Çeşitli dergi ve web sitelerindeki yazılarıyla tanıdığımız gazeteci ve yazar Ayça Güçlüten, 2014 yılında Uykusuz, 2016’da da Oda kitaplarıyla okur karşısına çıkmıştı. Son kitabı Disko Topu ise geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. “Öteki”nin hikâyesini bilindik can sıkıcı ve tedirgin edici atmosferinden çıkarıp ironik bir üslupla içtenlikle anlatan Güçlüten’le Disko Topu üzerine söyleştik.
Klasik girişle başlayalım. Kitabın ortaya çıkışından, yazım sürecinden bahsedebilir misiniz?
Üç yıl önce tek kişilik bir tiyatro oyunu yazma fikriyle ortaya çıktı. Aslında oyuncu arkadaşım benden sürekli bir kadın hikâyesi istiyordu ve bu konuda kendime güvenim yoktu. Bir çocukluk anısı aklıma düştü; sokaklarda gördüğüm bir kadın. Ona bir öykü kurmak istedim. Arkadaşımla metni okuduk. İkimizin de içine sinmedi ve romanlaştırmaya karar verdim. Yazım süreci oyundan romanlaştırmaya giden bir yolculuktu. Mesele dili kurmaktı ve önemli bir derdim de okur ve kahraman arasından tamamen çekilebilmekti. İlk defa bir kadına yoğunlaşarak yazmak da benim için üstünde incelikle çalışılması gereken başka bir kalemdi. Bunlar süreci bazen sancılı bazen de gerilimli kıldı. Ama güzeldi.
Kitabın daha ilk cümlelerinden itibaren kendini hissettiren bir ritmi var. Cümleler, kelimeler hem akıcı hem de tempolu bir şekilde kurulmuş. Yazmaya başladığınızda bunu da dikkate alarak mı oluşturuyorsunuz cümlelerinizi, kurgunun ardılı gibi görüp bilinçli kelime/cümle tercihleri mi yapıyorsunuz? Bu bazen kurguya dahil oluşunuzu aksatan bir şey oluyor mu ya da? Yoksa kendiliğinden gelişen bir üslup mu?
Olaylar örgüsünden önce karakterleri çalışıyorum, kendileriyle tanışmak ve yakınlaşmak için. Sanırım bahsettiğiniz ritm bu yöntemden kaynaklanıyor biraz da. Yani aslında karakteri oluşturduğunuzda metnin temposu belirmeye başlıyor. Bu tempo elbette ruh halleri, iniş çıkışları, nefes alış veriş şekli ile ilgili ama en çok da yaşamı algılama hali ve görme biçimleriyle. Şunu yaşadığımı inkar edemem: Olaylar örgüsü akarken çok da planlı hesaplı olmayan bir şeyler söylemek istiyor karakter/yan karakterler. Aslında kurguya aykırı bir tutumdan bahsediyorum. Bu anarşiye karşı koymuyorum ben de. Metni bir noktadan sonra siz yönetemezsiniz zaten. Bunu da şuna benzetiyorum: Orkestra şefisiniz belki, bazı müzisyenler yanlış notalara basarsa basar ama müzik hâlen vardır, deforme olsa da devam eder.
Başkarakterin gözünden izliyoruz olanları. İç dünyasına da aşina oluyoruz okudukça. Rüya ve masalların gerçek dünyayla iç içe geçtiği, zaman ve mekân geçişlerinin sık yaşandığı bir hikâyenin içine giriyoruz. Çoğunlukla da çocukluğa, geçmişe dönüşle karşılaşıyoruz. Kaçış noktasının çoğunlukla çocukluk ve anılarına olmasının nedeni masumiyete, temizliğe özlem olarak nitelenebilir mi?
Olabilir. Çocukluğu önemli; bir yanıyla hasret, bir yanıyla yara. Çünkü hem her şey orada başlıyor ve bitiyor, hem de bir çocuk nedeniyle hayata bağlanmaktan başka seçeneği olmadığına inanıyor.
Bu geçişlerde ve hayali dünyalarda doğaya da bir dönüş söz konusu, tekrar tekrar gidilen bir orman ya da olmadık zamanlarda dikkat çeken bir gökyüzü var örneğin. Daha olumlu ve umut dolu bir atmosfer yaratılıyor doğada, karanlık konular ele alınırken bile. Doğanın sağaltıcılığına inancınızdan kaynaklandığını söyleyebilir miyiz bunun? Ya da nedir başkarakterin sürekli doğaya dönüşünün nedeni?
Aslında doğanın yine çocukluğundan gelen seslerde bir yeri olduğunu anlıyoruz. Doyasıya yaşanamamış, sadece anlatılmış ve bir tabloda tasvir edildiği haliyle zihnine kazınmış bazı manzaralar var. Doğanın sağaltımına inanırım ama baş karakterin böyle bir inancı yok. Onun dünyasında ütopya ve distopya tuhaf şekilde çok yakın mesafede iki ülke ve korkusuzca birinden diğerine yolculuk ediyor.
Karakterlerin adları genelgeçer kavramlar ya da toplumsal rollerle, bazı fiziksel özelliklerle oluşturulmuş: Küçük, Komşu Kadın, Adam, Patron, Yakışıklı… vb. Karakterlerin zihnimizde duygusal ve fiziksel yönden tam olarak netleşmemesi ancak eylemleriyle karşımıza çıkması toplum rollerinin bir temsili olduklarını mı gösteriyor? Belirli bir karakter, kişi değil de toplumda karşılaştığımız, örneklerini bulabildiğimiz herhangi biri olmasına vurgu yapmak mıydı amacınız?
Sistemin koyduğu isimler bunlar ya da sistemin bizi basitleştirme, kimliksizleştirme çabasının sonuçları diyelim. Toplumsal rollerin öne çıkması bizleri birbirimize karşı yabancılaştırıyor. Siz beni, ben sizi ‘gerçekten’ tanıma, anlama, karşılıklı derinliklerimize sızma arzusunu köreltme noktasına getiriyor. Hikâyede ana karakterin duygusuyla da ilgili tabii bu isimler.
“İnsan ziyandır,” diyorsunuz. Ancak başkarakter, yaşadığı onca kötülüğe, zalimliğe rağmen, biraz umarsız ve kontrolsüz de olsa, hayatına ve evine yeni insanlar almaktan geri de durmuyor. Her şeye rağmen inanmak isteği midir bu yoksa tamamen kayıtsızlık ve kötülüğün sıradanlığına alışmak diyebileceğimiz bir ruh hali midir?
Kimse yalnız kalmak istemez. Seçilmiş yalnızlıklar tamam ama bitmeyen, kuyu gibi bir yalnızlık kimseyi mutlu edemez. Hele yaralı insanlar, her ne kadar yalnızlığı tercih ediyorlar gibi görünseler de insan isterler. Başkarakterin de hayatında sürekli birileri oluyor. Bunu bazen kendisi istiyor, bazen de istemi dışında giriveriyorlar yaşamına. Bir tür kayıtsızlık ve kötülüğün sıradanlığına alışmak da denebilir mi? Neden olmasın? Bazen biz de bu ruh haline bürünüyoruz bence.
Komşu Kadın’ın, başkaraktere nöbet geçirten mektubu kötülüğün tam bir temsili gibi. “Güya sen kurbanmışsın falan bir şeyler dediler ama ben yemem, bilmez miyim seni,” diyor. Bir anlamda, sicili kötü kabul edilen, “temiz” görülmeyen insanlara toplumun bakış açısını yansıtıyor. Ancak bir kadın eleştirisi olduğundan da söz edebilir miyiz bu noktada? Belli bir kesimde, bugün bile bazı olaylarda toplumun genel refleksi olarak gördüğümüz bu sözler, “Kadın kadının kurdudur”un bir örneği midir?
Bir kadın eleştirisi gibi bir niyetim yoktu. Kendine, yaşama, insanlığa körleşmiş, kendi canı acıtıldığı için can acıtmayı kendine hak görmüş biri Komşu Kadın. Elinde avucunda olan tek şeyin doğurganlık olduğunu düşünen ve buna sahip olmadığı için yaralı bir kadın. Anneliği de başkarakterin ‘hakketmeden’ elinde tuttuğu bir güç olarak görüyor. Ağrına gidiyor, adil bulmuyor bunu. Kötüleşiyor mu? Evet.

Ayça Güçlüten
Küçük, karakterimizin hem umudu hem de en büyük kederi hikâyenin başından sonuna. Bir parçası onun ve bu nedenle gücünü aşan bir konuma soksa da kendini, bir şekilde onsuz yapamıyor, ona dair inancını diri tutuyor. Küçük içinse durum daha farklı, daha zalimce. Küçük, aslında karakterin hep karşılaştığı ve mücadele etmek zorunda olduğu, yerleşik toplumsal algıların bir temsili diyebilir miyiz bu anlamda? Küçük’e karşı sürekli kendini kabul ettirme, sevdirme mücadelesini bu şekilde okuyabilir miyiz?
Yaşamaya devam etmesinin tek nedeni Küçük. Ona halen hayatta olduğunu ve hayatta kalması gerektiğini anlatan tek canlı Küçük. Anneliği, toplumun tanımladığı haliyle değil ‘kendince’ tadıyor ve yaşıyor. Küçük tarafından sevilmek çok önemli onun için, onun ‘toplum’u Küçük çünkü.
Nene, Campbell üzerinden gidersek, aslında erginlenmemize yardımcı olan bir bilge konumunda. Birebir karşılaşmıyoruz kendisiyle ancak sözleri, nasihatleri, başkaraktere gönderdiği yardımcılarıyla elini hiç çekmiyor onun üzerinden. İstenilen etkiyi yarattığı, karaktere bir aydınlanma yaşatıp maceraya atılmasını sağladığını da söyleyemeyiz tam anlamıyla; karakter çok dirençli bu anlamda umutsuzluğa. Nedir Nene’nin hikâyedeki asıl önemi? Karakterinize çoğu zaman kabul ettiremeseniz de; bir şekilde umudun varlığı, hayatın ille de devam edeceği inancı mıdır okura sezdirmek istediğiniz?
Nene, başkarakter için tutunduğu tek sevgi ve inanç kaynağı; kendisini koşulsuz sevdiğine inandığı tek varlık. Sadece ona inanıyor. Aslında ‘biri’ olduğunu Nene sayesinde hatırlıyor. Geçmişte yaşadıklarına katlanmasını sağlayan, yalnızlığına ses, umut olan insan da o.
Keskin, karanlık ve çoğu zaman rahatsız edici konular ve olayları daha ironik bir üslupla ele alarak kimi zaman trajikomik bir anlatı koyuyorsunuz ortaya. Daha okunur ve katlanılır kılıyorsunuz kötülükleri ve çirkinlikleri. Son dönem ya da bazı genç yazarlarda da karşılaşmaya başladık bu üslupla. Bunun nedeni nedir? Yeteri kadar çirkinliğe, kötülüğe maruz kaldığımız dünyada her şeyi olduğu gibi aktarmak artık okuru, bireyi uzaklaştıran, rahatsız eden bir hal mi aldı yoksa biraz da çağın ve yeni jenerasyonun dünyasına dahil olmak adına gereklerden biri mi?
Dikkat etmeye gayret ettiğim tek şey, istismardı. Duygu sömürüsünde kaçmak için bahsettiğiniz üsluba başvurdum sanırım. Biz, siz, onlar gibi ayrımlardan da kaçınmak istedim. Dilerim becermişimdir.
Şu an üzerinde çalıştığınız bir metin var mıdır, okurlarınız sizinle ne zaman tekrar buluşma imkânına sahip olacak?
Var ama nefes alan bir metin değil henüz. Disko Topu’ndan da önce çalışmaya başlamıştım. Ancak zamana ihtiyacım var.
Son olarak, bir Ne Okuyorum? klasiği olarak, birkaç kitap tavsiyesi alabilir miyiz sizden? Son dönem okuduklarınızdan gözünüze çarpan, gözden kaçmaması gerektiğini düşündüğünüz kitaplar nelerdir?
- Kırmızı Kitap – C.G.Jung
- Tanrım, O Kadar Güzelsin Ki Yağmur Başladı – Richard Brautigan
- Dişlerimin Hikâyesi – Valeria Luiselli
- Slavoj Zizek Sinema Seti – Tarkovski, Lubitsch, Lynch, Kieslowski, Hitchcock, Matrix
- Örümcek Ağında Çırpınma – Melike İnci