Meltem Soğuk Stropoli, Destek Yayınları’ndan çıkan Yeşil Mavi Hayat isimli kitabıyla çiçeği burnunda bir yazar. Şu an İsviçre’de yaşayan Stropoli ile bir Türkiye ziyaretinde Büyükada’da bir araya geldik ve hem kitabını, hem de kişisel edebiyat macerasını konuştuk. Keyifli okumalar!
Biraz sizden kendinizi dinleyelim mi? Bugün sizi bulunduğunuz noktaya getiren neler oldu?
Şu an burada yazar kimliğimle bulunuyorum. Ama yazarlık içimde filizlenirken ben, henüz, ilaç sektöründe çalışıyordum. Bu da uzun yıllarımı aldı. Yazma serüvenim 2-2,5 yıl öncesine dayanıyor olsa da aslında çocukluk hayalimdi yazar olmak.
Çok kitap okuyordunuz yani…
Çok okurdum, severdim kitap okumayı çocukken de. Hatta kendimce küçük küçük denemeler bile yapmıştım. Hiç üzerine gidemedim. Eğitim süreci, iş hayatı derken hayat aktı gitti. Zaman çok çabuk geçiyor. İş hayatım çok yoğundu ve bu nedenle hep farklı önceliklerim oldu ister istemez. Çalışma hayatım, 18 yılı ilaç endüstrisinde Türkiye, İsviçre ve İrlanda’da bir bölümü de- 6 yıl kadar iki ortak olarak kurduğumuz medikal kreatif ajans olmak üzere oldukça yoğun bir tempoda geçti. Ne zaman ki biraz duruldum, kurumsal hayattan çıkmaya karar verdim. Tam Covid zamanlarıydı…
Kreatif ajansınızın ismi neydi?
TEM Ajans. Kurucu iki ortaktan biriydim. Konumuza dönecek olursak, pandemi zamanı, hemen herkeste olduğu gibi benim için de biraz hayatımı, kendimi sorguladığım bir döneme dönüştü. Dublin’de yaşıyordum. Bu sorgulamanın finalinde kurumsal hayatı bıraktım. Artık zamanı gelmişti. Aslında bir süredir bu doğru zamanın geldiğini hissediyordum ama o radikal kararı bir türlü alamıyordum. Sanırım pandemi dönemi bu kararı almama yardımcı oldu. Sene 2020, kurumsalı bırakma yılım. Akabinde yazmaya yöneldim. Çok da iyi oldu, bu kararımdan dolayı çok mutluyum.
Peki pandemi sürecini nasıl algıladınız? Dönüştürücü bir süreç olmuş sizin için ama birçok insan için de hayatın başka yön ya da yönlerine ayna tutan bir dönem miydi?
Aslında herkesin hayatına bir şekilde, olumlu ya da olumsuz katkısı oldu. Bazı şeyleri irdelememizi sağladı pandemi süreci. Şu gün geriye bakınca bana olumlu yansıdığını daha iyi anlıyorum. Şanslıydım. Malesef pandeminin başlamasından hemen önce babamı kaybettik. Onun son anlarında yanında olmak için İstanbul’a geldim ve ardından salgın sebebiyle hava ulaşımı iptal olduğundan bir anlamda İstanbul’da mahsur kaldım. Eşim Dublin’de kalmıştı, ben annemle İstanbul’da. Dolayısıyla mecburi bir 3,5 aylık kendimi dinleme, annemle olma, ailemizi konuşma, babamı anma… Bu dönem acısıyla tatlısıyla hayatımı ve dolayısıyla kendimi sorgulamam açısından benim için çok etkili oldu. Döndüğümde de Dublin’e kurumsalı bırakma kararımı çalıştığım şirkete deklare edebildim.
Bir kozadan çıkmışsınız sanki. Genel olarak nasıl tepkiler aldınız bu kararın sonucunda? Özellikle bizim toplumumuzda böyle keskin kararlara karşı tedirgin ve temkinli yaklaşımlar vardır. Kararlarımızı ne denli etkiliyor mu bu tutum?
O kadar doğru ki! Toplumsal normlar kararlarımızı etkiliyor, çok haklısınız. Yıllarca belki ertelemem de bu yüzden oldu. Aslında arada bırakma denemem olmuştu ve sonrasında ajansı kurduk. Şartlar ve hayattaki öncelikler geri dönmeme vesile oldu. Zamanı gelmemişti. Bir şeylerin zamanı gelmedi mi ne kadar zorlasanız da olmuyor, buna inanıyorum. Herkes pandemi sürecine odaklı olduğu için dışardan tepki gelmedi. Annemle çok paylaştım bu düşüncemi. Beni de tanıdığı için onun tepkisi çok olumluydu. Hatta beni de motive etti diyebilirim bırakmaya. Destekleyici oldu kendimi bulmam konusunda. Dublin’e dönünce eşime biraz sürpriz oldu doğal olarak. O biraz iş odaklıdır, şaşırdı. (Gülüyor.)
Yazma serüveninizin başında kendinize örnek aldığınız yazarlar, onun gibi yazmak isterdim dediğiniz insanlar, yazmaya başlamadan önce başvurduğunuz yöntemler oldu mu?
Kursa hiç gitmedim inanır mısınız? Pek çok kişiye de bu enteresan geliyor. Kendimce denemelerim de olmamıştı üstelik. Bu kitap gerçekten gelen bir ilhamın sonucudur. Buna ben de çok şaşırıyorum. Çünkü kendime hiç müdahale etmedim, aklıma geleni, zihnime düşeni yazıya döktüm ve bu içerik çıktı. Üstelik ben aslında hep roman yazmak istiyordum ama roman yerine böyle bir kitap oluştu ve bence işin güzelliği, büyüsü de burada!
Ama bir birikim de var… Engin Geçtan, Jung gibi isimler var satırlarınızda. Bu kişiler de zihninizde sizinle konuşmuş olmalı yazarken.
Çok doğru ifade ettiniz. Hepsi benimle konuştu gerçekten de. Hiçbiri benim uzmanlık alanım değil ama psikoloji, sosyoloji ve felsefe her zaman ilgi alanım oldu. Çünkü ben insanları gözlemlemeyi ve insana dair olan her şeyi seviyorum. Bu kitapta da daha çok fikirler üzerinde durmuş oldum. Sevdiğim, bana bir şey kazandıran, düşüncelerime katkıda bulunan düşünürlerden, yazarlardan alıntılar paylaştım bol bol. Bu alıntıları çocukluğumdan ve iş hayatımdan kendi deneyimlerimle harmanladım. Sadece kendi deneyimlerimin didaktik yansıyabileceği endişesini taşıyordum ve bu harmanın okura iyi gelebileceğini düşündüm.
Okura alan açtınız belki de.
Evet böyle ifade edebiliriz. İkinci kitap olarak roman yazmak istiyorum ve etkilendiğim başka kişilerin de bir şekilde romana da yansıyabileceğini düşünüyorum…
Kitabın ismi nasıl şekillendi?
İlk kitabım olduğu için isim konusunda yayınevinin hiçbir müdahalesi olmadı. Kitabımın ilk editörü de çok sevgili yazar arkadaşım Fuat Sevimay. Bitirince önce ona okuttum, isim biraz da onunla şekillendi. Bana Yeşil Hayat’ı önermişti, ben onu Yeşil Mavi Hayat olarak değiştirdim. Böyle bir süreç yaşadık.
…ve sonra Destek Yayınları ile yolunuz kesişiyor.
Evet, Destek Yayınları takip ettiğim bir yayıneviydi. Benim içeriğime uygun bir yayınevi olduğunu düşündüm ve kitabı yazarken Yelda Hanım’a ulaştım. Bitirince editörlerine göndermemi istedi. Sonuçta olması gereken de bu yayıneviymiş çünkü kitap bittiğinde ortak bir tanıdık da Genel Yayın Yönetmeni Ertürk Bey ile tanıştırdı beni ve gerisi hızlı bir şekilde gelişti.
Kitap kendinize de bir doğumgünü hediyesi gibi adeta.
Evet bence de bu kitap benim kendi kendime bir hediyem oldu. 50 yaşı hedef olarak belirlemiştim ve Destek Yayınları’nın hızlı basması çok işime geldi. 28 yaşındaki yeğenim Doruk’un “kendine yeni bir hikaye yarattın” demesi çok hoşuma gidiyor, kendine hikaye yaratanları sevmişimdir oldum olası…
Geri dönüşlerden de bahsedelim mi?
Kitabı baskıya gönderirken yaşadığım bir ikilem kapağa 50 yaş alt başlığını koyup koymamakla ilgiliydi. Bunun okuyucuyu sınırlamasından ve genç okurların okumakta tereddüt etmesinden çekindim. Ancak yaşı genç okurlardan da güzel geri bildirim alıyorum. En son 30 yaşında bir okurumun, bu kitabın yaşının olmadığı ve kendini geliştirmek isteyen herkesin-18 yaşında bile olsa- mutlaka içerikten alacağı bir şeyler olduğu yönündeki yorumu beni çok mutlu etti. Negatif eleştiriler alsaydım motivasyonum kırılır mıydı, yazmaya devam eder miydim gerçekten bilmiyorum. (Gülüyor) Belki şanslıyım ki bu anlamda çok yüksek oranda olumlu yaklaşım ve geri bildirimle karşılaştım.
İsviçre’de doğa cennetinde yaşıyorsunuz. Pastoral hayatı gözlemlemenin yazılarınıza bir etkisi oluyor herhalde değil mi? Zaten kitapta bir bölümde de hayvanlara dair merakınızdan bahsediyorsunuz, onları anlatıyorsunuz.
Kesinlikle… Hayvanları hayatımın erişkin döneminde keşfettim. Grissino isimli köpeğimin ve yaşımın da bunda etkisi var sanıyorum. Bir de yer değiştirmiş olmam tabii, hayvanlarla da doğayla da birebir ilişki kurmama yardımcı oldu. Severek okuduğum bazı yazarların, örneğin Virginia Woolf ve Jane Austen gibi, kitaplarını yazarken doğada uzun uzun yürüyüşler yaparak doğadan esinlenmeleri ve gözlemlerini kitaplarında da tasvir etmeleri bana hep büyüleyici gelmiştir. Bu isimler gibi bana doğa konusunda ilham veren pek çok yazar var.
Son olarak da, yurtdışında yaşayan biri olarak Türkiye ile yurtdışındaki okuma oranları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ülkemizde okuma oranları hakkında farklı bilgiler ve görüşler olsa da bunlar da çoğunlukla kitap okumayan bir toplum olduğumuz algısını taşıyan bilgilerdir- durum gerçekte o kadar karamsar görünmemekte. Türkiye Yayıncılar Birliği verilerine göre son 15 yıldır yayıncılık sektörü büyümekte. En güncel rakamlara hakim değilim ama Uluslararası Yayıncılar Birliği verilerinden hatırladığım kadarıyla Türkiye, kitap okuma oranları bakımından hiç de fena bir yerde değil; dünyada kitap okuma oranlarında yaklaşık 11. sırada yer alıyoruz. Basılan kitap sayılarına bakarsak yılda kişi başına yaklaşık 8 kitap düşüyor. Toplum olarak okuma kültürüyle gelişen bir ilişki içinde olduğumuzu söyleyebiliriz belki de. Aslında okumanın önemli olduğuna toplum olarak inanıyoruz ve gençler – özellikle öğrenciler – daha fazla okuyor. Özetle, Avrupa ortalamasıyla karşılaştırdığımızda yeteri kadar okumayan bir toplum olduğumuz hala düşünülüyor olsa da, okuma oranımız artıyor. Haliyle bu tablo da insana umut veriyor. En azından bana… (Gülüyor.)
Siz neler okuyorsunuz diye sormadan da bitirmek istemem söyleşiyi…
Aslında çok kategori ayrımı yapmadan, beni zenginleştirecek, keyif veya ilham verecek, güzel yazıldığını düşündüğüm her kitabı okuyabilirim. Ama tür olarak özellikle biyografi ile felsefe ve psikoloji ile ilgili kitaplara daha çok, şiir, fantastik-bilim kurgu ve polisiye türlerine de daha az ilgim var. Son zamanlarda gençliğimde okuduğum dünya klasiklerini bu yaşımda tekrar farklı gözle okuyorum, insan yaş ve tecrübelerle birlikte çok farklı bir bakış açısı kazanıyor. Bir yandan da çağdaş Türk ve dünya yazarlarını, Türkiye’deki yeni isimleri de takip etmeye çalışıyorum. Uzun yıllar yoğun tempoda yer aldığım kurumsal hayat ve 10 yılı aşkın süredir yurtdışında olmanın verdiği bir arayı kapatma duygusu da var.
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler!
Ben teşekkür ederim. Hem davetinize, hem de ayrıntılı sorulara!