İyi bir sinema izleyicisi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak dediğimde Ahmet Uluçay’ı hatırına kolayca getirebilir. Ben de ilk kez bu film ile duymuştum Ahmet Uluçay ismini. Birkaç ay önce ise Uluçay’ın Bozkırda Deniz Kabuğu filminin senaryosunu yazma sürecini anlattığı bu kitaba rastladım: Küller ve Kemikler. Ne gariptir ki senaryoyu bitiremiyor Uluçay. Bu yüzden bir sona sahip değil senaryo/kitap. Zaten sona ihtiyacı olan bir hikaye değil sanki okuduğumuz. Zaman zaman yazarın kendisiyle konuşması sizin iç sesinize karışarak devam ediyor. Bu bir büyü olmalı dedim okurken. Benim iç sesimle konuşabilen bir başka ses. Anlatması güç.
Bir Yakup var hikayede bir de Yakup’un “Sevgili çocuğum” diye seslendiği esas Yakup. Kendi çocukluğuna “Sevgili çocuğum” diye hitap ediyor Yakup. Kendi çocukluğuna, kirlenmemiş bir mâziye, şefkat beslediği yıllara. Her birimiz kendimizle konuşuyoruz öyle ya. Peki biz nasıl sesleniyoruz bize? Herkes için çocukluk masumiyet çağı değil midir aslında? Herkes için biricik ve yeniden yaşanmayacak o eşsiz zaman. Yeniden yaşansa da aynı lezzeti asla duyumsayamayacağımız güzel hatıralar…
Herkes ömrü boyunca bir şeye aşık kalıyor işte. Toprağa, şiire, resme ve nicesine. Uluçay da sinemaya! Bir kavga veriyor aşkı için. Bu kitap o kavgasından kısacık bir ân sadece. Bir köy çocuğunun gözünden nasıl görünür dünya? Bu ve benzeri soruları cevaplayan pek çok film/dizi izlemişsinizdir muhakkak. Ya da en azından bir Mustafa Kutlu öyküsü okumuşsunuzdur. Açıkça söyleyeyim ki bazen böyle bir saflığın olmadığına inandırıyorum kendimi. Ama sonra neden diyorum, biz hep kapitalist bir sermayenin koynunda mı uyuduk? Kendi çocukluğumuzu, saflığımızı nasıl inkar edebiliriz. Hem neden inkar edelim? Şimdi bir yerlerde her birimiz ‘çağ sancısı’ çekiyoruz. Öyle ya da böyle, az ya da çok bir çağ acısı çekiyoruz her birimiz. Eğer bu ağrı paydası ortak kaderimizse Küller ve Kemikler bize ortak paydamızı hatırlatıyor yeniden. Bir örnek olsun diye şu satırları alıntılıyorum:
Hislonlar, Omikronlar… Kimi Romen rakamlı, kimi fosforlu, kimi bilmem neli… Saati fosforlu olanlar saatlerinin marifetini gece gösteriyor. Bu yüzden akşam yemeğinden sonra köy meydanında toplanıyoruz. Akrepler, yelkovanlar, rakamlar karanlıkta pırıl pırıl…
Bir köy meydanında olmasa bile İstanbul’da bir mahallede bu hatırayı aynen yaşadım. Siyah kordonlu minik bir saatim vardı. Biran evvel karanlık çöksün de saat maharetini göstersin isterdim. Bunu yaşayan kaç yüz çocuktuk düşünsenize? Şimdinin ya da geleceğin kötülüğünden değil aslında bizim çağa olan hıncımız. Geçmişimiz fosforlu saatler gibi ışıldıyor ya zihnimizde. Bizim tüm hüznümüz buna. Geçmiş orada kaldı ve orada kalmaya mahkum. Çünkü zihnimizdeki o küçük sarayından çıksa ‘kirlenecek’. Yakup, sevgili çocuğuna hep böyle söylüyor. Orada kal çünkü burası kirli. Burayı kirli yapan da biz Yakuplarız halbuki. Kitabı mı tanıttım içimi mi döktüm birbirine karıştı değil mi? Evet ama olsun, kitapta da tam böyle bir durum var işte.
Yakup’un kimi zaman neşeli kimi zaman kederli hatıraları arasında sanat, post-modernizm, mutluluk gibi kavramlar üzerine tanımlar yapılıyor. Ayrıca Uluçay’ın sinemaya dair düşüncelerine dokunuyorsunuz pek çok satırda. Velhasıl sinemaya sevdalı bir adamın kaleminden buruk hikayeler dinlemek isterseniz mutlaka okuyunuz.
Mezkûr Kitap: Küller ve Kemikler
Mezkûr Yazar: Ahmet Uluçay
Yayına Hazırlayan: Ayşe Pay
Sâir Ayrıntı: Küre Yayınları, İstanbul 2015