Tiyatro ve sinema oyuncusu Levent Üzümcü ile Türk tiyatrosu üzerine konuştuk.
–Son yıllarda tiyatroda belirgin bir değişim görünüyor: Tek kişilik oyunların ve anlatıların artışı. Sizce bunun nedeni nedir? Ayrıca romanlardan, hikâyelerden, şiirlerden mekân olarak yararlanılmasındaki artışın sebebini de soralım size.
Aslına bakarsanız hikâyenin ekonomik boyutu var. Bir ekibi toplamak, Türkiye’nin bu şartları içerisinde ekonomiyle bağlı olarak çok zor. Çünkü çok fazla şekilde televizyon dizisi çekiliyor, sinema filmi çekiliyor ve bu noktada ödenekli tiyatroların programları da oldukça yoğun. Böyle olduğu zaman bir ekibi bir araya getirebilmek, tiyatro çok pahalı bir iş olduğu için hem maddi olarak mümkün değil hem de aynı zamanda stratejik olarak mümkün değil. İnsanların saatlerini, provaya katılımlarını… İnanın bana dört kişinin üzerinde bir oyun yapabilmek Türkiye’de çok zor artık. Onun için de hikâyeye biraz böyle bakmak lazım.
Eğer Türk tiyatrosundaki değişimi sadece tek kişilik oyunlara yönelmede bir yoğunluk olarak görüyorsak bu tabii sınırlı bir bakış da olur aynı zamanda. Hiçbir şey yerinde durmuyor. Tiyatro da değişiyor, farklılaşıyor, konular farklılaşıyor, oyunculuk standartları farklılaşıyor… Örneğin eskiden tiyatro çok fazla altı çizili oynanan bir şeydi. Daha büyük oynanıyordu. Aktörler duygu durumları ifade edebilmek için daha büyük duyguları, daha büyük hareketleri kullanıyorlardı. Ama günümüzde özellikle televizyon dizilerinde ve sinemada çok rahatlıkla görebileceğimiz sesli çekim tekniklerinin de gelişmesiyle birlikte oyunculuk da farklı bir yere gitti. Anlatılan konular artık çok daha düşük bir tondan anlatılmaya başlandı. Bu da dediğim gibi farklılıklarla oluyor. Doğal oyunculuk, artık sesi daha düşük bir oyunculuğa doğru gitti. Yani hem doğal oynayıp hem sesini normal sesle kullanman; daha küçük ya da daha minimal… Oyunculuğu bu gözle yapan farklı bir yere doğru gidiyor. Bunların hepsi tabii ki deneniyor. Haliyle insanlar hep aynı şeyi izlemekten de oynamaktan da sıkılıyorlar bir süre sonra. Farklı farklı şeyler oluyor, zor disiplinler bunlar. Eğitim de değişiyor tabii. Zincirleme pek çok şey değişiyor ve gelişiyor. Buna böyle bakabiliriz. Tek kişilik oyunlar devede kulak anlayacağınız.
-Son derece mütevazı, minimalist dekorlar ile temsil edilen oyunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sahnedeki kişi sayısı kadar dekorasyon da azalma eğiliminde. Ne dersiniz? (Örneğin, sadece çiçek, bir çanta, kutuya sığan dekor malzemesi…)
Tabii ki yani. Şimdi şöyle bir şey vardır. Gelin kabaca söyleyelim bunu: Örneğin; biri -bir oyuncu- eğer kostümüyle ve dekorla problem yaşamaya başladıysa rolüyle bir problem yaşıyordur. Ne kadar az dekor, aksesuar, kostüm var ise bunun anlamı “Metne güveniyorum, oyunculuğuma güveniyorum”dur. Ama çok gelişmiş dekor parçaları, çok güzel kostümler demek değildir ki “Oyunculuğuna güvenmiyor, oyuncu ya da yönetmen oyuncusuna güvenmiyor.”
Tabii ki yine ekonomik bir boyuttan da söz edebiliriz. İstanbul’da yaklaşık 200 tane tiyatro var. Bu çok önemli bir rakam. Merdiven altı tiyatrolar da var bu işin içinde ve bu mütevazı tiyatroların başarıları da değerlendiriliyor. Bu çok önemli benim için. 50 seyircinin üzerindeki tiyatrolar kategorilere giriyorlar, değerlendiriliyorlar, ödül jürileri tarafından oyunları izleniyor. Yani şimdi ben bu akşam 500 kişilik bir salonda oynuyorum ama 50 kişilik bir salonda oynasam 10 akşam bu performansı sergilemem lazım. Aradaki farkı düşünsenize. Çok önemli parametreler bunlar. Dikkat etmek lazım. Bunları göz önünde bulundurmak lazım, yorum yaparken bunlarla ilgili.
Minimalizm birçok yerde kendini göstermeye başladı. İnsanlar artık evlerinde daha az halı kullanıyorlar, daha az koltuk takımı kullanıyorlar. Bu yaşamın da bir göstergesi. Senin sosyal hayatındaki durumunun da bir göstergesi. Çok fazla kalın giyinmiyorlar mesela artık. Çünkü dışarıda geçirdikleri zaman çok fazla değil. Sokakta çok fazla yürümüyorlar. Toplu ulaşım, araçlar, metro yaygınlaştı. Onun için çok sıkı giyinip dışarıda dolaşmıyor. Bu da bir minimalizm. Sosyal hayat da etkileniyor artık. Eski o şaşalı, yorucu şeyler yok. Örneğin 1970’lerdeki –tabii ki moda- evleri düşünün, çerçeveleri, mobilya takımlarını… Şimdi ne kadar sade oldu artık. Ne kadar az eşya var insanlarda. Seyreltiyoruz hayatımızı. Gereksiz kapitalist harcamalar yapmıyoruz. Kapitalizmin içinde yaşıyor olmamıza rağmen bunu yapmıyoruz. Bunların hepsi birer yansıma.
-Oyun öncesi genellikle konsantrasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
Biraz sakin kalmaya çalışıyorum. Kafamı boşaltıyorum. Başka duygulardan arındırıyorum kendimi. Oyuna konsantre olmaya çalışıyorum. Bunun yolları nedir: Çok fazla yemek yemiyorum oyundan önce. Kafamı bulandıracak konuşmalar yapmıyorum. Derinlemesine düşüncelerden kaçınıyorum. Beni yoracak ve oyunda kafama takılacak şeylerden kaçınıyorum. Hayatın gayelerinden birazcık arıtıyorum kendimi.
Hocam konservatuarda, biraz böyle sesimiz çıkmadığında, “Oğlum arkadaki de aynı parayı verdi.” derdi. “Bütün seyirciler gelip senden o akşam bir performans bekliyorlar ve bunun için sana bir para ödüyorlar. Parayı beğen ya da beğenme, az bul ya da çok bul fark etmez, sonuçta sen o paraya oynamayı kabul etmişsin, oynuyorsun. O zaman onun hakkını vereceksin. Elinden gelenin en iyisini yapacaksın. İş bu kadar basit.”
-Tiyatro oyuncuları, yönetmenler, yazarlar -kendi oyunları hariç- diğer tiyatro oyunlarını ne derecede takip edebiliyor? O zaman boşlukları mevcut mudur? Siz bu eylemi ne ölçüde gerçekleştirebiliyorsunuz?
Aslına bakarsanız çalışma yoğunluğunun yanında ailevi yoğunluklar da söz konusu. Eğer bir oyuncu evli ve çocuk sahibi ise onun başka oyunlara ayıracağı vakit gerçekten çok azalıyor. Hele bu çocuklar bakıma muhtaç ise, daha 4-10 yaşındalarsa, bu da hayatın 10 yılı demek. Pek çok şeyden feragat ediyorsun. Yani ille de çok fazla oyun oynaman ya da izlemen de gerekmiyor. Onun için bir de böyle bakmak gerekiyor. Onu sadece mesleki yoğunluk olarak görmemek lazım. Televizyon dizilerinde ve sinema projelerinde oynayan meslektaşlarımız aşırı derecede yoruluyorlar. Bu meslektaşlarımız her ne kadar bir sanat işçisi gibi görünseler de bir sanat takip edicisi değiller. Olamıyorlar. Ancak ve ancak birtakım ödül törenlerine sunucu olarak ya da izleyici olarak katılmak. O da görünürlüğünü devam ettirmek için. Bizde tabii çok fazla iç içe geçti. Çok nadir oyuncu sadece tiyatro yapıyor Türkiye’de. Ben de onlardan bir tanesiyim. Ama benim tabii ki durumum yapmak zorunda kalmakla da ilgili.
Ben zaten hep tiyatro yapıyordum. Konservatuardan mezun olduğumdan beri ne olursa olsun, film, dizi hiç fark etmez, her zaman, hep tiyatro yapıyordum ben. Sadece son zamanlarda, özellikle 2013 yılından beri, 2013’ün Haziran’ından beri, televizyonla ve sinemayla bütün bağlantılarım koparıldı. O yüzden de sadece tiyatro yapıyorum. Yani yapageldiğim şeyi yapmaya devam ediyorum. Sadece diğer eklentiler yok. Ha ne oluyor? Çocuklarım büyüdü. Daha fazla oyun izleyebiliyorum. Hayatım daha bir seyreldi. Eskiden onun maması, bunun alt bezi, yok efendim o oyun, bu prova falan derken, şimdi duruyorum mesela “A hadi oyuna gideyim” diyorum. Çok önemli.
Televizyon dizilerinde oynayan arkadaşlarım, altı-yedi gün çalıştıktan sonra iki-üç gün yatıyorlar. Yatmak zorunda kalıyorlar çünkü. Sinema filmleri de öyle. Bir yarış, bir hızlı olma çabası, korkunç bir dünya ve korkunç bir çark halini aldı. Dediğim gibi o yan işlerin sürelerinin uzun tutulmasıyla birlikte orada çalışan bütün ekip, artık ne bileyim insanlıktan çıktılar maalesef. Sadece oyuncular değil, bütün setten bahsediyorum. Sinema, dizi… Böyle.
-Bir tiyatro oyuncusunun bir sezonda birden fazla oyunda rol alması fiziksel ve psikolojik olarak nasıl etkiler? Siz böyle bir durum yaşadınız mı? Etkileri neler oldu?
Ben arka arkaya dört gün boyunca dört oyuna çıktığımı hatırlıyorum. İstanbul Halk Tiyatrosu’nda perşembe bir oyun oynayıp, cuma başka bir oyun oynayıp, cumartesi şehir tiyatrolarındaki “Matine Suare”mi bitirip pazar günü de diğer oyuna çıktığımı hatırlıyorum. Dört ardışık gün dört tane farklı oyun oynamıştım. Bir süre sonra ambale oluyorsun tabii. Ama Avrupa böyle çalışıyor. Ruhr Bölge Tiyatrosu’nda (Theater a. d. Ruhr) bir aktör dört gün dört farklı oyuna çıkabiliyor. Nasıl oluyor? Biraz otomatiğe bağlıyorsun, keyif almaların biraz azalıyor. Ama eğlenceli de bir yandan. Çünkü ertesi gün başka bir oyuna çıkıyorsun, her gün aynı oyunu oynamıyorsun. Eğer bunu kaldırabilecek şekilde kendine bakıyorsan fiziksel ve ruhsal olarak bir sorun olacağını düşünmüyorum ben. Ki Türkiye’de dört ardışık günde dört farklı oyun oynamış başka kaç aktör vardır bilmiyorum. Ben varım ama.
-Tek kişilik oyunları, kalabalık oyunlara göre nasıl buluyorsunuz? Tek kişilik oyun size göre daha mı zordur? Yani ikisini karşılaştırarak o oyunlardan önce yaşadığınız durumları anlatabilir misiniz?
Sahnede tek tabancasın. Varın yoğun sende. Kendini izletmelisin. Seyircinin dikkatini sürekli taze tutmalısın ki, tek kişilik bir oyunu hiç nefes almadan izlemeliler. Bir futbol maçı, çok heyecanlı bir basketbol karşılaşması izler gibi. O heyecanla izlemeliler. Ama bu sadece tempo demek değildir. Bu aynı zamanda konsantrasyondur. Senden kopmadan seni izlemeleri… Bir basketbol karşılaşmasının enerjisinden, hızlılığından bahsetmiyorum. Onun aurasından bahsediyorum. Böyle takılıp kalmaktan bahsediyorum. Tek kişilik oyunlar böyle. Ekibin bir şey sağlaması ve aynı havayı soluması demektir. Ekibin böyle etkiyi seyirci üzerinde sağlayabilmesi için aynı havayı solumasından gerekir. Bu çok kolay bir şey değildir. O yüzden ekipteki bütün oyuncuların birbirleriyle kurdukları ilişki çok önemlidir.
-Bir tiyatro oyununun prömiyerinde heyecanınızı, duygularınızı, anlatır mısınız? Sonra oynadıkça oyunun oturması nasıl bir duygudur sizin için?
Prömiyer beni çok heyecanlandırır ve ilk beş dakikası geçmek bilmez. Elin ayağın titrer. Ne kadar tecrübeli olursan ol da bunu hissedersin. Bazen o prömiyer duygusuyla ve enerjisiyle oyunda yapmadığım ama çok samimi ve doğal şeyler de bulduğum olmuştur. Dediğim gibi o duyguyla, o gerçeklikle, bir anlamda. Bunu çok önemli buluyorum. Selam olsun bunun keyfine varabilenlere.
-Sahnelerin durumuna gelelim. Özellikle İstanbul’da birçok sahne var. Bunların kaç tanesinin ortam olarak tiyatro için elverişli olduğunu düşünüyorsunuz? Vergisi, ödenek durumları ve benzeri durumlar için ne söylersiniz?
Karadeniz sahil yolundan giderken Artvin’e doğru gidiyorsanız sağa, Artvin’den İstanbul’a doğru geliyorsanız da sola baktığınızda binalar görürsünüz. Eskiden yapılmış olanlar da dâhil olmak üzere… Yabancı birine sorsanız; buradaki insanlar ne yapmasın sizce, hangi işe girmesin deseniz, derler ki, inşaat işine girmesinler. Çok özensiz binalar. Mesela Karadenizli müteahhitlerin elindedir inşaat sektörü. Tuğlalar, biçimsizlik, özensizlik… Bizim sanıyorum kültürümüzün içinde çok fazla olmayan bu yerleşik düzen mantığı binalarımıza da yansıyor. Ruhsuz, sıkışık… Bu materyal böyle olunca bunun içinden çıkış arayan insanlar da kendilerine, maalesef ki, ancak öyle yerleri bulabiliyorlar. Bugün tiyatro binası olarak yapıldığı iddia edilen pek çok bina fiziki olarak tiyatro binası gibi değildir. Akustiği kötüdür, tavanı akıtır, ışıklar parlama ve yansıma yaparlar. Kolonların üzerine çakılmış ışıklarda oynama yapamazsın ve oraya tırmanamazsın gibi akıllara durgunluk verecek “mühendislik şaheserleri” vardır günümüzde.
Tabii ki bina yapımıyla ilgili böyle sorunları olan yerlerde iyi sahne buldukları zaman mutlu olan oyunculardan biriyim ben. Bu sistem içerisinde bazen çok nadir iyi sahneler bulabiliyorsun. Örnek: Kozzy. Kozzy, bir alışveriş merkezi. Fakat Kozzy’nin üst katında bir salon var. Benim oynadığım en iyi salonlardan birisi Türkiye’de. Şahane bir salon. Akustiğiyle, etkisiyle… Ve üst kat salonudur. Giriş katı salonu da değildir yani. Kozzy çok güzel bir salondur. Çok büyük bir sıkıntı yaratıyor iyi salonun azlığı. Düşünsenize aslında akustiği çok iyi olan bir yer olsa, bütün sahneler öyle olsa, sen de oyununu belli bir standartta oynayabilirsin. Mesela bu ses tonunda konuşabilirsin. Kimse de arkadan bağırmaz “Ses!” diye.
Ben 2500 kişilik yerlerde oynadım. Geçenlerde Bergama’da oynadık. Oyunda maalesef mikrofon kullanmak zorunda kaldık. Türlü türlü nedenlerden ötürü. Ama mikrofonlarımız maalesef çok kötüydü. Ses düzeni berbattı. Final alkışında döndüm seyirciye dedim ki: “Milattan önce 2500 yılında 3000 kişilik bu amfi tiyatroyu yaptıklarında, bir ses düzeni yoktu ve seslerini duyurabiliyorlardı birbirlerine. Çıt dese duyuluyordu. Biz 21.yüzyılda mikrofon ile sesimizi duyuramadık.” Tiyatro tanrıları bizi affetsin.
-Turne öyle kolay bir iş midir? Ulaşım imkânları kolaylaştı deniliyor ama bunun dekoru, organizasyonu var. Bu yolda zorluklar nelerdir?
Eskisi gibi değil bir kere. Eskiden Türkiye’nin çok büyük bir bölümünde havaalanı yoktu. Oralara karayoluyla gitmek zorundaydık. Genellikle Ankara ya da Erzurum’a gidip çevre illere kara yoluyla gidiyorduk. Yani Ankara nere, Erzurum nere? Ama artık Türkiye’nin neredeyse her ilinde havaalanı var. Müthiş bir hava ağı var. İstediğiniz yere uçakla gidebiliyorsunuz. Dekor da kamyonla gidiyor. Bu böyle yapılan bir şey.
Gelelim bu hikâyenin kendi içindeki hikâyesine. Şimdi ben, “Anlatılan Senin Hikâyendir” oyununu oynuyorum. İç ve Doğu Anadolu’nun bir iki tane ili dışında hiçbir yerine gidemiyorum. Buna Güneydoğu Anadolu da dâhil. Üç tane bölgeye hiçbir şekilde giremiyorum yani. Hani İç Anadolu’da Ankara ve Eskişehir’e gidebiliyorum, onun dışında Doğu Anadolu’da bir tek Van’a gidebildim. Van’da oynayabildim. O da nasıl oldu hâlâ bilmiyorum. Ama onun dışında sahneler valilikte, devlete bağlı kurumlarda olduğu için organize bir şekilde bu kurumlarda bize karşı savaş açtığı için bizi vatandaşı gibi görmüyor. Çünkü biz bu kurumları eleştiriyoruz. Tiyatronun özü, tiyatro emekçiliğinin özü gereği. İnsaniyetin özü gereği. Eleştirilmeyi kabul etmeyen bu şahıslar da sahne vermiyorlar. Onun için benim özelimde ve birkaç tane daha tiyatrocunun özelinde. İnanabiliyor musunuz buna? Türkiye böyle bir cenderenin içinde. Tiyatro oyunculuğu yapıyorsun ama senin oynadığın oyun her yerde yasak. Ne oynarsan oyna, bir dünya klasiği de oynasan, Shakespeare de oynasan, Çehov da oynasan, sen varsan oynatmıyor. Böyle bir ortamda var olabilmek tabii ki korkunç. Bunu çok fazla insan dile getirmeyecektir maalesef bu söyleşide. Söylemeyeceklerdir bunu. Ama ben 21. yüzyılda Levent Üzümcü olarak Türkiye’deki pek çok tiyatroya gidemiyorum. Bana kapalı buralar.
-“Ben bunu mutlak yazmalı, oynamalı ya da yönetmeliyim.” dediğiniz bir olay, eser ya da durum oldu mu? Gerçekleştirdiniz mi? Hâlâ hayallerinizde böyle bir düşünce var mı?
“Danton’un Ölümü”nde Robespierre’i ya da Danton’u oynamayı çok isterdim. Danton’un Ölümü’nde Camille’i oynadım. Çok da güzel bir rejidir. Roberto Ciuli’nin yaptığı rejide oynadım.
Eskiden öğrenciyken vardı böyle isteklerim. Dur şu oyunu, rolü oynayayım gibi isteklerim vardı. Ama artık dünya edebiyatı da değişti. Klasikler içerisinde hiç aklımın ucuna gelmeyecek rolleri oynayıp sevdiğim de oldu. Örneğin işte Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Oberon ve Theseus’u oynuyorum. İki rolü birden oynuyorum. Rejilerde genellikle öyle yaparlar: Titania ve Hippolyte’yi de aynı kadına, Theseus ve Oberon’u da aynı aktöre oynatırlar. Hiç aklımda yoktu. Çok hoşuma gitti mesela.
Hani diyorum ya, çok istediğim bir rol gelebilir ama istediğin performansı sergileyemezsin, seni mutlu etmez. Umulmadık bir rol gelir. Örneğin; Maskeliler hiç aklımın ucuna gelmez. Kim bana verir Filistinli ortanca erkek kardeşi? Tipolojiden bahsediyorum. Ama bana Maskeliler’de ortanca kardeşi verdiler. Bir de üçümüz fiziksel olarak birbirimizle alakası olmayan insanlarız. Serdar Orçin, en küçük kardeş, Levent Üzümcü ben ortanca kardeş, Mehmet Gürhan da abimiz. Hani nereden bakarsan bak üçümüz de ırksal olarak birbirimizle alakası olmayan insanlarız. Baktığında kardeşi bırak akraba demezsiniz. Ama mesela insanlar ona çok inandılar: bizim üçümüzün kardeş olduğuna, davamıza, durumumuza. Ve sanıyorum İstanbul’daki bütün ödülleri aldık. Yani almadık ödül bırakmadık ışıkta, rejide, oyunculuklarda ve dekorda.
-Sizin oyuncu olarak tiyatroda yakındığınız; şikâyetçi olduğunuz durumlardan bir tanesini söyler misiniz?
Disiplin. Çok yakınıyorum disiplinden. Onu söyleyebilirim bir madde olarak. Sadece bir kelime ile anlatmak istiyorum: Disiplin. Herkesin disiplini.
-Tiyatro dergiciliğini ve özellikle tiyatro eleştirmenliğini ne ölçüde takip edebiliyor ve nasıl buluyorsunuz?
Sanıyorum tiyatro dergisi artık neredeyse hiç kalmadı. İnternet üzerinden yayın yapan bir “Tiyatro” dergisi var. Onu söyleyebilirim. Tiyatro eleştirmenliği benim de artık çok takip edebildiğim bir şey değil. Eğer biri gelip koyarsa önüme ki, artık kaç kişi tiyatro eleştirmenliği yapıyor onu da bilmiyorum açıkça söylemek gerekirse. Mesela tiyatro eleştirmenlerinin eskiden yazdığı yazıları hatırlıyorum. Tiyatroyu, oyunu tanıtır. Yazılma nedenlerini, yazıldığı dönemi, oyuncuların performanslarını, bütün o rejinin performansını ve oyunculuk performansını değerlendirir. İşte şu oyuncu şöyle oynamış, bu oyuncu böyle oynamış. Artık neredeyse çok uzun zamandan beri, bayağı oldu, ben tiyatro eleştirisi okumadım. Basılmış bir tiyatro dergisi de görmedim. Maalesef ki, buna ilgi gün geçtikçe azalıyor. Bu söylediklerim önemsemediğim için değil. Yanlış anlaşılmak istemem. Belki de bu kadar fazla tiyatro olduğu için artık biz takip edemiyoruz.
-Tiyatro festivalleri için düşünceleriniz nelerdir? Oyunlar, oyuncular ve ekipler açısından tiyatro festivalini değerlendirebilir misiniz?
Ben yirmiden fazla tiyatro oyuncusunun bir araya getirilmemesi taraftarıyım. (Gülüyor)
Çünkü festivallerde bu tiyatro oyuncuları birbirlerinin oyununu izleyebilecek durumda olmuyorlar genelde. Çünkü malum sebeplerden ötürü yorgun oluyorlar: Zor ve ağır geçen gecelerden ötürü. Bir araya geldiğimizde biz çok konuşuruz, çok sohbet ederiz, çok da güler eğleniriz. Yanlış anlaşılmak da istemiyorum burada. Onun için bu soruya biraz esprili cevap vermek istiyorum: Bana kalsa yirmiden fazla tiyatro oyuncusunu bir araya getirmem. Zor olur yani. Festivallere gidiyorlar, görüyorum. Festivallerde bir araya geliyorlar ama kaç tane Türk tiyatro topluluğunun bir festivalde ya da kendi özel hayatlarında ve iş hayatlarında bir festivale ayıracakları bir haftaları olabilir ki? Yani kendi oyununu oynayıp dönüyor herkes aslına bakarsanız. Bu da işin gerçeği. İnanın bana çoğu dönüyor. Dönmek zorunda. Kendi hayatları ve programları var.