Stig Dagerman: (5 Ekim 1923 – 4 Kasım 1954) İsveçli gazeteci ve yazar.
Evlilik dışı dünyaya geldi, annesi onu kendi ebeveynlerinin çiftliğine bıraktı ve bir daha geri dönmedi.
1945 senesinde yayımlanan “Ormen” (Yılan) adlı korkuyu anlatan anti-militarist romanı ona büyük ün kazandırdı. Romanın ilerleyişi bir yılanın hareketlerini andırıyordu ve yazarın insanları anlatmak için seçtiği sıfatlar yılanı anlatmak için kullanılabilecek sıfatlardı. Roman bir çok dile çevrildi ve önemli eleştirmenlerce yüceltildi.
1947 yılında yayımlanan “Nattens Lekar” (Gece Oyunları) adlı kitabındaki öykülerinin büyük kısmı bir çocuğun gözünden anlatılmıştı ve büyükbabasının çiftliğinde geçiyordu. Bu kitaptaki öykülerinde sinemadan beslenmiş bir görsellik ustaca kullanılmıştı.
1945-1949 yılları arasında yayımlanan romanları, oyunları, şiirleri ve bir öykü kitabı ona büyük ün kazandırdı. Hızlı yükselişinden sonra bir yazar tıkanması yaşayarak uzun süren bir depresyona girdi ve yalnızca sahne oyunları yazmaya ve yönetmeye odaklandı.
Sizlere Stig Dagerman’ın daha önce Türkçeye çevrilmemiş “Bir Çocuk Öldürmek isimli öyküsünü paylaşıyoruz.
İyi okumalar.
STIG DAGERMAN
Bir Çocuk Öldürmek
(Çeviri: Deniz Moralıgil)
Sakin bir gün olacaktı, güneş ovanın üzerinden yükseliyordu. Günlerden pazardı, birazdan çanlar çalacaktı. İki çocuk, çavdar tarlalarının arasında, daha önce hiç geçmedikleri bir patikaya denk geldiler. Ovaya bakan üç köyün camlarında güneş parıldıyordu. Erkekler, mutfak masalarının üzerine koydukları aynaların karşısında tıraş oluyor; kadınlar mırıldanarak kahvaltı için ekmek dilimliyor; çocuklar ise mutfak zeminine oturmuş, gömlek düğmelerini ilikliyordu. Uğursuz bir günün mutlu sabahıydı. Zira bugün, üçüncü köyde bir çocuk, mutlu bir adam tarafından öldürülecekti. Çocuk henüz yerde oturmuş gömleğini ilikliyordu; adam kendi kendine bugün nehirde kürek çekeceklerini söyleyip tıraş oluyor ve kadın mırıldanarak yeni dilimlemiş olduğu ekmeği mavi bir tabağa yerleştiriyordu.
Mutfağın üzerinden bir gölge geçmedi. Çocuğu öldürecek adam henüz ilk köyde kırmızı renkli bir benzin pompasının yanında durmaktaydı. Mutlu biriydi. Fotoğraf makinesinin vizöründen mavi renkli küçük bir araba ve gülen bir genç kadın görüyordu. Kadın gülerken adam güzel bir fotoğraf çekti. Arabaya benzin koyan adam, deponun kapağını kapattıktan sonra onlara iyi günler diledi. Genç kadın arabaya bindi. Çocuğu öldürecek olan adam cüzdanını çıkardı, benzinciye denize gitmekte olduklarını ve bir sandal kiralayıp uzun uzun gezeceklerini söyledi. Ön koltukta oturan kız açık camlardan adamın ne dediğini duyabiliyordu; gözlerini yumdu. Gözlerini kapadığı zaman denizi ve sandalda yanında oturan adamı görebiliyordu. Hiç de kötü bir adam değildi, tasasız ve mutlu bir insandı. Adam arabaya binmeden önce güneş altında parlayan radyatörün önünde bir anlığına durarak; ışıltının, benzin ve kuş kirazı ağacı kokularının tadına vardı. Ne arabanın üzerine bir gölge düştü, ne de tamponda bir göçük yahut kan izi vardı.
İlk köydeki adam, tam sol tarafındaki kapıyı çekip marşa basmıştı ki üçüncü köyde, mutfaktaki kadın dolabı açtı ve evde şeker kalmadığını farketti. Gömleğinin düğmelerini iliklemiş ve ayakkabılarının bağcıklarını bağlamış olan çocuk kanepeye dizlerinin üzerinde çıkmış, akçaağaçların arasından kıvrılarak akan nehri ve çimenlerin üzerine çekilmiş koyu renkli sandalı seyrediyordu. Çocuğunu kaybedecek olan adam tıraşını bitirmiş, tıraş takımlarını topluyordu. Masanın üzerinde kahve fincanları, ekmek, kaymak ve sinekler vardı. Yok olan tek şey şekerdi. Anne çocuğuna, bir avuç şeker almak üzere bir koşu Larsonslara gitmesini söyledi. Çocuk tam kapıyı açıyordu ki, adam acele etmesini söyledi. Zira sandal kıyıda onları bekliyordu ve bu kez daha önce hiç gitmedikleri kadar uzağa kürek çekeceklerdi. Bahçeyi koşarak geçen çocuğun aklında nehir ve sıçrayan balıklar vardı. Önünde sekiz dakikalık ömrünün kaldığını, sandalın bütün gün, hatta günler boyu orada bekleyeceğini kimse kulağına fısıldamamıştı.
Larsonların evi pek uzak değildi, hemen yolun üzerindeydi. Çocuk koşarak yolun karşısına geçerken, küçük mavi araba ikinci köye girdi. Burası minik kırmızı evleri ve henüz uykudan kalkmış, mutfaklarında ellerinde kahve fincanları ile otururken çitin öbür tarafında arkasında kocaman bir toz bulutu bırakarak hışımla ilerleyen arabayı seyreden insanları olan küçük bir köydü. Araba çok hızlı gidiyordu. Kavak ağaçları ve yeni katranlanmış telgraf direkleri arabayı süren adama bulanık gölgeler gibi geliyordu. Yaz kokuları arabanın camlarından içeriye girerken, köyden yolların hakimi gibi süratle çıkmışlardı. O anda yol sanki bir tek kendilerinindi. Geniş, düz bir yolda ilerlemek çok güzel bir histi hele ovanın ortasına varıldığında çok daha güzeldi. Adam güçlüydü; sevgilisinin sağ dirseğine dokunan vücudunu hissediyordu, mutluydu. Hiç de kötü biri değildi. Denize varmak içindi bütün acelesi. Karıncayı bile incitmezdi ama bir çocuğu öldürmek üzereydi. Tam üçüncü köye doğru hamle etmişlerdi ki, araba tatlı bir salınımla ilerlerken, kız denizi görünceye dek açmayacakmış gibi gözlerini yumdu ve akışkan sulardaki parıltıları hayal etti.
Hayatın akışı öylesine acımasız olabilir ki; bir adam mutlu biriyken bir an sonra bir çocuğu öldürebilir; bir kadın gözlerini kapatmış denizi hayal ederken bir an sonra korku içinde çığlık atabilir; bir çocuğun yaşamının son dakikasında anne ve babası mutfaklarında oturmuş çocuğun bembeyaz dişlerinden ve sandalla çıkılacak bir gezintiden söz ediyor olabilir ve çocuğun kendisi sağ elinde beyaz bir kağıda sarılı bir kaç avuç tozşekeri tutarak bir bahçe kapısından çıkar ve karşıdan karşıya geçmeye çalışırken, bu son dakikasında önünde içi büyük balıklarla dolu parıldayan bir nehir veya sandalın geniş tabanına yatırılmış sessiz küreklerden başka hiçbir şey görmeyebilir.
Bundan sonra her şey için çok geçtir. Bundan sonra mavi araba yolun ortasına savrulu kalır, çığlık atan bir kadın ağzından çektiği zaman, elinin kanlar içinde kaldığını görür. Bir adam içindeki boşlukta büyüyen bir korku ile arabanın kapısını açarak ayaklarının üzerinde durmaya çalışır. Kan ve toprağın içinde bir kaç aptal şeker birikintisi durmaktadır ve bir çocuk, yüzü yola yapışmış vaziyette karnının üzerinde hareketsiz yatmaktadır. Bundan sonra henüz kahvelerini içmemiş iki beti benzi atmış insan bahçe kapısından koşarak çıkar ve yolun üzerindeki, hayatları boyu unutamayacakları manzarayı görürler. Zaman bütün yaraları iyileştirir derler, doğru değildir bu. Zaman katledilmiş bir çocuğun yaralarını iyileştirmez, belki onu öldürmüş ve bir zamanlar mutlu olan adamın ızdırabını bir nebze hafifletebilir ve satın almayı unuttuğu için evladını şeker ödünç almak üzere yolun karşısına göndermiş olan annenin acısını belki biraz daha az hafifletebilir.
Bir çocuğu öldüren adam artık denize doğru sürmez arabasını. Evine doğru sürer sessizce ve yanında eli bandajlı, suskun bir kadın oturur ve içinden geçtikleri hiçbir köyde bir tane olsun mutlu insan göremezler. Tüm gölgeler koyudur, sessizce ayrılır ikisi birbirinden ve çocuğu öldüren adam bilir ki bu sessizlik onun düşmanıdır ve üstesinden gelmek için, yıllarını, benim hatam değildi, diye ağlayarak geçirecektir. Ama kendi hatası olduğunu bilecek ve o anı değiştirmenin hayallerinin kuracak o anı geri getirebilmeyi dileyecektir.
Ama hayat bir çocuk öldürene acımasızdır, o andan sonra her şey için çok geçtir.
Orijinal adı: “Att döda ett barn” olan bu öykü, Naomi Walford’un “The Games of the Night” adıyla İngilizce’ye çevirmiş olduğu kitaptan Türkçe’ye çevrilmiştir. Quartet Encounters, 1986