Adolf Eichmann, Yahudilerin toplama kamplarına aktarılmasını sağlayan bir Alman subayı. Savaştan sonra İsrail’in Mossad ajanları tarafından yakalandı ve İsrail’de yargılanıp idam edildi. Sorgular sırasında ona “Şahsi vicdanını terk mi etmiştin?” diye sorulduğunda “Evet, öyle de diyebiliriz” şeklinde cevap verdi.
Yukarıdaki görüntüler Eichmann’ın İsrail’deki sorgusuna ait. Eichmann müthiş bir bürokrat ve Hannah Arendt’in deyimiyle korkunç derecede normal biri. Yahudileri toplama kamplarına aktaran tren harekete geçtiğinde onun işi bitmişti, kendi deyimiyle o sadece işin küçük bir bölümünden sorumluydu. Eichmann sadist, canavar ya da vahşi değil tam tersine son derece normal, işini yapan bir bürokrattı. Hatta Eichmann’ın Yahudilere karşı özel bir nefreti de yoktu, yalnızca işini çok iyi yapıyordu.
Milgram deneyi de insanların güç ve otorite karşısında onlara söylenen şeylere, kendi vicdan ve mantıklarına uymasa dahi, itaat etmeye yaktın olup olmadıklarını ölçmek için yapılan deneylerin bütünüdür. Stanley Milgram bu deneyi insanların otoriteye nasıl boyun eğdiklerini anlamak için yapmıştır. Deneyde üç kişi yer alıyor; aktör, denek ve araştırmacı. Araştırmacı sorumluluğu alan güç, otorite. Deneğin görevi araştırmacıdan gelen emirleri yerine getirmek. Aktör de bu deney için rol yapan ve sözde elektriğe maruz kalan kişidir. Deney sırasında insanlar yaptıkları işlemin sonuçlarını, elektriğin her seferinde artarak aktöre vereceği zararları bilmektedirler. Ancak yine de tereddüt ettiklerinde araştırmacı sorumluluğun kendilerine ait olduğunu ve onların sadece düğmeye basması gerektiğini söylediğinde otoriteyi reddeden kişi sayısı çok azdır. Yani deneydekiler tıpkı Eichmann gibi yalnızca görevlerini yerine getirmişler ve bu sırada da şahsi vicdanlarını terk etmişlerdir. Buradan Milgram’ın “agentic state” yani aracılı durum dediği teori ortaya çıkmış. Yani kişiler o sırada başkalarının dediklerini yaptıkları için kendilerinde bir sorumluluk görmezler. Kısaca “benim suçum değildi bunu yapmam söylendi, böyle emir verildi, görevim buydu” gibi bir bakış açısı ortaya çıkar. Burada da Hannah Arendt’in dediği “kötülüğün sıradanlığı” kavramsallaştırmasını düşünmek gerekir. Gerek Nazi subayları gerekse Milgram deneyinde karşısındakilere elektrik verenler, hepsi sıradan insanlardır. Radikal olansa iyiliktir, iyiliği seçmektir.
Yaratılan atmosfer, yukarıdan verilen emirler, makamlar, prosedürler hepsi agentic state için gerekli ortamı oluşturur ve sorumluluk bireyden çıkar. Örneğin meslekler de birer kılığa bürünmedir ve hegemonya bu şekilde işler. Bu noktada karar verilmesi gereken tercih anlarında iyiliği seçmek önemli ve zor olandır. İyilik ve kötülük tercihlerimizin sonucunda ortaya çıkar ancak sanılanın aksine ne kötülük münferit olaylardır ne de kötülüğü seçenler vahşidir. Gündelik hayat içerisinde agentic state ile bir nevi pasif moda alır insanlar kendilerini ve eylemlerin iyi veya kötü sonuçlarını düşünmeyip “görevlerini yerine getirirler”. Sanırım bireyin etkinliğini, aktifliğini kaybetmemesi, başkasını etkileyebilecek her kararını, davranışını sorgulamasından geçiyor. Örneğin Eichmann “ben 6 milyondan fazla insanın ölümüne neden olma sorumluluğunu alabilir miyim?” diye sorgulasaydı ya da Milgram deneyindeki insanlar “ben tanımadığım birine öldürücü seviyede elektrik verebilir miyim?” deseydi aynı kararları verirler miydi bilmiyoruz. İyilik ve kötülük doğuştan gelen davranışlar olmaktan çok uzak. Çok basit bir şekilde 6 milyon kişiyi ölüme götüren trenleri kontrol edebiliyorsunuz. Tam da bu basitlik nedeniyle karmaşık iyilik ve kötülük. Sürekli davranışlarımız üzerine sorgulayıp, kendimize dışarıdan bir göz olarak bakmazsak her an kötülük yaparken bulabiliriz kendimizi. Bunu bir alışkanlığa dönüştürüp sürekli “şu an ne yapıyorum ve yaptığım şey kimi, nasıl etkiliyor?” diye sorgulamak gerekiyor. Modernitenin öğütlediği gibi kontrol ve disiplin sahibi olmak birey olabilmenin ve davranışlarının sorumluluklarını almanın yegane anahtarı.
Eichmann’ın fotoğrafına defalarca baktığımı hatırlıyorum. Ürkütücü derece herkese benziyor. Kötülük yapan insanlarda anormallik arıyoruz. Neden böyle olduğunu bize açıklayacak bir şey. Sonra yaptığı kötülüğü kişiliğine bağlayarak kendimizi rahatlatıyoruz. Çünkü kimse Eichmann gibi kişilerin aslında bizden farkı olmadığını ve her an yeni Echmann’lar çıkabileceğini, dahası kendinin de bir Eichmann’a dönüşebileceğini bilerek yaşamak istemez. Neyse ki kötülük ve iyiliğin ikisi de birer alışkanlığa dönüşebilir. Bu nedenle hem bireysel hem de toplumsal boyutta kötülüğün alışkanlık haline gelmesi ve meşrulaştırılması da yeni kötülüklere kapı aralar. Toplumsal olarak çürüme ve çöküş de bu şekilde başlıyor diyebiliriz. Birey olmayı başarıp kararlarımızın sonuçlarını da kabul edebilirsek kötülüğün sıradanlaşmasını bir nebze de olsa yavaşlatabiliriz. Kendi davranışlarımızı üçüncü bir göz gibi sürekli izler ve kontrol altında tutarsak birilerine öldürücü dozda elektrik vermekten çekince duyabiliriz. Aksi halde Eichmann’ın kontrol ettiği trenlerle toplama kamplarına gönderilen insanların torunlarının nasıl birer Eichmann’a dönüşebildiğini hepimiz görüyoruz.
Kötülüğün bu kadar sıradan olması ilk başlarda çok korkutucu gelebiliyor. Fakat bunun iyi tarafları olabilir çünkü bu kontrolün hala bizde olduğunu gösterir. Kötülük de yapsak iyilik de yapsak kendi tercihlerimiz sonucunda yapmış olacağız. Gündelik hayatta agentic state, sorumluluğun bizden çıkması gibi nedenlerle oluşan atmosfer sonucunda kötü diyebileceğimiz bir davranışta bulunmuş olabiliriz. Önemli olan bunu fark edip tüm sonuçlarını kabul etmek ve davranışlarımızı gözden geçirmek. Sonuçta Eichmann trenlerle birlikte içindeki milyonlarca insanı kamplara göndermeme tercihinde bulunabilirdi.