“Kötülük, savaşla veya totaliter ideolojilerle sınırlı değildir. Bugün, kendisini daha çok, başkalarının acılarına tepki göstermemekte, ötekileri anlamayı reddetmekte, duyarsızlıkta ve gözlerin sessiz, ahlaki bakışlardan çevrilmesinde ortaya çıkmaktadır.”[1]
Ahlaktan söz ettiğimizde “bilgi”ye değinmemiz gerekmektedir. Sokrates’e göre erdem bilgidir ve bilen insan ahlaklı olur, iyi yapar, mutlu ve etik bir yaşam sürer. Ancak insanı mutluluğa ulaştırabilecek asıl bilgi iyinin ve kötünün ne olduğu bilgisidir. Erdem ve bilme meselesi ahlakı beraberinde getirse de kendiliğinden gelişen ya da doğuştan gelen bir şey değildir. Erdem, bilgi yani dolayısıyla ahlak ölçülü olmayı, dengeyi ve kendini bilmeyi gerektirir. Kendini bilme meselesi de ahlak konusunda Sokrates’ten bu yana tartışılan bir konudur.
Birey kendini bilmek adına çaba göstermeli ve egzersiz yapmalıdır. F.W Foerster da ahlaklı olmayı çaba gerektiren bir olgu olarak görmektedir. Bu egzersizler “askese” olarak tanımlanır; arzulara, isteklere karşı çabuk karar vermemeyi, düşünmeyi, yeri geldiğinde onlara karşı çıkabilmeyi ve bunu gündelik hayatta her karar anında tekrarlamayı ifade eder.
Gündelik hayat ve karar alma meselesi kendini bilmenin ötesinde spontane ile de ilişkilendirilebilir. Spontane kendiliğinden gelişir, doğallık barındırır ancak kontrolsüz değildir, içinde bulunulan o ana en uygun davranışı seçmektir. Bu nedenle spontanite ahlakla ilintilidir. Ancak gündelik hayatta yaşadığımız kaygılar spontanitenin önüne geçer.
Ahlaklı olmanın ne olduğuna dahası ne olmadığına yönelik bazı ön kabullerimiz neticesinde davranışlarımızı şekillendirmeye çalışırız. Ancak insanların özünde iyi olduğu sadece bazılarının acımasız olduğu ve kötülüğün hep diğerlerinin başına geldiği ve hep cani, olağan dışı insanlar tarafından gerçekleştirildiği düşüncesi büyük bir yanılgıdan ibarettir. “Kötülüğün belirgin formlarına sahip zamanlar şanslıymış. Bugün artık ne olduklarını ve nerede bulunduklarını bilmiyoruz”[2] diye aktarır Leonidas Donskis. Kötülüğün şeytanlaştırılması insanı rahatlatan bir durumdur zira ahlaksızlığı ve kötülüğü münferit olaylar olarak algılamaya olanak sağlar. Ancak Arendt ve Milgram bunun temelsiz olduğunu gösterdiler. Sıradan her insanın kötülük potansiyeli barındırması ve otorite ve güç karşısında itaate yatkınlığı kötülüğün sıradanlığını göstermektedir. Öte yandan gündelik hayatta büründüğümüz kimlikler/maskeler (meslekler, makamlar, prosedürler de bunlardan bazılarıdır) Milgram’ın sözünü ettiği “agentic state” için uygun koşulları, atmosferi oluşturur ve sorumluluk bireyden çıkar.
“Kötülük dişsizdir ve her yere yayılmış haldedir. Maalesef acı gerçek, tüm normal ve sağlıklı insanların içinde pusuya yatmış olduğudur.”[3]
Köklerini 16. yüzyıla götürebileceğimiz modernizm gelenekselden kopuşu temsil ederken ahlaklı olma konusunda da değişimler yaşandı. Bireyin de tümden değiştiği modernitede ahlaklı olan üreten, çalışandır. Modernite insan aklına, bilime, ulus-devlete büyük önem verirken gerçekliğin de bilim tarafından inşa edildiğini kabul eder. İnancın kişisel alana taşınması, insanın aklıyla daha iyi bir gelecek yaratabileceği fikri, sürekli ilerleme ve kentleşmeyle beraber bireyin düşünce yapısında da önemli değişimler yaşanacaktı. Her zaman daha iyi bir yaşamı savunan modernitenin bir diğer ideali de insan haklarında da daha ileri gidilmesiydi. Ancak bireye atfedilen değere rağmen insan hakları ve ahlaklı olmak adına pratikte arzu edilen şekilde ilerlemediği görülecek ve modernite eleştirileri başlayacaktı. Teoride modern özne herkesin iyiliğini düşünen, evrensel insan haklarına göre davranan, özgür düşüncesiyle güzel, iyi ve doğru olana ulaşan, akılcı ve tutarlı özneydi. Fakat ideallerin gündelik hayatta pratiğe dönüşmemesi modernite eleştirilerini doğurdu. Modern etik normatiftir ve modern etiğe göre insanlar olaylara karşı kendi benlikleri ile değil belirli yöntemler (akılcı düşünme yöntemleri; nesnellik gibi) ile karar almalıdırlar çünkü modern hayat insan aklıyla daha iyi ve doğru bir hayatın seçebileceğine yönelik yanılgı içerisindeydi.
Öte yandan postmodernitenin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması ile beraber iyi-kötü ya da ahlaklı-ahlaksız karşılaşmasında yeni boyutlar ortaya çıkmıştır. Modernitenin normatif etiğinin reddini içermektedir. Üretim şekillerinin değişmesi (fordizmden post fordizme geçiş) üretim kapasitesinin artması, tüketim şekillerinin değişimini de zorunlu kılmıştır. Postmodernizm ile birlikte bireyler temel ihtiyaçlardan farklı ihtiyaçlar içerisine girmişlerdir (yapay gereksinimler – suni ihtiyaçlar). Dolayısıyla yaşam tarzları ve toplumsal kimliklerini de kapsayacak geniş alanda bir tüketim kültürünün ortaya çıkması söz konusudur.
Değişen üretim şekilleri farklı hayat tarzları ortaya çıkarmıştır. Sistem içerisinde olmanın tek yolu sistemin üretmiş olduklarını tüketmekten geçer. Metalaşan toplumda geleneksel değerler çözülmekte her şey parasal değerlere indirgenmektedir. İnsanlar arası ilişkiler paranın başrol oynadığı metalar aracılığıyla kurulan ticari ilişkilere dönüşmektedir. İnsan tüketerek var olmakta, ne tükettiğine göre kim olduğu belirlenmektedir. Tüketim kültürü maddi-somut şeylerin yanı sıra manevi-soyut şeylerin tüketimi şeklinde de yorumlanabilmektedir. Postmodernizm ve tüketim döngüsü içerisinde yozlaşan ve tersine dönen özne-nesne ilişkisi ben’in yitimiyle sonlanmakta ve modern öznenin değer yargıları, evrensel etik yasaları, normatif ahlak öğretisi silinmektedir. Adiyaforileşme yani ahlaki değerlendirmelerin alanından muaf tutulma gündelik hayatın merkezindedir ve ahlaklı olmanın kendini gösterdiği karar anlarını alt üst etmektedir. Dolayısıyla antik çağdan günümüze gelen “kendini bil” felsefesi yerle bir edilmiştir.
Davranışların adiyaforileşmesini çağımızın en hassas sorunlarından biri olarak görülür. Sebepleri çeşitli: Araçsal rasyonalite; kitle toplumu ve kitle kültürü, yani her an ve her saniye bir kalabalığın içinde olma (sadece interneti ve televizyonu düşünün); kişinin ruhunda kalabalıkların yatması… Dolayısıyla bizim yaşamlarımızla ilişkilendirmediğimiz şeyler bizi için önemsizleşir. “Başkalarının başına bir şeyler gelmektedir ama bizim değil. Bizim başımıza gelemez.” “Her gün gösterilen şiddet, şaşırmanın ve tiksinmenin ortaya çıkışını engeller. Bir yerde alışırsınız.”[4]
Toplumsal bağların aşırı bireyselleşmesi, parçalanması ve duyarlılığın büyük oranda azalması ahlaklı olmanın ne olduğuna dair tartışmaları yeniden gündeme getirmektedir. Çünkü ahlaklı olmak toplumsal düzen içerisinde karşılıklı gerçekleşen bir durumdur aksi halde “toplum içerisinde bazıları ahlaklı davranır bazıları da davranmaz” diyerek ahlaklı (dengeli, tutarlı, düşünerek ve sorgulayarak davranma hali) özneleri “aziz” konumuna getirmiş ve bu sefer de ahlaklı olmanın münferit bir şey olduğu düşüncesine varmış oluruz. Oysa ahlaklı olanlar da tıpkı kötülük yapanlar gibi olağandışı özneler değildir. Her çağda farklı bir ahlak kuramı tartışmaya konulsa da kendini bilme ve sorgulayarak karar verme, düşünerek davranma hali hangi çağda olursa olsun ahlaklı ve doğru olana ulaştıracaktır.
[1] BAUMAN, Zygmunt & DONSKIS, Leonidas, Ahlaki Körlük – Akışkan Modernlikte Duyrlılığın Yitimi, (Çev: Akın Emre Pilgir), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2020 (s. 17)
[2] a.g.e (s. 18)
[3] a.g.e (s. 18)
[4] a.g.e (s. 53)