı eserden memnun olan ve onun tamamlanmış olduğunu düşünen bir sanatçı düşünmek istemiyorum. Böyle bir düşüncenin sanatta yeri yok bence. Eklenecek daima yeni bir nota, o eseri daha tatmin edici hale getirecek son bir dokunuş daima vardır. Ama insan bir yerden sonra gerçekten de o ilkel güdüye sahip oluyor. Nerede bırakması gerektiğine karar vermiyor da seziyor onu daha çok. Bu yüzden bildiğimiz anlamıyla bir tatmin söz konusu olmuyor.
O zaman artık son sorumuza gelelim. Bugün bu sergideki işlerinizi belli bir temanın etrafında toplayarak mı seçtiniz? Öyle değilse neye göre karar verdiniz Türkiye’deki seyirciniz ile bu işleri bir araya getirmeye?
Buradaki işler üzerinde çok uzun zamandır çalıştığım işler. Çok zor zamanlardan geçiyoruz gerçekten ve bir şeylerin dayanıklı olduğuna ama yine de anlamının değişime daima açık olduğuna tanıklık ediyoruz. Mesela bu oyuncak ördekli çalışmam: Don’t Worry. Saraylara layık bir sunumla hazırlanmış bir ambalaj içindeki şeyin oldukça kıymetli olduğu izlenimini veriyor. Ama bize bu kadar süslü püslü sunulmuş her şeyin içi biraz hayal kırıklığı değil mi?
Bu esere bakan çoğu kişi mesajı bu kadar sanıyor ama Avrupa’daki bir direnişin simgesiydi ördek ve o ambalajın içine sızmış olmakla direnişi en olması gerektiği yere yerleştiriyor. İktidarın içine sızmış bir direnişten daha değerli ne olabilir ki? Tabii ki orada, etrafındaki paketin albenisine kanmadığı sürece. Ördek bu yüzden orada: Direncin ve umudun simgesi. Sanat da zaten bunu hatırlatmak için değil mi biraz da? Şimdi ismini veremeyeceğim bir Avrupa ülkesinde bir bakan sergime gelmişti. Bu eseri çok beğenip Instagram’a post attıktan sonra dakikalar içerisinde aldığı telefonda azarlanıp o postu kaldırmak zorunda kaldı. Her ne kadar kaldırmış olsa da iktidarın bir simgesi, devletin işlemesinde son derece etkili olan birinin hesabında kısa bir süre için bile olsa bu direniş kendine yer bulmuş oldu. İşte biz sanatçılar böyle bir ortamda eserlerimizi var ettirmeye çalışıyoruz. Faşizme direnmenin bir biçimi sayılır bu da. Bu işleri bana bunları hatırlattığı için Türkiye’ye getirmek istedim biraz da. Sanatın neler yapabileceğini ve malzemesi ne olursa olsun hala direnmeye devam edebileceğini göstermek için. Sonuçta o kadar korkup alelacele kaldırılan fotoğraftaki korkulan şey aslında sadece plastik bir ördekti. Bir plastik ördekle bile neler yapabileceğimizi göstermek için…