Jorge Luis Borges’in Alef kitabında geçen cümle ile temsil etmesini istediğim bu yazı, beni Borges sevdamın içinde yoğurdu. Gökhan Kutluer’in İstanbul’da paylaştığı bir fotoğrafının altındaki açıklamayı hatırlayınca tebessüm ettim benzerliğe. “Ev, yaşadığın yer değil; hissettiğin yerdir.” Kimine göre dört duvar, kimine göre dört ülkenin çevirdiği bir yer olabilirdi ev. Kapının eşiğinden çıkınca dahi derin bir nefes alan herkes için bir başka ülkenin kapısını aralayan, o ilk yabancılık korkusunu üzerinden silkeleyerek alan bir kitap Yavaş Seyahat.
Sevgili arkadaşım Gaye Keskin’in editörlüğünde hazırlanmış olan Yavaş Seyahat’in editör notunda şu cümlenin altını çizerek başlamışım okumaya: “Kendine Ait Paris Bulamayanlara önsözünde Ernest Hemingway’in çıktığı Paris yolculuğundaki dönüşümüne atıfta bulunan Gökhan, Hemingway’i de zihnimizin bir köşesine oturtarak, okuyucuyu “ben”liğinin ötesine geçirecek; hareket etmenin zihinsel faydalarına, durup dinlenmenin iyi gözlemciliğe etkilerine ve tüm duyuların alabildiğine özgürleştiği bir hikâyeye götüren bir yol haritası çiziyor. Yavaş Seyahat’i sıradan gezi kitaplarından ayıran kavramsal yolculuk tam da burada başlıyor.” Borges’in gezilerinde de sürekli andığı bir isimdi Hemingway. Bir yolculuk, geri dönüşler ve yolculuğun insan hayatını insanla birlikte nasıl değiştiğini yaşayarak ve yazarak en iyi gösteren insanlardan biri olduğu için belki de… Yavaş Seyahat’i bitirdiğimde de aldığım günden beri Borges’in çektiği ve içinde bulunduğu fotoğraflarıyla birlikte hazırlanan muazzam bir anı kitabı olduğunu düşündüğüm Mitos Yayınları etiketli Atlas kitabına gitti elim. Sahaftan aldığım ve neredeyse benimle aynı yaşta olan bu kitap Yitik Ülke Yayınları etiketiyle yayımlanmış Yavaş Seyahat ile kıyaslandığında oldukça zor gelebilir. Borges’in birikimi ve yolculuklarda doyurmaktan keyif aldığını hissettiğim tarih sevdası kendini oldukça belli eden bir ayrıntı. Bu sebepten Atlas, bence herkesin okuyabileceği bir kitap olmayabilir fakat Gökhan Kutluer’in Yavaş Seyahat’i herkesin oldukça keyif alacağı, bambaşka ülkelerin ve o ülkelerin insanlarına yer veren anılarını anlattığı, caddelerinde dolaştırdığı ve çıkarımlarda bulunduğu anlara ortaklık ettiği tam bir anı kitabı. Kendisinin fotoğrafçılığa olan merakını, ilgisini ve çektiği fotoğrafları gördüğüm için bahsedebileceğim yeteneğini de göz önünde bulundurarak istemsizce bu kitabı fotoğraflarıyla birlikte hayal ettim. Ben mesajı evrene iletiyorum, olsa mükemmel olur çünkü. Ben yine de o güne kadar, bugünden ve bu yazıdan başlıyorum fotoğraflarını anmaya. Size eşlik edecek Gökhan Kutluer fotoğraflarıyla birlikte Yavaş Seyahat’i ve yumuşak karnıma dokunduğu anları anlatma çabasına giriyorum.
“Yola neler dahil ya da yol tam olarak nerede başlıyor diye soracak olursanız, ayrılıştan varışa kadar olan tüm o süreci yol diye tanımlayabilirim. Yani yemek yerken gözümüze ilişen yan masadaki esrarengiz kişi de yola dahil, bindiğimiz uçak da. Uçak türbülansa girdiğinde ertelediğimiz şeyleri bir an evvel yapmak için kendimize verdiğimiz sözler de yola dahil, o esrarengiz kişiyle ettiğimiz sohbet sayesinde ardına kadar açılan bambaşka kapılar da.”
Büyütülme koşullarımızdan mıdır yoksa içgüdüsel mi gelişmiştir bu düşünce bilemem ama köklerine bağlı kalmak diye bir durum vardır, tanışmıştır herkes. Bulunduğumuz yer, konfor alanını belirlemek ve dışına çıkınca panik olmak, yabancılık çekme kaygısı birçoğumuzu bir kolun yetiştiği en uzak noktadan ilerisine gitme konusunda durdurur. Halbuki konfor alanı dediğimiz şey metrelerle ölçülebilen bir şey değildir. Ya da kök dediğimiz şey bu şehri bıraktığımızda kopacak kadar hassas olmamalıdır. Gökhan Kutluer işte bu köklerin varlığından ve kökleri bulunduğumuz yerden uzaklaşıp koparmanın bize getireceği olumlu yanlardan bahsediyor kitabına başlarken. Özellikle pandemi dönemini yaşadıktan sonra kayıplara olan kaygımız anksiyete boyutuna ulaşmış durumda. Fakat bu dönem bir yandan da ne olursa olsun ölümün bir şekilde bizi bulduğunu ve o anda nerede olduğumuzun bir öneminin olmadığını da göstermiş olmalı. Yani bardağın ne tarafından bakmak dedikleri şey… Bizim istediğimiz şey gerçekten bizim istediğimiz bir şey mi yoksa toplumun bize dayattığı bir şey mi, öncelikle bunun çözülmesini değerli bulan Yavaş Seyahat aslında yolculuğa içimizden başlamamız gerektiğini de gösteriyor bir yandan. Bir konuşmamızda Gökhan Kutluer’e bu kitabın bende beklemeyeceğim anıları uyandırdığını söylemiştim. İlkini burada yaşadım. Bulunduğum şehirden başka bir şehirde üniversite okumak istediğimi aileme söylediğimde annem destek vermek ile isyan etmek arasındaki o ince çizgide bir ileri bir geri hareket etmişti. Kabul etmiş fakat ilk sıraya yine İstanbul’u yazmamı istemişti. Dinlemeyip ilk sıraya istediğim başka şehri yazmıştım. Üniversiteyi kazandığımda annem haberi aldığı ilk an ağladığını anlatmıştı çok sonrasında bana. Bu durum başlarda kararımı sorgulatacak ölçüde benim için önemli bir kaygının gösterisi iken içimdeki o cesaret ve heyecan yenilmemi engellemişti. Başka bir şehirde kendi sorumluluğumu almak, kendi kararlarımı uygulama konusunda tek yetkilinin kendim olduğunun farkına varmak tecrübe edilmesini istediğim muazzam eylemlerden yalnızca birkaçı. Zordu ama şimdi geriye dönüp bakınca yine olsa yine yaparım diyeceğim de bir karardı. Bu sebeple Gökhan Kutluer’in ne istediğini bilmek üzerine kurduğu her cümleye katılıyorum. Bir şeyi gerçekten istediğinizi hissettiğiniz o an, önünüze çıkan büyük engelleri dahi aşacak bir yol illaki buluyorsunuz. Yol size gösteriyor.
Anı biriktirmek Gökhan Kutluer’e göre fotoğrafını çekmekmiş. Bir arkadaşımın gittiği her ülkenin sahafından bir kitap aldığını söylediğini hatırlıyorum. Genellikle buzdolabı süsü ya da kartpostal alınır. Herkes için farklı bir anlayışa sahiptir anı kelimesi. Fakat Gökhan Kutluer’in Yavaş Seyahat’te anlattığı ve önemli bulduğum bir nokta vardır ki o da anı biriktirmek eyleminin ciddiye alınmıyor oluşu. “Hatıra biriktirmek için illaki bir fotoğraf karesine ihtiyaç duyuyor ya da çektiğiniz fotoğraflar bir şekilde sizin günlüğünüz oluyorsa, bunu fotoğraf makinesiyle yapmak telefonla yapmaktan çok daha zararsız olabilir. Zira fotoğraf çektiğiniz anda o cihazla işiniz biter ve ana geri dönersiniz. Böylece, duyularınız hâlâ bulunduğunuz yere dair detaylarla meşgul olmaya devam eder.” Bende uyandırdığı anılardan bir diğeri de burada oldu. Bundan 4-5 yıl öncesinde artık bozulmaya başlayan ve hepimizin oldukça iyi bildiği o markanın telefonunu değiştirmek istiyordum. Fotoğraf çekmeyi çok sevdiğim için kamera kalitesinden de vazgeçmek istemiyordum. Kendimde çok sevdiğim bir özelliğim vardır, bir şeye karar vermek için kendi düşüncemi öğrenmek istiyorsam kendime uzun vakitler vermekten asla çekinmem. Uzun uzun düşünmenin sonunda o telefonun kamerasından çok kendime yakıştırdığım efektlerle uğraştığımın farkına vardım. İsteğim kendimi güzel görmek miydi, bütün ayrıntılarıyla orada görmek mi? Kesinlikle ikincisiydi ama ben birincisinin kölesi olmuş gibiydim. Bu sebeple kendime iyi bir fotoğraf makinesi almaya karar verdim. Fotoğrafı en iyi fotoğraf makinesi çekerdi. Cep telefonunun da en iyi işinin hızlı işlemcisinin olması ve başkasına ulaşabilecek özelliklerinin tam olması yeterliydi. Teknoloji bizi böyle bir kapana sıkıştırdı işte. Her şeyi bir arada bulmanın daha kolay olduğunu düşünüyor olsak da iyi olduğunu unutuyoruz. Hesap makinesine bakıp keşke bir yandan da saçımı okşasa diye düşünüyoruz fakat sonra hesap yapma yeteneğinin azalmasını o kadar da önemsemiyoruz. Halbuki eşyaların asıl amacı unutulduğu vakit insan kendisinden harcıyor arayı kapatmak için. Duygularını önemsemiyor ya da o anı. O zaman yolculuğun, yolun, yolda dinlenilen o müziğin, tanışılan ve birlikte vakit geçirilen insanların, yerin, taşın, göğün hiçbir anlamı kalmıyor. “Bırakın, o an sizin olsun.”
2019’dan 2022 yılına kadar yazmış olduğu seyahat güncesine de yer veren Gökhan Kutluer; oturmuş olduğu mekânda gördüğü insanları, yaşadığı anıları ve ülkelerin gördüğü ayrıntılarını anlatıyor. Çok gezen ve çok okuyan arasındaki farkın bariz bir şekilde ortaya çıktığı yegâne anlardan biridir bu. Şimdilerde şarap uzmanlığı eğitimi aldığı için aklıma gelen en iyi örnek şarap oldu. Tezini şarap üretimi üzerine yapmış bir gıda mühendisi olarak okuduğum okulda öğrendiğim bir ince çizgidir bu. Hocamın kurduğu cümleyi anımsattı Gökhan Kutluer gezdiği anları yazmış olduğu bu bölümde. “Ben size ne kadar şarabı anlatırsam anlatayım, şarabın bağını, tadını ve kokusunu almadan; ona alışmadan asla şarabı tam olarak anlayamayacaksınız.” Yani sözün ana fikri bu, çok okusanız da bazen çok önemli bazı ayrıntılar orada bulunulduğu vakit, okuduğunuz şeye dokunduğunuz an ortaya çıkabilir.
Yavaş Seyahat; yolculuğu, ilki ile sonrakiler arasındaki yabancı dil hakimiyetini, yolculuk esnasında karşılaşılan duvarları, anıları, insanlarını, bir ülkede bulunmanın o ülkenin kurallarına ve insanlarına hâkim olmanın yanı sıra kendi ülkenden yanında taşıdığın tarihi ve insanını da anlatabilme imkanını anlatan bir kitap. Bu duruma inanıyorum, lisedeyken bir Alman değişim öğrencisine arkadaşlık etmiştim. Geçici ailesi evimin yakınlarında oturuyordu, bu sebeple sürekli vakit geçirme şansımız olmuştu. Almanya’ya döndüğünde ve bana yazdığında şu cümleyi dün duymuşum gibi net hatırlıyorum: “Oraya gelirken herkes Türkiye’ye gidilir mi diyerek beni kınıyordu, şimdi görüyorum ki çok fena yanılmışlar. İyi ki Türkiye’ye gelmişim. Şimdi burada herkesin yanlış düşüncelerini değiştireceğim.” Gökhan Kutluer; anılarına, insanlara ve bazen de insanın teninden içine girdiği anlara okurunu ortak ederken bence insanın kendisini düşünme şansı da tanıyor. Hayatın tanımadığını düşündüğümüz bu şansın aslında bizden çıktığını görmek için şahane bir an. Keyfini çıkarın ve alın o şansı verin kendinize. Yavaş Seyahat’te, pandemi döneminde ve yakın geçmişte yaşadığımız deprem döneminde kaybettiğimi düşündüğüm o umudu bulduğum bir bölümü bırakırken Gökhan Kutluer’e ve sevgili Gaye Keskin’e teşekkürlerimi iletiyorum. Bu bölüm herkese ama en çok da kendime…
“Sorrento’ya döndükten sonra Marina Grande’ye inen yolda boş bulduğum bir yerde oturmuş denizi seyrediyor, bir yandan da aslında tok olmama rağmen elimdeki zeytinli focaccia ile oburluk yapıyordum. O sırada bana sadece kanatlarında yer yer kahverenginin açık tonları olan bir güvercin arkadaşlık ediyordu. Yerdeki kırıntıları topladığını görünce, yediğimden küçük bir parça koparıp önüne attım. Sayıları önce üç, sonra beş ve ardından birkaç dakika içinde dokuza ulaşan güvercinler, gürültü ve hırçınlıklarına mecburen pabuç bıraktıkları martılar etrafta yokken benimle küçük bir ziyafet çekiyordu. Çok geçmeden, biraz öteye bir martı indi ve yanımıza hiç gelmeden bizi izlemeye koyuldu. Adil olmak adına, güvercinlere attığımdan biraz daha büyük bir parçayı önüne attım. (…) Dikkatimi güvercinlere yeniden çevirdiğimde aralarından bir tanesinin sağ ayağının olmadığını fark ettim. Hızlı hareket edemediği için yerdeki lokmalardan payına düşeni alamıyordu. Bu yüzden kopardığım birkaç parçanın tamamını onun olduğu yerin hemen önüne doğru bıraktım. O da hemen topallaya topallaya giderek hepsini yerden topladı.
Tüm bunlar olduktan hemen sonra yandaki küçük barın sahibi yanıma geldi ve bir süredir beni izlediğini söyledi. İtalyanlar güvercinleri etrafı pislettikleri için pek sevmediklerinden, azar işiteceğimi düşünerek epey çekimser davrandım. Ancak adamın yüzündeki gülümsemeyi görünce biraz rahatladım. Bana Aziz Francesco hakkında bir şeyler bilip bilmediğimi sordu. (…) Anlattığına göre Assisili Francesco, 12. Yüzyılın sonlarında doğan, ekolojinin ve hayvanların koruyucusu olarak bilinen bir azizmiş. İnsanlar dışındaki canlılara yardım etmeyi de erdemli olmanın bir parçası olarak gören Aziz Francesco; ağaçlara, hayvanlara ve bilhassa kuşlara vaaz vermesiyle bilinirmiş. Kuşları beslerkenki halim ve tavrım, ona Assisili Francesco’yu hatırlattığı için benimle bunu paylaşmak istediğini söyleyip ondan bir alıntı yaptı, bana iyi geceler diledi ve yanımdan ayrıldı.
Tanrı’nın yaratıklarından herhangi birini şefkat ve acıma sığınağından dışlayacak adamlarınız varsa, aynı şeyi hemcinslerine yapacak adamlarınız da olacaktır.”
- Gökhan Kutluer – Yavaş Seyahat | Aheste Bir Ruhun Gözlemleri
- Yitik Ülke Yayınları – Gezi
- 234 sayfa