İnsan çoğunlukla bilgeliğin birikiminin yalnızca zihinde olduğunu düşünür. Halbuki tenimizin, ellerimizin ve eşyalarımızın hafızasındadır asıl bilgelik. Büyük yenilgiler ve bizim uzun tarihimiz… Zihnin dışındaki hafıza anlaşılamamış ya da yeterince fark edilememiş olabilir elbette. Uzun zamandır hissetmediğiniz ama özlediğiniz bir duyguyu düşünün: Yaşadığınız ve tekrar tekrar yaşamaya değecek olduğunu bildiğiniz kısacık bir an da olabilir bu. O anı yeniden hissetmeyi olağanüstü arzularsanız da yalnızca geçmişte kalan büyülü bir zamandır ve artık ulaşması neredeyse imkansız olan.
Yine de öyle bir anlama yetisi gelir ki aldığınız kitapta alt alta yazılan o iki dizeyle, hiç hesapta yokken izlediğiniz filmdeki o kareyle ya da alelade iki hayvanın vahşi oynaşmasındaki ilkel tutkuya tanık olduğunuzda, sizin, istediğinizde ulaşması neredeyse imkansız o geçmişteki duyguyu hissetmenizi sağlar. Birden. Aniden. Kısa bir süreliğine. Buna bir tür “Flashback” diyebiliriz. Eşyanın, insana hafızasını sunması-hatırlatması.
Yeryüzünde bedene aktarılmamış hiçbir enerji biçimi yoktur. DNA’mız anı ile bilinç birikimini kodlar ve aktarır; bu da insan hücrelerini zihinden çok daha yaşlı ve bilge yapar. Bilinç bir bakıma fizyolojik yapımıza kaydedilir. Yani her uzvun hikâyesi, anısı, bilinci vardır. Peki bu anıları nasıl çağırmak mümkündür? Burroughs “Bir şey kaydedilebiliyorsa değiştirilebilir,’’ der. O halde bu anıları çağırabiliyorsak değiştirmemizin de imkanı olabilir mi?
Tam bu noktada ruh bilimci Dr. Timothy Leary’ninde aynı soruya yanıt araması ve cevap bulmak adına denediği yöntem ve teknikler nedeniyle Harvard’dan atılması geliyor akıllara.
Psilosibin, LSD ve benzeri maddelerle zihinsel köprüler kurarak insan psikolojisinde oluşan deformasyonun, travmaların etkisini azaltmak adına çalışmalara ancak yeni yeni yasal bir şekilde devletler tarafından yürütülmesine izin veriliyorken Timothy bunu 1960’ların başında denemeye çalıştı.
Dönemin Amerikan Başkanı Richard Nixon tarafından ‘’en tehlikeli adam’’ olarak nitelendirilen bu tuhaf adam 1960’lı yılların sadece uyuşturucu gurusu değil aynı zamanda karşı kültür ve anti-otoriteryan bir kimlik haline gelmiş psikoterapisttiydi de.
Timothy Leary, Berkeley Üniversitesi’nden psikoloji doktorasını aldıktan sonra 1959 yılında Harvard Üniversitesi’nde dersler vermeye başladı.
1955’te karısı Marianne’nin intiharıyla sarsıldıktan sonra çocuklarıyla çıktığı ‘’Ölüm- yeniden doğum gezisi’’ adını verdiği İspanya gezisinin ardından 3 yıl sonra yaptığı Meksika seyahatinde meskalin ve psilosibin ile tanışmasının ardından Harvard’da çalışma arkadaşı Richard Alpert ve gönüllü öğrencileriyle başlattığı LSD araştırma programında psikolojik travmaların, alkolizmin ve şizofreninin anlaşılmasıyla ile birlikte tedavilerini araştırdı.
Fakat diğer çalışma arkadaşlarının ve üniversitenin bu deneylerin ‘’güvenlik sorunu’’ yarattığı düşüncesiyle çalışmaları durdurularak Harvard’taki görevinden uzaklaştırıldı. Yine de zihnin çalışması, vücudun işleyişi ve beyin yapısına olan merakı onu durdurmadı.
Madde değiştirmenin bilişe, maddenin algıya, duygu ve zihin bazında kişiyi nasıl etkilediği hakkındaki derin ilgisiyle üniversite dışarısında çalışmalarını yürütmeye devam etti.
Timothy’nin kişisel notlarını ve Allen Ginsberg, Cary Grant, Aldous Huxley, William Burroughs, Jack Kerouac ve Arthur Koestler’la ilgili kayıtlarını okuduğumuzda, meskalinin ve diğer psikoaktif maddelerin yazarlar, aktörler ve yaratıcı zihinler üzerinde yanılgı-gerçekçi görüntüler oluşturmada, hafızada ileri geri yolculukların yapılarak oluşturulan çeşitli deneyimlerle cevaplar üretmek ve görünen yaşamın içindeki özü bir bakıma çıkartıp dönüştürmek merakı olduğu fark ediliyor. Ve çalışmalarının nasıl etkiler uyandırdığını görmek isterseniz kendisinin yazdığı ‘’politics of ecstasy’’ kitabını ya da Aldous Huxley’in Algı Kapıları’nı; Beat Kuşağı yazar ve şairlerinin tüm kitaplarını derilemesine incelemenizde fayda var.
Timothy’nin de dediği gibi ‘’Turn on, tune ın, drop out.’’