Okuduklarımızı yalnızca konuşmaya, bahsetmeye dayalı bir aktivite olmaktan daha üst, yaşamaya memba bir amel/pratik halinde idrak ediş, okumayı anlamlı kılar. Diğer türlü okuma işinden elde edilen hâsıla, bir kitabın bitiminden hemen sonra yazarına sosyal medyada, genellikle şarkıcılara söylenirken işittiğimiz bir pop-söylemle ‘‘yüreğine sağlık’’ çekmek ya da bir kitap için, filan yazarın ‘‘leziz bir romanı’’ gibi tüketici reflekslerinin müsaade ettiği ölçüde eseri kavrayabilmek vuku bulur.
Yunus Emre bir şiirinde okumaktan mana ne diye sorar ve irfanına göre bu suale cevap verir. Bugünün okuru bu sualin eşliğinde bir okuma eylemi içinde midir? Çoğunlukla hayır. Bilgi ve iletişim çağında okumak insana az buçuk fiyaka kazandıran bir ‘‘trend’’ gibi duruyor. Yoksa okumanın ve okunanları paylaşmanın geçmişe göre bu kadar yaygınlaşıp çoğaldığı bir yerde bir şeylerin tecelli edip hayatı değiştirmesi beklenirdi.
Romanların terapi, şiirlerin teselli kaynağı ve nümayişlere malzeme yapıldığı bir yerde kitabın değeri çoksatanlar/satmayanlar cetveliyle ölçülür. Eğer okunanlar bizi uyandırmaya, harekete getirmeye yaramıyorsa geriye diğer seçenek kalıyor: uyuşmak. Okumak böylelikle ruha biraz konfor bahşeden bir şey oluyor.
Bir şeyden çok fazla sadece söz ediliyorsa bu, o şeyin kendisinin orada olmayışındandır. İzlencelerde ve kitap adlarında aşk ve Allah uçuşuyor, insanlar arasında en çok bulunmayan şey de aşk ve Allah. Burada şu soru doğuyor: Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?
Böyle hallerde okumaktan değil yalnızca tüketmekten söz edilebilir. Hiper-teknolojik çağ bu denli serpilmemişken şairin erken fark ettiği bir haldir bu: “Bir bakıma tüketiyor okuyucu yazıyı, istihlak ediyor. Tıpkı bir elmayı tüketir gibi. Oysa bir yazının besleyici olması onun tüketilmesiyle değil, okurken okur tarafından yeniden üretilmesiyle mümkündür. “(1)
Okumaktan mana ne? Düşüncelerine dayanak arayışında isen yapılan şey okumak değil, metni denetlemek olur. Edebiyat ve sanattan beklentin yalnızca boş zamanların güzel bir arkadaşı olması ise buna okumak değil, oyalanmak denir. Ve insan yöneldiği şeyden ancak niyeti ölçüsünde nasiplenir.
Okumaktan mana ne sorusu bizden okuma eylemi için bir gerekçe talep eder. Gerekçeleri müphem ve rastgele olan bir okumak hayata tesir edemez. Okumaktan kas gücümüze kuvvet katmasını beklemiyorsak, muradımız kalp, kafa ve ruh olarak bir kavrayış derecesine ulaşabilmektir. Bizi hayatla esastan muhatap eden de bu cihaz ve melekelerdir.
Bizi içinde bulunulan bir ‘‘trend’’ kertesinde kalmış, uyuşukluk salgını okumalardan ise Kafka’nın o çok bilinen nasihati takibi mümkün bir çıkış yolu sunar: “İnsan sadece onu ısıran ve sokan şeyler okumalıdır. Okuduğumuz kitap bir yıldırım gibi başımıza düşüp uyandırmıyorsa onu niye okuyalım? Kendimizden çok sevdiğimiz bir insanın ölümü gibi bize acı veren bir felaketin gücüne sahip kitaplara ihtiyacımız var. Kitap içimizdeki donmuş denizi kıran bir balta olmak zorundadır.”(2)
[1] İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak, Çıdam Yayınları, 5. bs., İstanbul 1984.
[2] Franz Kafka, Akbaba-Seçme Öyküler-, Şule Yayınları, çev. Naime Erkovan, İstanbul 2013