“yaş aktı kan aktı hayat akıyor”
Matruşka Park‘ı bir gece ve bir gündüzde okudum. Toplamda 452 sayfa. Akşam yatağıma girdiğimde başladım, akşam üzeri gazetenin kafesinde, içimde, soğuktan mı yoksa kitaptan mı sebep, kestiremediğim bir duyguyla bitirdim. Adını koyamadım bu duygunun. Kim bilir, belki yazının sonunda isimlendirebileceğim o duyguyu.
Hayatın iyisini kötüsünü, doğrusunu yanlışı, zevkini eziyetini, acısını tatlısını yaşamış bir adam, Osman Kâğıt. Uğur Sencer‘in kitapta anlatıcı konumunda varettiği, gerçekten var olup olmadığını bilemediğimiz, iyi mi kötü mü, siyah mı beyaz mı olduğu konusunda bizleri çokça tereddüde düşüren bir karakter. 46 yaşında ve annesiyle yaşıyor. Öyle tekinsiz bir karakter ki, henüz kitabın ilk bölümünde ciğerimizi dökmeye niyetleniyor: Olay şudur ki, ne iş yaptığını bilmediğimiz Osman, o akşam eve geliyor; yüklü miktarda ödeme alacağını öğrendiğimiz karakterimiz, tamamen kendi içsel inatlaşmasıyla oldukça yaşlı, hayatın sillesini kocasından da oğullarından da yemiş annesine yükleniyor. Yola çıkacağını ve ona bir süre idare edecek miktarda (200 TL) para vermesini istiyor. Lakin fakirliği hücrelerine kadar yaşadığını sonralarından öğrendiğimiz annesi sadece 20 lira verebileceğini söylüyor ve Osman’ın annesine acımasızca yüklenişlerini görüyoruz. Hakaretler, yıldırma hareketleri, blöf olmayan davranışlar… Annesini ağlatıyor. Bile isteye, on senedir aynı ayakkabıyı giyen, iki ayda bir 10 liraya saçlarını erkek kuaföründe kestiren annesini ağlatıyor. Eşyalarını topluyor, sokaktaki çöp konteynerinde yakıyor. Konu komşu dökülüyor sokağa, yapma etmeler… Annesi ise yalvararak ağlıyor. İhtiyacı olmayan parayı alamadığı için, sırf annesini üzmek adına yapıyor bunu ve tüm kitap boyunca “o akşam” olarak anacağı, kendisi ve okur adına önemli bir katarsis noktası yaratıyor bizlere. Henüz kitabın başındayız, on sayfa bile okumadık. Osman’a kinliyiz. Osman’a bilendik. Osman bizi durup dururken yersiz bir gerilimin, gereksiz bir üzüntünün içerisine fırlattı attı.
Osman, hiç aklında yokken yazmaya karar vermiş, yaşadığı olaylar silsilesi nedeniyle dolandırıcılıktan, senaryo yazarlığına, şairlikten yersizliğe yurtsuzluğa, terfilerden azledilişlerden geçmiş bir adamdır. Osman Kâğıt’ın yaşadıklarını bölüm bölüm okumaya başlıyoruz: Çıralı’da yerel bir pansiyonda senaryosunu yazma konusunda anlaştığı film üzerine çalışmaktadır. Senaryonun avansını önden almış, anlaştığı üzere içeceği litrelerce alkolü, karton karton sigarası, akşam yemekleri için harçlığı ile hayatında hiç olmadığı kadar rahattır. Sadece yazması gerekiyordur ama buna önce kendisini hazırlaması ve ikna olması gerekir. Pansiyonda kalanlarla uyuşturucu alemleri yapar, bilgisayarında günlerce oyun oynar, içme yarışında litrelerce her türünden alkol tüketir. Bu süre zarfında onun geçmişine gideriz. Babasıyla yaşadıkları, yurt dışında içine karıştığı hava yolu şirketi tahsildarlığı ve dolandırıcıkları, kaçışlar, ölümler, çalarak elde ettiği yüklü miktarda para… Âşık olduğu Didem’e seneler sonra rastladığında ona yazmaya başladığını söylemesiyle beraber başlayan yolculuğu. Lakin senaryo yazılmamıştır, yazılamamaktadır. “O gece” peşini bırakmamaktadır ve aldığı alkolün, uyuşturucunun etkisinden, saatlerce, günlerce, gecelerce çıkamamaktadır.
Hızlıca akan giden bölümler. Biten senaryo. Araya giren çeşitli kadınlar, ölümlerden dönmeler, harcanan yüklü miktarda para, kullanılan türlü çeşit kimyasal. Kararan gözler. Ölümüne sebep olunan 8 yaşında bir çocuk.
Burada tarif edemediğim bir duygu taşıyor karakterimiz. Osman Kâğıt, kesinlikle iyi bir adam değil. Hem de hiç iyi bir adam değil. Lakin öyle insani duygularla hareket ediyor ve kendiyle konuşmaları, yüzleşmeleri sizde öyle yerlere temas ediyor ki, tamamen kötü de diyemiyorsunuz. İyiyle kötü arasında, siyahla beyaz arasında, tam olarak adlandırmak gerekirse gri bir karakter. Onunla gülmeye, hüzünlenmeye, aramaya, kurtulmaya, vicdan azabı çekmeye başlıyorsunuz. Size sirayet eden bir karakter Osman Kâğıt. Masume değil, hiçbirimizin masum olmadığı gibi. Haddimi aşarak şunu da söylemek istiyorum: Bizlerden daha dürüst, çünkü bizler karanlık yanları olan varlıklarız ve hiçbirimiz onları kabullenme konusunda bir roman karakteri kadar cesur olamıyoruz. İnsanız, zayıfız.
Uğur Sencer, daha önce öykü kitabı çıkmış bir yazar. 2013 yılında da Kutsal Bir Gün filminin senaryosuyla SİYAD En İyi Ulusal Film Ödülü’nü kazanmış birisi. Gerilimi ve görsel sahneleri bolca kullandığı bir kitap kaleme almış Matruşka Park’la. Özellikle Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’na dair yaptığı tespitler, oradan çıkardığı sonuçları karakterine kabul ettirişi, Osman Kâğıt’ın okur nazarında somutlaşmasını sağlayan en önemli nokta.
Karakterin sahiciliği, kitabın olay örgüsü, kurgusu, zaman ve mekân geçişlerinin çok çok önüne geçtiğinden, bu noktalara çokça girmek istemiyorum. Sadece güzel kurgulanmış, gerilimi ve katarsisi için nokta atışları yapılmış bir roman olduğunu söyleyerek geçeyim. Kitabın zayıf yanları yok değil mi; elbette var. Dediğim gibi, kitabın bu zaaflarını Osman Kâğıt’ı biraz daha okumak için seve seve göz ardı ediyorsunuz. İyi kurulan olay örgüsü, anlatımın doygunluğu ve karakterin yaşamına dair yerinde dil kullanımı ise ustaca.
Osman Kâğıt, içine düştüğü durumdan, gözüne düşen karartıdan, vicdanından, annesinin ağlayışından, Didem’den kurtulamıyor. Herbirimizin kurtulmak isteyip de kurtulamadığı benzeş duyguları ve yaşantıları olduğu gibi.
Matruşka Park’ın, benim adıma 2017’nin sürpriz kitabı olduğuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ummadığım bir doygunluk hissi, edebi tatmin. Kitabın en başında bahsettiğim ve tarif edemediğim o duyguyu ise hâlâ tanımlayamıyorum. Olsun, belki yazarın ve hatta Osman’ın amaçladığı da buydu; bilemiyorum.
- Matruşka Park – Uğur Sencer
- İthaki Yayınları – Roman
- 452 Sayfa