Yirminci asrın hemen başları. Fransa’da existasiyalizmin ve sembolizmin şahlandığı, İngiltere’de Aldous Huxley, George Orwell gibi yirminci asrın en önemli distopya yazarlarının dünyaya geldiği, Almanya’da Nietzsche’nin yankılarının sürdüğü, Yunanistan’da Kazancakis’in henüz sadece bir şair olduğu seneler. Dünya edebiyat ve felsefe geleneklerinin bir bir saf tuttuğu bu sıralar, distopik ve kurgusal edebiyatın da hatrı sayılır bir önem arz ettiği zamanlar. Genç bir Anadolu yazarı, dünya edebiyatındaki tüm bu gelişmelerden bihaber, şimdilerde distopik kurgusal edebiyat kategorisinde sayılabilecek o muâzzam romanı kaleme alıyor.
Roman şu girizgâhla başlıyor:
– Ülkenin üzerinde uçan kuşun suçu neydi sayın büyüğüm?
Şöyle cevap verdi T.:
– Düşmanın ağacına konmuş, görmedin mi?
Olay, gelecek asırda, neredeyse yüz yıllık genç bir ülkede geçmekte. Yani yirmi birinci asrın nispeten başları. Büyük epistemolojik kırılmaların yaşandığı, cahilliğin alabildiğine övgü alıp, entelektüel olmanın düşmanca bir tutku sayıldığı, yığınların tek bir fikre çılgıncasına sarılarak diğer tüm fikirleri şeytanî olmakla suçladığı, hayâli düşmanların yaratılarak günbegün o düşmanlarla savaşılan, kimsenin içeriğini dillendirmediği bir dava uğruna binlerce insanın öldüğü, trajikomik bir kurgu ülkesi bu. Sürekli olarak aldatılan, kandırılan, kendisi hariç herkesi terörist olmakla suçlayan, fakat ülkede kendisinin bilgisi dışında bir kuş dahi uçamazken beyaz olmayan tüm kuşların birer birer öldürülmesi konusunda sürekli olarak kendisine düşman olan hayâli bir canavara sorumluluğu yükleyen siyasî sorumlu T.’ye delicesine âşık bir yığının bu süreçte yaşadığı büyük akıl tutulmaları romanın gövdesini oluşturuyor. Ama romanın asıl can alıcı noktası, ülkedeki bu absürt ve trajikomik durumun farkında olanların yığınla giriştiği aşırı tarihsel mücadele. Yığına bir şeyler anlatma telâşındaki bu insanlar, bir yandan T. ile mücadele ederken, bir yandan da T. tarafından yaftalanmamak için, otoritenin savaştığı hayâli düşmanlara karşı T.’nin yanında saf tutmak zorunda. Yani içinden çıkılamaz bir ikilemin onulmaz savaşçıları bunlar. Belki de tarihteki bütün aşırı distopyalar içinde, en çaresiz distopya karakterleri.
Fakat yazar, bu çaresiz karakterleri tümüyle çaresiz göstermemek adına “fırsat yanılgısı” adı verilen incelikli bir yöntem kullanarak romanı tek kahramanlılıktan çıkarmak zorunda hissediyor kendisini. Karakterler, sanki sürekli olarak bu döngüden çıkabilecekleri şansı buluyorlarmış gibi hissederek döngüyü bir anlamda derinleştiriyorlar. Ama yazarın bile hesaba katamadığı bir gizil kuvve bulunuyor romanın iç örgüsünde: Distopik enstrümanlar öyle gelişügüzel yerleştirilmiş durumda ki, döngünün içinde bulunan karakterler bu enstrümanlardan birisini ele geçirecek ya da tümüyle yok edecek olsa, tüm kurgu bir anda çöküverecek. Yazar, kurgunun bu zayıflığını erken fark etmiş olacak ki, roman bir anda bitiveriyor. Hem de hiç beklenmedik bir sonla.
Yazar, kitabın sonunda bir akıl oyununa başvurmak zorunda hissediyor kendisini. Döngüsel bir durumla karşı karşıya kalan H., bir yüzyıl önce yazılmış bir roman kurgulayarak işin içinden çıkmaya çalışıyor. Yirminci asırda, yani yazarın da yaşadığı dönemde yazılmış bir distopya romanı kurgulayan H., distopik süreci derinleştiriyor. Yani bir anlamda distopya içinde bir distopya kurgulamış oluyor. Bu sayede, karakter, döngüsel sürecin dışında kalan tüm karakterleri de distopyanın içine çekerek kendi döngüsünü parçalamaya çalışıyor.
Kitabın sonu ise şu diyalogla son bulmakta:
– Ülkenin üzerinde uçan kuşlar nerede?
Şöyle cevap verdi H.:
– Omzuna konmuş, görmedin mi?
Yazar, bitirdiği bu romanı hiçbir zaman yayınlamıyor. Ya cesaret edemiyor, ya da romanı aşırı kurgusal bularak rafa kaldırıyor. Zaten yazar, içinde bulunduğu depresif hâl dolayısıyla genç yaşta intihâr ediyor. Roman çalışmasını arkadaşı B. buluyor. O da son derece hayâtla mesafeli bir alkolik olduğu için gecelerce şarap içerek romanı tekrar tekrar okuyor ve “hayır yaa!” diyerek kahkahalara boğuluyor.