Albert Camus’nün yaşadığı döneme bakarsak, onun intiharla ve yaşamın anlamı sorunuyla ilgilenmesinin haklı gerekçelerini bulabiliriz. İnsanlık tarihinin en büyük savaşları olmuş, milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, kısacası insanlık açısından büyük bir felaket yaşanmış ve bu felaketin mimarı da yine insanın kendisi olmuştur. Bir yandan bunlar olurken, öte yandan insanlık tarihinin en büyük teknolojik ve bilimsel gelişmeleri gerçekleşiyordu. Yani bir taraftan tarihinin en verimli çağını, diğer taraftan en korkunç dönemini yaşıyordu insan. Ölüm ve intihar o kadar sıradanlaşmıştı ki insan ister istemez hayatın anlamını sorgular hale gelmişti. Madem ölmek ve öldürmek bu kadar olağandı, gündelik işlerimiz kadar sıradanlaşmıştı savaş, ölüm belki de her zamankinden daha olağan bir şekilde aramızda dolaşıyordu, o zaman yaşadığımız şu hayatın ne anlamı vardı?
Camus’nün Düşüş romanının başkarakteri Jean-Baptiste Clamence, anlatmaya çalıştığımız insanın ruh halini dile getiriyor:
“İnsan bazen sapıtıyor, apaçık gerçeklerden kuşkuya düşüyor, hatta iyi bir yaşamın sırlarını keşfettiği zaman bile. Benim çözümüm kuşkusuz en iyisi değil. Ama insan yaşamını sevmediği zaman, onu değiştirmek gerektiğini bildiği zaman, elinde başka seçeneği yoktur, öyle değil mi? Bir başkası olmamak herhangi biri uğruna kendini unutmak gerekirdi, hiç değilse bir kez. Ama nasıl? Bunaltmayın beni. Ben, bir gün bir kahvenin terasında elimi bırakmak isteyen o ihtiyar dilenci gibiyim “ah, bayım” diyordu adam, “mesele kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.” (Camus,2010:100).
Albert Camus, yaşamın anlamı hakkında bir yargıya varıp varmamanın temel sorunumuz olduğunu söylüyordu. Kuşkusuz bu, çoğumuzun kendimize sorduğu bir sorudur. Her insan ömründe bir kez olsun, durup ‘yaşamının anlamına’ dair düşünür. Camus de bu sorunu ele alırken, kendi çağının bütün çelişkilerini, sıkıntısını, bulantısını, kaygısını, yabancılığını kendinde barındıran birey insandan hareket eder. Peki, insan ne olur da hayatın anlamını sorgulamaya başlar? Her insan, kendi hayatını istediği şekilde düzenleme, denetleme ve yaşama şansına sahip değildir. Kaçımız yaşamak istediğimiz hayatı yaşama cesaretini gösterebiliyoruz? Yaşadığımız hayat gerçekte yaşamak istediğimiz hayat mıdır? Yolculuk Günlükleri’nde bir yol arkadaşıyla yaptığı sohbetten şu cümleleri günlüğüne not eder Camus: “Bayan D. ile insanların çoğunun yaşamak istedikleri yaşamı yaşayamadıkları ve korkakça davrandıklarını düşünüyoruz” (Camus,2009:24)
Başka bir deyişle, aslında birey insanın hayatı, ev ile iş arasında sıkışıp kalmıştır. Zorunlu olan temel ihtiyaçları, onun bütün varoluşunu belirler ve sınırlar duruma gelmiştir. Sabah kalkar, işe gider, çalışır, işi bitirir, eve gelir, yemek yer ve uyur. Aynı şeyler, her gün, her hafta, her ay, her yıl aşağı yukarı aynı ritimde ve tekdüzelikte devam eder. Bu hayat, insanın arzu ettiği biricik hayat mıdır? “Fakat bir gün gelir, ne denli kayıtsız olursa olsun, yaşamın bu tekdüzeliği karşısında şaşkınlık yaşar insan. Anlamakta güçlük çeker. Neden bütün bunları sıra dâhilinde tekrarladığını ve bundan sonra neden tekrarlaması gerektiğini sorar” (Adugit, 2008:35-36). İşte insan bir kez neden diye sordu mu, yaptığını niçin yaptığını sorgulamaya başladı mı, içine bir kurt düşmüş olur ve bu onu yaşamın saçmalığı fikrine götürür. Başka bir hayatı yaşamanın yolu yok mu? Herkes yaşadığı hayata ille de bir anlam yükleyerek mi yaşar? Yaşamı anlamlı kılan şey nedir? ‘Evet, ben yaşamın anlamını buldum, benim hayatımın anlamı şudur’, diyen bir kimsenin içinde bir kurt yok mudur? Ölüm müdür yaşamı anlamlı kılan şey? Yaşamın anlamı sorununu içimize bir kurt gibi bırakan, bir gün öleceğimiz gerçeği midir yoksa? Bizi hayata bu derece bağlayan, gelecek için düşler kurmamıza neden olan, yenidünyalar yarattıran ölüm düşüncesi midir? Bizi hayata karşı tavır almaya zorlayan onun korkusu, tedirginliği, endişesi midir? Düşüş adlı romanında Jean-Baptiste Clamence’e şunları söyletir Camus:
“Belki de yaşamı yeterince sevmiyor muyuz? Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömerdizdir? Nedeni basittir, onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarlarsa, belleğe yükümlü kılar onlar, bizimse belleğimiz zayıftır. Dostlarımızda sevdiğimiz, taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz!” (Camus,2010:28).
İnsan kendi ölümünü deneyimleyemez, gerçeğinden hareket edecek olursak, ancak başkalarının ölümü üzerinden anımızı ya da geleceğimizi şekillendirdiğimiz sonucuna varırız. Hayatımızın anlamına dair arayış bir bakıma ölüm deneyimleriyle şekillenmeye başlar. Doğarken yalnızdır insan, ölürken de. Öte yandan, her insan, kendi ölümünü ömründe bir kez olsun düşünmüştür. Öldükten sonra, geride kalanları da düşünmüştür. Geride kalanı olmayanlar bile geride kalan hayatı düşünmüştür. Nereye varmaya çalışıyorum. Demek istediğim şu; ölümü düşünürken, ölürken bile yalnız olduğunu kabullenmeye yatkın değildir insan Camus’ye göre. Birileri olsun ardımızda gözyaşı dökecek, ürkecek ya da küfredecek ama birileri olmalı. Ölüm yalnızlıktır. Kalabalık ölümler olmaz. Herkes bir gün kendi ölümüne ağlamak için gider cenazelere. Herkes arkasına bakmadan kaçar mezarlıktan. Her ölüm yalnız ölümdür.
Ölüm düşüncesi bile insan varoluşunun dengesini bozuyor sanırım. İnsan ölümlü bir varlık olduğunu kabule yanaşmıyor, yanaşmak istemiyor. İnsanın, yaşamın anlamını ararken, ölümün duvarlarına toslaması, onu içinden çıkılmaz çelişkilerle baş başa bırakır. İnsan masum değildir. Bütün kötülükler ve iyilikler onda mevcuttur. Bir çelişkiler, çatışkılar yumağıdır insan. Kendi kendinin efendisi ve kölesidir. Bazen sadece kendi kölesi de değildir, birilerinin kölesidir. İnsanın davranışı acaba yaşamı kendi başına yaşamayı becerememesinden mi kaynaklanıyor? İpleri başka birinin eline verip, temize çıkmaya çalışmak. İşte budur sorun. “Benim bir suçum yok, ben masumum. Evet, yaşamak iyi ya da güzel, bunu ben bilemem efendim düşünsün.” Belki biraz abartılı bir yorum gibi görünebilir ama binlerce insanın gözünü kırpmadan cephelerde kendini ölüme atması nasıl açıklanabilir? Ve öldürdüklerinden kendini sorumlu tutmamak da cabası. Sanki tetiği çeken kendileri değilmiş gibi. Sanırım, Camus’nün değindiği nokta tam da budur: Başkalarının hayatını yaşamak ya da kimsenin istediği hayatı yaşamaması düşüncesi. “Bütün bunların nedeni benim, suçlu benim” deme masumluğunu yitirmiş aslında insan.
Yaşamın anlamı ya da anlamsızlığıyla ölüm arasındaki ilişkiye Camus’nün Yabancı adlı romanında da rastlarız. Romanın kahramanı Mersault annesinin ölümü ardından şöyle bir düşünceye kapılır: “Yine bir Pazar daha geçip gitti, anacığım şimdi topraklar altında yatıyor, yine işimin başına döneceğim ve sonunda, her şey eski hamam eski tas, diye düşündüm” (Camus.2011:31). Ölen ölür ve geride kalan bizim acımızdır. Biz ölürüz ve geriye başka insanların içini kavurup duran, onu hayatın anlamına dair sorularla baş başa bırakan bir iç sıkıntısı bırakırız. Ölüm kim için katlanılmazdır bu durumda; ölen için mi geride kalan için mi? Ölen için ölmeden öncesinin sıkıntısı öldükten sonra geride kalana kalır? İşte bu sıkıntıdır insanı bir bulantıyla ‘boğuntu hücresine’ (Camus,2010:78) mahkûm eden. Ölen ölür ve bizim için her şey devam eder, belli bir süre sonra, her şey eski hamam eski tas olur. Acaba öyle mi gerçekten? Biz kaçarız o düşünceden, hafızamızın derinliklerine iteriz, sanki hiç kimse ölmemiş gibi, sanki biz de aynı sonu yaşamayacakmışız gibi. Biz ölürüz ve her şey yerli yerinde durur/duracak zannederiz. İşte bu düşüncenin kahrıyla ölüm düşüncesini atmaya çalışırız kafamızdan. Şöyle der Camus, Sisifos Söyleni’nde:
“Gene de herkesin sanki hiç kimse ‘bilmiyormuş’ gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa azdır. Gerçekte ölüm deneyimi yoktur da ondan. Ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir. Burada, olsa olsa başkalarının ölümüyle ilgili bir deneyimden söz edilebilir” (Camus, 2010:33).
Sıkışıp kalmıştır insan ‘boğuntu hücresine.’ Yaşamak kimi zaman bir boğuntu hücresinde ne öyle dimdik durabilecek ne de boylu boyunca, gönlünce uzanabileceğin bir alan sunar insana. Bir bakıma insan yaşamaya mahkûm edilmiştir. Yaşamaya karar veren, ona tüm varlığıyla sarılan kimse her koşulda yaşamaya razı olabilir. Ama yaşamaya dair kayıtsızlık sergileyen, tek yaptığı bilerek ve isteyerek canına kıymayıp, yaşamın her türlüsüne aynı kayıtsızlıkla yaklaşan bir kimse, tıpkı Marseault gibi, nasıl da sancıyla kıvranır kim bilir? “Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum” (Camus,2011:74). Yaşamak, artık sıradan ve basit bir alışkanlık haline gelmiştir, modern insan için. Onun çığlığının, düşüncesinin ve çıkmazının Mersault tarafından dile getirilişidir. Mahkeme salonunda, duruşma esnasında Mersault’nün aklından şunlar geçer:
“Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme gerek kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip ‘Ama bu kadarı da olmaz yani! Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var!’ demek geliyordu içimden. Ama şöyle bir düşününce, bakıyordum ki, söyleyecek bir şeyciğim de yoktu”(Camus, 2011:91).
İnsanın yaşamı da temelde böyle değil midir? Hep başkaları tarafından şekillendirilmeye çalışılmaz mı? Evet, söz hakkı almak elimizde, itiraz etmek, sanık sandalyesinden kalkıp gürlemek elimizdedir. Ama sanık sandalyesinde olduktan sonra bunların bir anlamı olur mu? Bir an şöyle düşünüyorum, biz öylece, karşımızda yargıç koltuğunda ölüm, sanık sandalyesinde oturuyoruz ve bir sanık yaşamı yaşıyoruz. Ölüm, yargıçtır ve sanık yaşam. Ölümün ağzından kendini yoksayan ölümsüzlük çıkmadıktan sonra ne hükmü var itirazlarımızın.
Not: Düşüş’ün kahramanı Jean-Baptiste Clamence ortaçağda boğuntu hücresi adı verilen bir zindan hücresinden bahseder. Bu hücre ayakta duramayacak kadar alçak ve yatamayacak kadar dardır. Bu yüzden mahkûmun bedeni zamanla engelli bir hal alıyordu. Çünkü ne uyuyabiliyor ne de ayakta kalabiliyordu, sadece çömelebiliyordu. ( Yazarın Notu)
KAYNAKÇA
1) Adugit, Yavuz. (2008). Albert Camus: Bir yük olarak özgürlük. Felsefelogos,1/2, 35-36.
2) Camus, Albert. (2010). Sisifos Söyleni (T.Yücel, çev.). İstanbul: Can Yayınları
3) Camus, Albert. (2011). Yabancı (V. Günyol, çev.).İstanbul: Can Yayınları
4) Camus, Albert. (2010). Düşüş (H. Demirhan, çev.).İstanbul: Can Yayınları
5) Camus, Albert. (2009). Yolculuk Günlükleri (R. Dara, çev.). İstanbul: Can Yayınları