Jonathan Lethem Şubat 1964, ABD doğumlu; roman, deneme ve öykü yazarı.
1994 yılından günümüze dek 8 romanı, 1 novellası ve 5 öykü kitabı yayımlandı.
1997 yılında yayımlanan “As She Walked Across the Table” adlı romanı geçtiğimiz yıllarda bizde “Yok” adı ile satışa sunuldu.
1999 yılında yayımlanan Morherless Brooklyn (Bizde “Öksüz Brooklyn”) adlı romanı ile prestiji ödüller kazandı, eleştirmenlerden övgüler aldığı gibi okuyucuların da ilgisini çekti.
Romanlarında bilim-kurgu öğeleri ile dedektiflik hikâyelerine dair unsurları ustaca harmanlıyor.
NEVADA’DA OTOSTOP YAPMAK YASAK
Jonathan Lethem
Çeviren: Deniz Moralıgil
Senden beni çöldeki bir siyah nokta olarak hayal etmeni istiyorum; büyük, beyaz bir sayfanın ortasından geçen düz bir hat boyunca sürünerek ilerleyen bir nokta olduğumu düşün. Doğduğuna bin pişman halde; hem mecazi anlamda hem gerçekten kan ter içinde, 1984 yazının ortasında, tam oradayım. Senden şunu hayal etmeni istiyorum: Wendover, Nevada dışında, 80 numaralı Eyaletlerarası yolda, otoyol devriyesi beni çölde öğle vaktinin yakıcı güneşinde bir mil yürüyerek Utah’a geri dönmek zorunda bırakmış. Ama dur, önce şunu açıklamam lazım, henüz yirmi bir yaşındayım ve New England’da otostop çekmek ile Batı’ın yüksek dağlarında ve çorak topraklarında otostop çekmek arasındaki farkı anlamamışım. Öykünün hakkını verebilmem için iki hafta öncesine geri sarmam lazım: turuncu Vosvosuna, böceğine beni almış olan Melvin adlı hippiye.
Üniversitedeki ilk yılımın yazındayım: Arkadaşım Eliot ile birlikte okuldan izin almışız, New York’un kuzeyinde Eliot’un ailesinin evinin oralarda takılıyoruz. Eliot’un annesi ile yiyecek ve yatacak yer karşılığında kocaman evlerinin dış cephesini elden geçirmek ve boyamak üzere anlaşmışız; kendi usulümüzce, yani sallana sallana. Biz bu işlerden ne anlarız ki? Kestirmeden olsun derken boya sedef hastalığına tutulmuş cilt gibi kabuk kabuk dökülmesin mi? Kafamız her gün dumanlı. Pikaba dayamışız albümleri – Parliament, The Minutemen ve Little Feat yoğun biçimde birbiri ardında dönüyor – iskeleyi çıkmışız, aklımızda kaçış hayalleri.
Kız arkadaşımı Vermont’da bırakmışım. Bir haziran gününde onun özlemiyle kızışmış ve kokulardan içim kalkmış vaziyette Eliotların evinden ayrıldım, oto stop çekerek Bennington’a sevgilimi görmeye gideceğim. Arabayla bir saatte gidilen yolu otostop ile üç saatte gitmek New England sınırları içindeki kasabalar için gayet makul bir süre aslında. Başparmağını kaldırırsın, ard arda on ya da on beş kez atlarsın bir arabaya; canı sıkılmış pazarlamacılar; esprili babalar; Hampsire yahut Bard’da okuyan, Toyota Corolla’lı, kafanızı duman etmesi garanti üniversiteliler. Otostop çekmek yormaz adamı, insanlarla kalıcı ilişkiler kurulmaz, zaten kısa bir sohbet edinceye kadar birkaç kasabayı arkanda bırakırsın.
Melvin otuzlarında, sakallı ve atarlı biriydi. Beni böceğine aldı, daha birkaç mil gitmemiştik ki, evet, kafam dumanlanmıştı, ağzımı aramaya başladı. ben de ne varsa önüne saçtım; kız arkadaşım, boya-tamir işi, orada kısılı kalmaktan bunalışım, Eliot ile batıya, Berkeley’deki çılgın amcasını görmek için yollara düşme hayalimiz, ama bir arabamızın olmayışı.
Melvin “Bak, benim bu vosvosu Colorado’ya götürmem lazım“, dedi ve oradan da kız arkadaşı ile geri döneceğine dair bir şeyler anlattı. Tereyağından kıl çeker gibi bir işti bu. Bir hafta sonra, böceği Eliotların orada bırakıp kayıplara karıştı.
Şunu demek istiyorum: Eliot ile beraber, bu arabaya atladık, sürebildiğimiz kadar hızlı sürerek batıda bir yerlerde terk ettik. Arabanın içindeki girintilerde büyük ihtimalle kokain saklanmış olabileceğine dair binlerce espri yaparak tam olarak Kolarado’daki, Golden’a kadar gittik; orada devasa M harfi kazınmış bir dağ bir de, içinde duvardan duvara uzanan kocaman doldurulmuş – başı, derisi, toynakları ile – bir amerikan geyiği bulunan pizzacı gördük. Burası batıda şimdiye kadar gittiğim en uzak noktaydı ve hatta Eliot ile bu koca mıntıkanın üçte birini nasıl geçeceğimizi düşünmek şöyle dursun, konuyu açmadığımızı sonradan anımsadığımız bir yerdeydik.
Burada üç gün pinekledik, hatta bir an geldi Denver havaalanına gidip posta uçaklarından herhangi biri bizi alsın diye uğraştık. Ne kadar gereksiz bir fikirdi, biri bizi almış olsaydı kim bilir nereye götürecekti. Derken Boulder’da bir kişilik ortak araba kullanımı denk geldi, bu Eliot’un skor hanesine bir adet Berkeley’e gidiş olarak yazıldı: zira iki koltuklu, üstü açılır bir otomobildi ve sürücü koltuğunda efsane güzellikte bir kız oturmaktaydı – elbette ben kendisine dönüp bakmadım bile. Bu karşımıza çıkan tek fırsattı. Hal böyle iken günlerdir cesaret edemediğim otostopla yolculuğa mecburen razı geldim.
Bu devasa ölçülerde bir hataydı. Zira, Cheyenne, Wyoming ve San Francisco’dan geçen 80 Numaralı Eyaletlerarası yol; çöl ve dağların aşıldığı, seyrek rastlanan benzin istasyonları ve kumarhane olarak çalışan birkaç mezbelenin olduğu uçsuz bucaksız çorak bir arazidir. Bin millik alandaki iki merkez Reno ve Salt Lake City’dir, geri kalanı Küçük Amerika ve Elko, otomobil lastiği değiştirmek yahut kurt gibi bir sandviçe yumulmak için durmadıysanız adını duyamayacağınız yerler yani. New England’dakinden oldukça farklı biçimde, bu Mars topraklarında otostopçu alan kişi demek – sizi iki kasabanın ortasında bir yerde terk etmek niyetiyle almadıysa şayet, ki şimdi bu bahsi açmayalım lütfen – sizinle saatlerce vakit geçirmeye kendiliğinden talip olmuş kişi demektir.
Aslında buralarda otostop yapmak bir parça, beyzbol topu ile onu ezip geçen birinci lig atıcısı bir sporcu arasındaki, yahut kendi kendini tatmin etmek ile seks yapmak arasındaki ilişki gibi bir şeydi. Şimdi gülüyorum ama, bu fikir ilk aklıma düştüğünde Cheyenne’i kabaca elli mil kadar geride bırakmıştım. Beni Batı Wyoming’deki kanun tanımaz çılgın petrol işçilerinin arabalarına alma tekliflerini kabul etmemem için defalarca uyaran hristiyandan hemen sonra, bir pikap dolusu kanun tanımaz, çılgın olduğu su götürmez tüfekli ve ellerinde biraları olan petrol işçisi ile beraber yoldaydım – bahsettiğim fikir aklıma ilk düştüğünde sanki, bana ölümcül bir hastalık tanısı koyulmuş gibi hissettim. Nevada’da, açıklaması mümkün olmayan bir biçimde doksan mil boyunca bir kamyonet dolusu gazoz nakleden çinli esnafı anımsıyorum. Şoför mahallinde bir kamyoncu ile seyahat edişimi anımsıyorum: sürücü koltuğunu arka bölümünde uyuyan bir bebek vardı, arka tarafta bebekle oturmamı ve yuvarlanıp düşmemesi için göz kulak olmamı istemişti. Polis radarlı bir otomobil yarışçısı ile seyahatimi anımsıyorum sayesinde yüz mili bir saatten az zamanda kat etmiştim. Güneşi, can sıkıntısını ve korkuyu anımsıyorum. Ama hepsinden çok Wendover’ı anımsıyorum.
Utah’ı geride bırakırken bindiğim araçtaki adam – sanırım – Tam Utah sınırında, Nevada’da, 80 Numaralı Eyaletlerarası yolun kumar oynanabilecek en doğusundaki yerde, Wendover’daki en büyük iki kumarhaneden birindeki rock performansına rezervasyon yaptırmıştı. Beni arabasına aldığında günlerden cumaydı, saat dörttü. güneş hala yakıyordu. Neil Young’ın “Everybody’s Rockin’,” şarkısı çalıyordu, arabadaki klimanın serinliğine kendimi bıraktım ve pencereden sevgililerin otoyoldan ayrılarak uçsuz bucaksız beyazın üzerinde kapkara gözler gibi duran kayalıklara isimlerini kazıdıkları olağanüstü, imkansız tuz düzlüklerine dalıp gittim. Otoyoldan saparak, beni Nevada’ya bir mil kadar kala bir şehrin dışında bıraktığında gökyüzü kızarmaya başlamıştı. Ah, beni bıraktığı o yere karşı nasıl da bir tiksinti büyüyor içimde! Aç ve bitkin vaziyette, orada, otoyol boyunca Wendover’ın parıldayan ışıklarına, şehri ve beni çevreleyen çöp yığınlarının içinden bakarak en az bir saat bekledim. Çölde karanlık inmeye başlarken başparmağınız havada beklemek kadar zamanı yavaşlatan başka bir şey yoktur: işte tam o noktada cuma akşamı bir otostopçunun en kötü kabusu gibidir, sanki tüm arabalar hafta sonu tatiline çıkmış mormonlarla doludur. Amerika’da ucuz bir moteli olmayan şehir yoktur, değil mi? Şehre vardım, bir tane olsun ucuz otel bulamadım, sonunda aramaktan vazgeçtim. Wendover iki şeyden ibaretti: Bir çift ışıltılı kumarhane ile krupiyelerin, güvenlik görevlilerinin ve kadın hizmetlilerin kaldığı karavan öbekleri. Stateline adlı kumarhaneye daldım. Silahını havaya doğrultmuş dev bir neon kovboy fotoğrafını görmüşsünüzdür. İşte orası.
Resepsiyondaki kadın güneş yanığı içindeki kokar halime, sanki halısında gördüğü bir pireye bakar gibi baktı. Ter içinde kalmış parama karşılık oda anahtarını elime aldığım andaki rahatlama hissini anımsıyorum yalnızca. Bu rezil yeri arkamda bırakmayı çok isterdim ama o anda, zor günler için sakladığım parayı harcayıp kale duvarlarının arkasına çekilmiş olmak benim için bir zafer sayılırdı. Odaya girince klimayı sonuna kadar açtım, iki günden sonra ilk defa duş aldım ve temiz gömleğimi sırtıma geçirdim. Yatak örtüsünün üzerinde kumarhanenin ikramı olan bir çeyreklik rulosu duruyordu. Bu, yol yorgunu Reno yolcularının en azından miktar da burada para saçacaklarından emin olmak istedikleri anlamına geliyordu. Ama ben öyle yapmadım, aşağıya indim ve paranın tamamını akşam yemeğine harcadım.
Ertesi sabah otelden ayrıldım ve otoyola çıkmadan önceki o noktaya geri döndüm. İşte tam o vakit işler sarpa sarmaya başladı. Orada saat dokuzdan, öğle vaktine kadar bekledim. Arabaları saydım. Tanrı’ya “bundan sonra bir daha asla otostop yapmayacağım” diye söz verdim. Sonra tekrar arabaları saydım. “Yüz tane daha geçsin öyle”, dedim. Yüz tane geçti. Sil baştan yapıp yeniden saymaya başladım. Otoyol devriyesi üç kez yanımdan geçti ama pek aldırış etmedim. Wyoming’te üzerimi aramışlar, beni sorguya çekmişlerdi ve bir şey olmadan atlatmıştım.
Öğle vaktini biraz geçmişti, tam alnıma Wendover’da ebediyete kadar kalmamın yazılmış olduğunu düşünüyordum ki, devriye arabası yanıma çekti ve görevlilerden biri bana sordu. Nevada’da otostop yapmanın yasa dışı olduğunu biliyor muymuşum?
“Hayır,” dedim onlara, “bilmiyordum.”
“Şehirden ayrılmaya çalışıyorum efendim, bir an evvel buradan gitmek istiyorum.“
“Yasak” dediler, “Utah’da otostop çekebilirsin ama burada olmaz.“
“Daha yeni geldim Utah’dan.” dedim, “Batıya doğru gidiyorum.“
“Yazık,” dediler, Utah öbür yönde, doğuda, bir mil ötedeymiş, oraya yürüyerek ve başparmağım inik vaziyette geri dönebilirmişim ve böylelikle yasaları çiğnememiş olurmuşum.
“Ama sonra buradan geçeceğim yine,” diyerek kendimi savunmaya çalıştım.
“Ne yaparsan yap, Nevada’da suç işleyemeyeceksin.”
İşte böylece o sayfadaki küçük nokta oldum. Gün ortasında, güneşin altında, çölün ortasında; ensemden ayrılmayan ağır ağır ilerleyen polis arabası refakatinde, gerçek dünyadaki bir harita üzerinde saçma sembolik hareketlerle ilerleyen bir işaret iğnesi oldum – ta ki üzerinde “UTAH’A HOŞGELDİNİZ!” yazan tabelaya varıncaya dek.
Devriye aranası U-tah’a a yaraşır bir U-dönüşü yaptı. Sanki bir John Wayne filmindeydim, kanun adamı istenmeyen kişiye kasaba sınırına kadar refakat eder hani.
Sonra: Wendower’daki Westbound o yoldaki, saatler sonraki ilk durağımdı. Sonra: Her sürücü, ya gaz almak, yahut çiş yapmak için dururdu. Sonra: Orada sonsuza dek bekleyerek ölebilirdim. Zira kimse konaklama alanından iki dakika evvel bir otostopçu almak için durmazdı.
Polisler beni sınırın Utah tarafında bırakır bırakmaz, yürüyerek geldiğim yere geri döndüm.
Beni uyardıkları noktada durmadım, araba sayma noktası, ölüm noktası. Takadım kalmamış vaziyette orayı geçtim, şehrin içinde ilk gördüğüm benzin istasyonuna girdim. Açıkçası, orada birini beni batıya doğur bir iki mil götürmesi için ikna etmeye, üzerimdeki uğursuzluğu kaldırmaya çalışacaktım.
Görevli ayaklarını sürüyerek yürüyen, Nuh Nebi’den kalma, kara tenli bir adamdı. Bir filmde olsa onu Scatman Crothers oynardı, hani Cinnet filmindeki. Bir filmde olsa inanılmaz gelirdi, evet ya olmaz tabi. Ama aynen öyleydi işte. Öykümü dinledi, güldü ve öyle ağır bir lehçe ile konuştu ki ne dediğini zor anladım.
“İstersen bekle beni hazır olunca seni yolda bir yere atarım.“
“Beklerim.“
“Orada oturabilirsin.“
Oturdum, bekledim ve hazır olduğunda hurdaya dönmüş Reliant’ına bindim. Koltuğumu köpeği ile paylaşıyordum – yaşlı adam ölmek üzereyken yolda bulup kurtardığını söyledi, demek ki aslında bir melekmiş; yahut ben yeni doğmuş bir enik, bir yavru köpek, bir sokak köpeği – ve böylece Wendover’dan kolayca çıktık.
Bundan sonra yalnızca bir kere daha otostop yaptım, aynı gün öğleden sonra, Reno’ya. Oradaki pis otobüs terminalinde cebimde kalan son otuz dolar ile San Frasico’ya giden Greyhound’a bir bilet aldım. Ertesi sabah saat dokuzda Berkeley’deydim. Açık havadaki, bir kahvaltı lokantasında taze sıkılmış portakal suyumu yudumlarken hikayemi Eliot’a anlatıyordum…
Ve tatlı bir Pasifik meltemi esiyordu.