Öğretmen ve yazar Senem Gezeroğlu ile edebiyatın hem yaralayan hem yeniden yaratan gücünü, ilhamı, yazmanın ve yaşamanın altın kurallarını, yazarlardan oluşan Edebiyat Evreni’nde yürürken çıkan son kitabı “Yeniden İnşa” hakkında konuştuk.
Öncelikle sizinle tanıştığıma çok memnun olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum. Her zaman evrenin bir şekilde bana doğru zamanı seçtiğine inanırım. Kitapların da okurunu seçtiği gibi… Bizi karşılaştıran kitabınız “Yeniden İnşa” olduğu için o kadar mutluyum ki. Bunu da konuşacağız tabii. Ama ben önce yazarları yazmaya iten, içindekileri artık başkalarına emanet etmeye karar verdiren o anı merak ediyorum. Mesela Sylvia Plath içindekileri hafifletmek için, Virginia Woolf yalnızlığını güzelleştirmek için, Borges kafasını vurup da yatağa bağlandığı o evin küçücük odasının sınırlarından kurtulmak için yazmaya başlamış. Siz nasıl başladınız hikâyelerinizi anlatmaya?
Yazmaya başlamamın birçok nedeni ve nasılı var. Sizin de belirttiğiniz gibi hafiflemek, acıyı hafifletmek, yalnızlığı güzelleştirmek, sınırları aşmak bunların başında geliyor ama başka bir dünyanın var olduğuna inanmak, başka zamanlara seslenmek ve bir başkası olabilmek için… Kısaca, henüz ulaşamadığım o “başka”yı bulabilmek ve sonra dönüp “kendi”mi keşfedebilmek için. Borges’in “Cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir.” sözüyle ilintili benim hikâyeye başlamam da. Çocukluğum cehennem diyemem ama cennet de değildi. Neyse ki her şeye rağmen gülebiliyor, mahalledeki arkadaşlarla kendimizce eğleniyorduk. Bir gün saklambaç oynarken ve ebeden kaçarken kazara bir mekâna giriverdim. Aslında orası hep yerindeydi, ne olduğunu bilirdim ama daha önce hiç içeri girmemiştim. Burası tek katlı, sobalı, ahşap masalı, az kitaplı, minicik bir salondan ibaret bir halk kütüphanesiydi. Girer girmez o mekân, beni bambaşka bir şeyin içine çekti. Okulda okuyup sevdiğim kitapların çok daha fazlası vardı. Birinden diğerine, bir raftan ötekine derken zamanın nasıl geçtiğini fark edememiş, dışarıdaki oyunu unutmuştum ama bu ilk karşılaşma öyle güzeldi ki her anını dün gibi hatırlıyorum. Devamı geldi elbette. Önceleri oyun oynarken saklanmak için, sonra okul çıkışları vakit geçirmek için, hafta sonları ders çalışmak için, bazen de içinsiz, öylesine… Hikâyeme şimdiki pencereden bakınca diyorum ki bugün değişen pek de bir şey yokmuş aslında. Dışarıda oynanan oyunlardan ve insanlardan kaçıp saklandığım, başka dünyalara kapı araladığım, içlerinde kaybolduğum, kendimi bulduğum yermiş kütüphaneler ve kitaplar. Birbirinden zengin o kadar dünyayla karşılaştıkça, okudukça daha fazlasını istedim tabii. Daha çok okumanın ardından yazmak geldi. Yazarak, kitapların bir parçası olma, hayalini kurduğum o dünyaya ait olma hissi. Ben de okuyup yazarak kendi dünyamı, cennetimi yaratmaya karar verdim, bu karar belki de cehennemden kaçmak içindi. Tabii bunları şimdiki şuurumla söylüyorum, o zamanlar sadece yaşıyordum, yazıyordum. Hikâyemi anlatmaya da böyle başladım.
Sevgili şair Osman Palabıyık, Artfulliving için hazırladığı bir içerikte edebiyatçılara “Bir edebiyat sokağınız olsaydı komşularınız kimler olurdu ve neden?” sorusunu yöneltmişti. Benim çok etkilendiğim bir soruydu bu. Size de sormak isterim sizin edebiyat sokağınızın komşuları kimler olurdu ve neden?
Seçim yapmamı gerektirecek sorulardan genellikle kaçıyorum, çünkü zorlanıyorum, her seçim aslında bir vazgeçiş. Hangilerinden vazgeçebilirim? Aklıma ilk gelen birkaç ismi sıralayınca diğerleri çemberin dışında kalacak, bende de eksikliği… Oysa benim zihnimde, evimde, evrenimde hepsi bir arada, iç içe. Tıpkı romanda bahsettiğim gibi Edebiyat Evreni’nde, Kurmaca Dünya’da yaşayan karakterlerim ve yazan kalemlerim var. Komşuluktan kasıt, benzer edebi anlayışa sahip olmaksa postmodern yazarları sıralardım galiba. Calvino, Borges, Keret, Eco, Cortazor, Wolf, Kundera, Poe, Kafka, Atay, Atılgan diye diye uzar bu liste ama bitmez. Ama komşuluktan kasıt, gerçek anlamda komşuluksa bunu da zaten edebiyat dünyasından seçmek istemem; yazarları uzaktan severim, metinlerle kurduğum ilişki her zaman daha iyidir.
Benim kitaplarla tanışmam biraz erken olmuştu. Annemle birlikte iki kişilik bir hayatımız vardı ve annem televizyonun bağımlılık yapan yönünden hiç hoşlanmadığı için bana her zaman kitap okutur ve kendi de benimle okurdu. Yastığımın altında kitapla uyurdum mesela uyanır uyanmaz yeniden okumak için. O kadar erken başlayınca da bir yerden sonra okuyacak kitap bulamazdım. O dönemlerde çok fazla kitap basılmazdı. Fakat şimdi hem çok fazla ve çeşitte kitap basılıyor hem de teknolojinin zamanımızın çoğunu gasp etmesi nedeniyle daha zor odaklanıyoruz gibi geliyor. Bir edebiyat öğretmeni olarak öğrencilerin kitaplarla olan ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Yeni nesil nasıl bir okur olma yolunda ilerliyor?
Özellikle pandemiden ve teknolojinin hayatımıza bu kadar girmesinden sonra odaklanma süremiz azaldı evet, dikkat seviyemiz düştü. Bunu öğrencilerde çok rahat gözlemleyebiliyorum. Uzaktan eğitimle okul ortamından ve kitaplardan uzaklaşan çocukları, yüz yüze eğitime dönünce toparlamak zor oldu. Bu süreçte ailenin ilgisi, desteği, tutumu o kadar önemliydi ki. Aslında siz soruyu sorarken cevabı da verdiniz. Evde kitap okuyan ebeveynler olması, çocukla birlikte okuması, ona örnek olabilmesi, hiçbir şey yapamıyorsa bile onu sadece dinlemesi bile bizim için öyle değerli ki. Dilimize yapışmış bazı cümleler var, kalıp ifadeler… Çocuklarımızı internetin, televizyonun, sosyal medyanın zararlarından nasıl koruruz diye birbirimize sorup duruyoruz. Çoğu zaman yanlış yere bakıyoruz. Asıl ebeveynlerimizi internetin, televizyonun, sosyal medyanın zararlarından nasıl koruruz diye dönüp kendimize bakmalıyız. Çünkü çocuklar eve gidince kendisini dinleyen yetişkinler bulmakta zorlanıyor. Okuduğu kitaplar hakkında sohbet etmekten geçtim, sadece sohbet etmek için bile… Çünkü büyük ihtimalle ve çeşitli nedenlerle aileler başka işlerle uğraşıyor. Gözlemlerime dayanarak ve üzülerek söylüyorum ki birçok ebeveynin elinden kumanda, bilgisayar, telefon düşmüyor ve çocuk “kitap oku” diyerek, cezalandırılıyormuş gibi odaya kapatılıyor. Böyle bir yöntemle zaten çocukta var olan hikâye dinleme/anlatma yeteneğini öldürüyoruz. Kitabı sevebilecekken ona bir ceza gibi sunuyoruz. Sigara içme deyip çocuğun karşısında içmek nasılsa çocuğa kitap oku deyip kitaba hiç dokunmamak aynı şey. Bu kritik dönemde çocuğu kazanma ve kaybetme eşiğinde atacağımız her adım, seçeceğimiz her kitap onun yeni nesil okur/yazarlığının belirleyicileri olacaktır. Kitabın tadını almış, kitap okuma alışkanlığı ve iç disiplin kazanmış bir çocuk, ailesinin de yardımıyla neyi, nasıl, ne kadar kullanması gerektiğini zaten biliyor ve internete, bilgisayara, telefona da bu gözle yaklaşıp onları birer tamamlayıcı, destekleyici unsur olarak kullanıyor.
Harflerin Aşkı adını taşıyan bir deneme kitabınız, Zaman Dursun İstedim ve Unuttum Yalnız adlarını taşıyan öykü kitaplarınızın ardından bu yıl Monokl Edebiyat’tan Yeniden İnşa adında bir romanınız çıktı. Yeniden İnşa nasıl doğdu, ilhamını nereden buldu?
Ölümden doğdu, ilhamını buradan aldı. Romanı yazdığım sıralar bir yandan öyküler yazmaya devam ediyordum ama kafamda uzun bir hikâye vardı ve öykünün biçimsel sınırlarını aşıyordu. Tür olarak roman yazmaya karar verdim, bu seçim kolaydı. Zor olan, o hikâyeyi yaşamak ve yaşatmaktı. Çünkü “benim” hikâyemdi. Gün geçtikçe bana yaklaşıyor, zehir içimde büyüyor, benimle yaşayıp şekilleniyordu. Kişisel hayatımda da ciddi bir eşiğin, kırılmanın, intiharın, ölümün eşiğindeydim. Bu romanı yazdıktan sonra intihar etmeyi bile düşündüm. Şimdi dönüp bakınca sadece gülüyorum. Romalı şair Horatius’un “Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen!” sözünü buraya iliştirelim ama şimdi dönüp güldüğüm o hikâyeye zamanında çok bedel ödedim elbette. Çok şeyi öldürdüm, putlarımı devirdim ki bunların başında edebiyat geliyordu. O çok sevdiğim kitaplardan, rüyalardan vazgeçtim. Bazı duygularımı, saflığımı, birçok şeye inancımı kaybettim; ama çok daha büyük şeyler kazandım, her şeyden önce kendimi, yeniden inşayı, yeniden insanı… Dolayısıyla hikâyenin seyri de değişti. Kendini öldürmesi gereken Sevgi, bir yerden sonra hâkimiyeti ele geçirip sonunu şekillendirdi; başkalarında aradığı kendini bularak, kendine sımsıkı sarılarak, kitapların dünyasına karışarak kendini yeniden inşa etti. Yaşamak ve yaşatmak istedi. Ölümden sonraki doğum ve doğumdan sonraki sonsuz yaşamdır bu. Sanıyorum ben de bu vesileyle kendime güzel bir hediye vermiş oldum, Yeniden İnşa ile ciğerlerime dolan birkaç nefes, sonrası zaten hayat… Siz hiç, bir kitabın kapağını tabutun kapağını açar gibi açtınız mı? O an hissettiğim… Yaşamak güzelmiş, yaşatmak daha da güzelmiş. Anlatmak için yaşamak, yaşamak için anlatmak, dengeyi bulmak, kurmak ve korumak… Sorunun özüne gelirsek, ilhamını ölümden alan ama doğmayı ve doğurmayı seçen bir kitaptır bu.
Yeniden İnşa’da Sevgi adında bir kütüphane görevlisinin kitaplara olan sevgisi üzerinden kendisini hayattan nasıl soyutladığını ve sonunda bu soyutlayışın bir roman kahramanıyla tanışması ile gerçeğe dönmesini anlatıyorsunuz. Bu hikâye bizim gibi kitapları yaşayan insanlar için çok da yabancısı olduğumuz bir hikâye değil. Fakat benim en çok dikkat ettiğim şey, Yeniden İnşa’nın üç büyük duygu üzerinde sallanıp durduğu: Ölüm, güven ve aşk. Ölmek için yaşamamız, kimsenin görmediği bir karaktere duymaya muhtaç olduğumuz o güven, “Aşkın gören gözlere ihtiyacı yoktur” sözü gibi aşkın görünen bir bedene de ihtiyacı yoktur düşüncesini ortaya çıkaran aşk. Peki Sevgi’nin düşüncelerinden çıkarak, sizin için bu duyguların ne ifade ettiğini konuşabilir miyiz? Kimsenin görmediği birine âşık olmak, ona güven inşa etmek ve onu öldüreceğini bildiği halde doyasıya sarılma ihtiyacı duymak size ne ifade ediyor?
Aşkın kendisi bu değil mi zaten? Gerçek hayatta, herkesi gördüğü, etten kemikten bir insana âşık olduğumuzda bile aslında ona değil kafamızda yarattığımız “o”na âşık olmuyor muyuz? Hayalimizde ideal bir elbise var ve karşımıza çıkan bedenlere bu kimlikleri giydirmeye çalışmıyor muyuz? Bu kıyafetin tam da ona göre olduğunu, sadece ona yakışacağımı düşünerek ve sonsuz güvenerek kendimizi teslim edip onun bizi öldürmesine bile izin vermiyor muyuz? Nefes nefes… Kumaş kumaş sökülüp, parça parça solmuyor muyuz? Zaman geçince fark ediyoruz ki kafamızda diktiğimiz elbiseler, illa o giyecek dediğimiz insanlara uymuyor, zamanla ya kumaş değişiyor ya onu taşıyan ya da bizzat yaratan.
Roman karakteri Sevgi de bunun bilincinde aslında. Bu bilinçle, herkesle ve her şeyle hesaplaşmasını bitirdikten sonra oturup yazıyor ve âşık olacağı roman kahramanını bize anlatmaya başlıyor. Onu sadece kendi zihninde tasarlayarak değil bir kitaba dönüştürerek somutlaştırıyor. Burada, ilk paragrafta anlattığım insanlardan farklı bir yol çiziyor aslında. Onlar gibi gerçek bir aşk yaşayıp başkaları tarafından üzülmektense, kendi kendini üzmeyi ve kendi hayallerini bile kendisi yıkmayı tercih ediyor. Bizzat kendinin kontrol edebileceği bir aşk yaşıyor metinler arasında. Kendi hayal kırıklığını kendisi yaratan Sevgi, aslında başkalarına âşık olamayacak, onlara güvenemeyecek, kendi ölümünü bile kendi elleriyle seçip reddedecek kadar da güçlü ve bir o kadar da zayıf biri. Acının ve yalnızlığının yarattığı bir insanın ta kendisi.
Yeniden İnşa, kendi hikâyesinin yanında, roman karakterinin anlattığı öykülerden ve gerçekten yaşamış olan yazarlarla yapılmış muhabbetleri de içeriyor. Hatta Javier Marias’ın kitabında geçen ve hayatıma işlediğim ve her güçsüz anımda hatırladığım cümlesini de dolaylı yoldan anlattığınız: “İnan. Hem biraz dipte kal, dinlenirsin. Yerin dibini görmek iyidir bazen, bundan sonraki her hamlenin yukarıya doğru olacağını bilirsin.” cümlenizi de görünce sizi etkileyen kitapları düşündüm. Yeniden İnşa içerisine gizlediğiniz ve hayatınıza işlediğiniz o kitaplar nelerdi?
O kadar çok ki saymam mümkün değil. Bunların her biri romanın içinde var zaten. Ama her kitabı tuğla gibi etrafıma dizdiğimi, etrafımdaki çember yukarıya doğru yükseldikçe dipte kaldığımı, farkında olmadan karanlığa boğulduğumu ve kaybolduğumu, bu kuleden çıkabilmek içinse yukarı doğru yaptığım hamlelerin boş olduğunu, bazı şeylerin ancak duvarı yıkıp geçmekle mümkün olduğunu söyleyebilirim. Aşağıdayken kalemi alıp kaza kaza, kendim kadar bir oyuk oluşturduktan sonra, dışarı çıkıp tepeye varmak ve oradan aşağıdaki ben’e bakmak da yine kitaplar sayesinde… Beni ben yapan bütün tuğlalara, kitaplara ve yazarlara müteşekkirim. Olmasaydılar olmazdım.
Kitabınızın içerisinde roman karakterinin Sevgi’ye sorduğu bir soru vardı: “Önünde milyarlarca kapı varsa ama açmak için tek bir anahtarın olsa ne yapardın?” Bu soru yarattığınız roman karakterinizden gelsin o halde. Siz ne yapardınız?
“Denerdim” diyordu roman karakterim. Ben de öyle yaptım, denedim. Sonra Samuel Beckett’in sözü yankılandı zihnimde: “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” Sonuçta tek bir anahtarımız var elimizde, hayat. Yaşamaktan ve denemekten başka da çaremiz yok gibi.
“Peki ya çoktan ölmüşsek de farkında değilsek? Asalak gibi yaşıyor, bakterilerin canlılara tutunduğu gibi Tanrı’nın bedenine tutunuyorsak? Mekânımız onun tuttuğu bedeniyse, zamanımız onun ruhuysa? İlla bir başkasına mı tutunmalıyız? Başkası olmadan var olamaz mıyız?” Kitap içerisinde en beğendiğim kısım burasıydı. Hayata bakış açınız, Sevgi’ye derin bir yalnızlık içerisinde yüzmeyi öğretirken bana başka bir pencere kazandırmış oldu. Bu gibi benzetmelerinizin yanında Yeniden İnşa içerisinde kelimelerin benzerliklerinden yararlanarak âdeta bir dans gösterisi sunuyorsunuz. Bu aynı zamanda okurken düşündüren felsefi kitapları da anımsattı bana. Yazını birbirine benzeyen fakat birbirinden uzak anlamlara sahip iki kelimenin bağlantısını kurarken koca bir sistemi yakma tehlikesi içinde büyük bir cesaret duydum. Bunlar benim için çok özel anlardı. Fakat düşünmeden edemiyorum, bunca yakın bağlamı kurabilmek sizin için zor muydu? Oturup yazdığınız bölümler içerisinde “Ne anlatıyorum ben?” çelişkisi duydunuz mu?
Ne anlattığım elbette önemli ama daha çok “Nasıl anlatıyorum ben?” sorusuna odaklanıyorum. Yazımı bitirdikten sonra biçimsel, teknik ve estetik açıdan defalarca inceliyor, kurcalıyor, dönüp yeniden yazıyorum. Defalarca… Kelimeler, hatta bazen harfler üzerinde düşünüyorum. Aylarca… Bir harfi bile değiştirince ortaya çıkan ses, söz, ahenk ve anlam değişikliklerine hayret ediyorum ve dilin bu yönünü keşfetmek, bu zenginlik içerisinde kaybolmak, yeni ve özgün o sesin peşinden koşmak hoşuma gidiyor. Yani o çağrışımlar, beni dilin büyülü dünyasına çeken bir ayinin ritüeli, duası gibi.
Sorunuza dönersek, birbirinden uzak iki kelimenin bağlantısını kurarken koca bir sistemi yakma tehlikesi duymadım hiç. Aksine keşke yakabilsem, yıkabilsem. Keşke daha önce hiç düşünülmeyeni deşip uçlara, uçurumlara dokunabilsem; içimin vahşi doğasından o ayrıksı otu tutup koparabilsem ve kökünü sallaya sallaya herkese gösterebilsem, bakın bu hepimizin. Bu anlamda özellikle yazarken kendimi çok özgür hissediyorum. Kâğıdın içinde her şey olabilirim, her şeyi söyleyebilirim, sorgulayabilirim, hesaplaşabilirim isyan edebilirim, öfkemi kusabilirim, çağrışımların ve kelimelerin peşinden koşup kendimi deşebilirim, defalarca keşfedebilirim, sonra başka dünyaları bulmak için yola çıkabilirim, başka kitaplara, diğer insanlara, farklı hayatlara doğru… Kendimi ve dünyayı böyle keşfetmeyi seviyorum, yaşayarak ve yazarak. Tek bir kelimenin peşinden kilometrelerce yol gitmek de, çağrışımların denizinde boğula boğula yüzmeyi öğrenmek de hep bu yüzden.
Mezun olduğum lisenin öğrencilerine bir öykü yarışması için koçluk yaptığım zamanlarda onlara iyi bir öykü yazmanın ya da okusaydım nasıl bir öykü okumak isterdim sorularını anlatacağıma, önce öykü nedir, nasıl yazılmalıdır, nerelerden etkilenilir, kitap okumadan öykü yazılır mı sorularını cevaplamaya başladığımı fark etmiştim. Lise öğrencileri arasında ilhamı oturup beklediğini söyleyenlerinden tutun da bir mum yakıp ilhamı çağıranına kadar birçok hikâye de dinledim. Son sorumu ilhamını mumla arayan yeni nesil öykücüler, yazar adayları, yazma meraklıları adına soruyorum. Öykü yazmak isteyen ve ilhamını arayan insanlara neler söylemek istersiniz?
Okur-yazarlığın bireysel bir yolculuk, dolayısıyla bu yolda atılan adımlar da kişiye özgü olacaktır. Ama birbirimizin yoluna bakarak kendi yolumuzda yürümek mümkün. Tavsiye diyemem ama kendi yazarlık serüvenimde uyguladığım bazı şeyleri paylaşabilirim. Altın kuralım, yaşam kaynağım tabii ki okumak. Bazen bir alanda derinleşerek bazen de farklı kanallara yönelerek, çeşitlendirerek okumak. Yani öykü-roman yazmak isteyen birinin psikoloji, felsefe, sosyoloji okuması da şart.
Alışkanlıklarımdan biri de sözlük karıştırmak, bilmediğim kelimelerin izini sürmek ve not almak. Not almak demişken sadece kelimeler değil, aklıma o an gelen kurgular, tuhaf konular, orijinal cümleler, sıra dışı ne varsa bir yere yazıyorum. Özellikle izlediğim filmler, diziler ve okuduğum kitaplardan çok farklı hikâyeler çıkıyor, kitaplar kitapları doğuruyor, filmler ve diziler başka bir bilincin anahtarını sunuyor. Bazen tek bir sahne sayfalarca yazdırabiliyor. Ben genellikle o an kısa notlar alıyor, telefonuma kaydediyor ve yazacağım zaman heybemde ne varmış diye açıp bakıyorum. İlhamı mumla aramak evet, lise çağlarında çok romantik görünüyor ama sonradan öyle olmuyor, ilham gelmiyorsa zorla gidip getiriyorum başka çarem yok. Bazen bir sayfa açıp saatlerce boş boş bakıyor, sadece düşünüyorum, saatler günleri buluyor, sadece düşünüyorum. Tek bir kelime yazmadan sayfayı kapattığımda, yine kapattığımda kendime kızmıyorum, yeni bir yol deniyorum. Mutlaka yürüyorum, sadece bedenimle değil zihnimle de. Birçok öykümün konusunu yürürken bulmuş, tıkanıklığı yürürken açmışımdır. Kısa yürüyüşler yetmediğinde uzun yolculuklar ilacım oluyor; mutlaka yeni bir yer, yeni bir şehir. Diğer insanlarla geçirdiğim vakitler, eğlenceler, konserler, tiyatrolar, toplantılar, sorunlar, alışverişler, marketler yani her şeyiyle hayatın kendisi. Eskiden bunlara sadece malzeme gözüyle bakardım, yazılarım için. Yazmak için yaşardım ama şimdi öyle değil, yaşamak için yaşıyorum ve yazıyorum.
Altın kurallarımdan biri de mutlaka yalnız kalmak, kendimle kaliteli vakit geçirmek. Okumanın ve yazmanın yalnızlığa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, ama itilmiş değil seçilmiş bir yalnızlık bu, kalifiye yalnızlık yani. Yalnızlığınızı özenle beslediğiniz zaman, o da size bambaşka aynalar gösteriyor, o görüntülerden hiç ummadığınız öyküler doğuyor.
Aklıma gelen başka bir şey de okuma grupları, yazma atölyeleri. Bu tarz faaliyetlerin seveni olduğu kadar sevmeyeni ve eleştireni de çok, ama dediğim gibi kişisel bir yolculuk bu. Hiç değilse okuyan-yazan bir grup insanla aynı çatı altında toplanmak; kitaplar, sanat ve edebiyat hakkında konuşmak; belki yazma disiplini kazanmak… Sırf bunlar için bile denemeye değer bence. Düşünüyorum başka neler var bana ilham veren?.. Dinlemek, gözlemlemek diyebilirim. Önce kendimi, bilincimi, gördüğüm rüyaları, içimdeki evreni. Sonra dışarıyı, etrafımı, dünyayı, başka insanları… O başkaları ne kadar başka olursa benim için de o kadar iyi. Sonuçta, anlattığımız ve dinlediğimiz hikâyelerle varız. Varız, öyle değil mi?