Arşiv Odası’nın yeni kaydında sizlere Âşık Veysel ile 1960 senesinde yapılmış söyleşiyi sunuyoruz. Sanatını ve şiir dünyasını Âşık Veysel’den dinliyoruz.
Söyleşi yararlanılan kaynaktan müdahale edilmeden taşınıldığı için, metinde imlâ hataları orjinalinde de yer almaktadır.
İyi okumalar dileğiyle.
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
1894 yılında Sarıkışla’nın Sivralan köyünde dünyaya geldi. 7 yaşında tutulduğu çiçek hastalığı sonunda gözlerini kaybetti. Oğlunun bu haline üzülen babası, gönlünü eğlendirsin diye Veysel’e bir saz alır. O gün bugün Veysel sazıyla dert ortağı olur.
Okuma yazması olmayan Veysel’in, duygu ve düşünce yüklü birbirinden güzel şiirler söyleyebilmesi gerçekten düşündürücüdür. İlhan Başgöz’ün bir yazısında çok güzel belirttiği gibi, “Onun kafası kapalı bir tefekkür makinesidir. Oraya düşen her fikir, Veysel’in akl-ı selimi ve sanatkâr duygularıyla kucaklaşarak mükemmel bir sanat eseri olur çıkar. Veysel, asrın kültürünü bilmeyen, fakat köyü ve köylüyü tanıyan bir sanatkârında sanat hayatında neler yaratabileceğinin canlı bir örneğidir. (Radyo Mecmuası, sayı: 25, yıl: 1943)
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU NE DİYOR?
Âşık Veysel’i 1944’de Sivas’ta tanıdım. O günden bugüne 16 yıl geçti. Bu süre içinde kendisiyle üç defa konuşmak imkânını bulabildim. Aşağıdaki yazıda 1944, 1953 ve 1959’da yapılan ve birbirini tamamlayan bu konuşmaları sırasıyla özetlemeye çalışacağız:
VEYSEL’DEN BAZI DÜŞÜNCELER
“Herkes âşıktır. Fakat her biri bir güne (bir türlü).”
“İnsanda ruh gençliği ve gönül zenginliği vardır. Nice zenginler vardır ki onlar herkesten fakir ve dardırlar.”
Zemine ve zamana göre ustaca konuşur. O’na göre herkesin, her şeyin kendine göre bir değeri vardır: Bir gün Sivas’ta bir lokantada beraber yemek yiyor, şiirler ve sanat üzerine konuşuyorduk. O, bu sözleri sessiz sedasız dinledikten sonra şu güzel mukabelede bulunmuştu:
“Bu üzerinde yemek yediğimiz masa ne kadar eder? Mesela on lira. Fakat on paralık mıh olmasa bu masa olur mu idi? Bu dünyada herkesin kendine göre bir lüzumu, değeri ve manası vardır.”
Yaşlılıktan hiç hoşlanmaz ve ölünceye kadar genç kalmak niyetindedir:
“Ben ölünceye kadar gencim, öldükten sonra ne olursam olayım.”
Büyük felaket ve ızdıraplar, ekseriya insanın içinde mevcut bazı cevherleri çıkarmaya yararlar. Veysel bu olayı aynen şöyle anlatıyor:
“Farz edin ki içinde cevher olan bir dağ var. Dağın cevherini meydana çıkarmak için onu kazmak yaralamak lazım. Aynı şekilde insan da büyük ızdıraplar ve yaralara maruz kalırsa aynı şekilde o da -eğer varsa- cevherini meydana çıkarır.”
-En çok hangi türkünüzü seversiniz?
-Bir insanın on tane çocuğu olsa hepsinin ayrı ayrı tadı vardır. Bunu fazla seveyim olmaz.
-Aynı parçaları her çalışınızda aynı heyecanı duyar mısınız?
-Biz türkülerimizi daima artan bir heyecan ile söyleriz. Bizi yıldıran, usandıran şey, halkın alakasızlığıdır. Halk alaka duyduktan, bizi can-ü gönülden dinledikten sonra biz daha çok taşar ve coşarız.
–Şiirlerinizi birdenbire mi yoksa zamanla parça parça mı yazarsınız?
-İnsanın içinde bir derya vardır. O bazen coşmak, taşmak ister. Ama sakın kendimi deryaya benzetiyorum sanmayın. Ben katrenin katresi bile değilim. Bazen öyle hal oluyor ki, gönlüm başkalaşıyor, kendimden geçiyorum. O zaman içimden doğan bu yavruyu olduğu gibi meydana çıkarıveriyorum.
-Yani bütün şiir bir anda mı meydana geliyor?
-Evet.
-Peki, her sıranın sonundaki birbirine benzer sesteki kelimeleri bulmakta güçlük çekmiyor musunuz?
-Hayır, içerinin kapısı açılınca hepsi arka arkaya sıralanıveriyorlar. Ah insanın içi ne zengin bir hazinedir. (1944)
İlk konuşmamızda beni edebiyat öğretmeni olarak tanıyan Veysel, ikinci konuşmamızda karşısına gazeteci olarak çıkınca dedi ki:
-Siz gazeteciler tıpkı röntgen makinasına benzersiniz. Nasıl röntgen insan vücudunun filmini alırsa, siz gazeteciler de sorduğunuz çeşitli sorularla insanların düşüncelerinin, duygularının filmini alırsınız. (1953)
-Radyoda ilk çalışınızın ve okuyuşunuzun hikâyesini anlatır mısınız?
-İzmir’de Umum Tütün Mağazaları’nın müdürü vardı. İsmi herhalde Nihat olacak. O, Doktor Temirali, Mimar Necmeddin, Mimar Ömer hep birlikte Necmeddin Bey’in evinde toplandık. Sanat meraklısı olan bu ev sahibi, benim hayatımı yazdıktan sonra Yedigün Mecmuasına bir mektup yolladı. Bize de bir mektup verdi, gidin Yedigün Mecmuasının Başmuharririne bunu verini dedi. Biz oradan Balıkesir- Bandırma yoluyla gelirken yolda mecmuayı gördük. Tercüme-i halimiz çıkmıştı. Sonra İstanbul’a geldik, muharriri bulduk, mektubu verdik. Biz tabii ne yazdığını bilmiyoruz. Muharrir mektubu okudu. O da bir mektup yazarak bize verdi; gidin bunu Tokatlıyan Handa Mesut Cemil Bey var, ona verin dedi. Gittik, mektubu verdik. Açtı okudu.
Mesut Cemil Bey o günlere ait bu eski hatırayı kendisi aynen şöyle anlatır: “Mektuba baktım, adamlara baktım, acaba bu ne söyleyecek? Ne biliyor, hiç matlup etmiyorum bundan bir şey. Çalın bir dinleyeyim, dedim.” Çaldık. Evvela:
Seherde ağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım
Ciğerim dağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım.
Bunu çaldık. Ondan sonra:
Mecnunum Leylâ’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti
Ne sordum ne de söyledi
Kaşlarını yıktı geçti.
Bunları çalınca akşam saat sekizde gelin dedi ve ağladı.
Akşam saat 8’de vardık. Mikrofonun başına oturunca bize şu öğüdü verdi: “İyi söyleyin, sizi dünyanın her tarafı dinleyecek.”
Ben zannettim, buradan Almanya’ya, Amerika’ya sesi duyurmak için bağırmak lâzım, alabildiğime hızlı söyledim. O şarkıyı bitirdikten sonra ikinciye gelince Mesut Cemil: “Hiç kendini üzme, en hafif de söylesen duyulur, yalnız kelimeler açık olsun, öksürük filan itmen” dedi.
Neşriyatımızı bitirdikten sonra bir de baktık deste deste kurdelâlarla bağlanmış çiçekleri masanın üzerine doldurdular. Mesut Bey:
“İstanbul halkı sizi çok sevdi” dedi.
Biz oradan çıktık. Bizi Arapkirli Mehmet Efendi namında biri bekliyormuş. Kuledibi’nde bir apartmanda kapıcı imiş adam. Bizi aldı evine götürdü. Orada biz yiyip içip çalıp çağırmaya başladık. Biz çıktıktan yarım saat sonra Atatürk rahmetli telefon etmiş radyoya, onlar kim ise bana gönderin, demiş. O kör talih orada da yolumuzu kesti. Cevap vermişler:
“Çıktı, adreslerini bilmiyoruz.”
Polis Müdüriyetine emir vermiş, bunları bana bulacaksınız, demiş. Saat 12’ye kadar polisler İstanbul’un her tarafını aramışlar, yok. Sabahleyin Radyoevine gelince Mesut Cemil Bey:
“Neredeydiniz yahu, bir fırsat kaçırdık ki” dedi. Neymiş dedik, meseleyi bize anlattı.
Ah ne yapalım, başka türlü bir çare nasıl bulunur? diye sordum.
“Yaver Şükrü Bey’e bir mektup yazayım da gidin oraya kadar, bakalım ne çıkar, talihe.” dedi.
Mektubu aldık, koynumuza koyduk, sazımızı elimize aldık. Dolmabahçe Sarayı’na kadar Fındıklı tarafından geldik, askerler var, bırakmadılar. Tramvay yahut Beşiktaş tarafındaki kapıya geldik. Polisler ne o, nereye gidiyorsunuz? diye bırakmamak istediler. Oradaki komiser bırakın bırakın, akşam Atatürk 12’ye kadar onları arattı, dedi ve bize yol verdiler.
Sarayın alt katına kadar vardık. Orada sazları filan görünce:
“Ne var, ne istiyorsunuz?” dediler. Yaver Şükrü Bey’i göreceğiz, dedik. Haber verdiler, Şükrü Bey geldi, mektubu verdik, açtı okudu:
“Evet, akşam 12’ye kadar aradık ve bulunmadınız. Malum ya o bir keyif zamanı idi. Şimdi söylemek icap etmez ve söyleyemem. Eğer öyle bir zamanda hatırlayacak olursa ben sizi yılanın deliğinde olsa bulurum.” dedi ve adresimizi aldı. Hâlâ o geliş bu geliş. Kısmet olmadı. Hatta bazı gazetelere şöyle yazı verdim. Ben Atatürk’ü çok seviyorum. Ama herkes gerek şahsan, gerekse fotoğrafından görüyorlar, istifade ediyorlar. Ben ise bunların hepsinden mahrumum. Kulaklarımla sesini işitmeyi candan arzu ediyorum, dedimse de kısmet olmadı.
–Cumhuriyetin onuncu yılında Atatürk’ten bahseden bir şiirinizi bizzat kendisine okuyabilmek heyecanıyla bir arkadaşınızın beraberinde 3 ay yalınayak, başaçık yürüdükten sonra Ankara’ya varmışsınız, fakat destanınızı Ata’ya okumak nasip olmamış. Bu olayı anlatır mısınız?
-Bu uzun hikâyedir. Kısacası Ankara’ya geldik. Burada birçok yerlere danıştık. O zamanlar Atatürk’ü görmek, O’na yanaşmak kolay değildi. Gayem onun için yazdığım destanı, kendisine bizzat okuyup duyurmaktı. Buna bir türlü imkân bulamayınca Hakimiyeti Milliye Matbaası’na gittik, Falih Rıfkı Bey’le görüştük. Beğendiler, derhal fotoğrafımı çektiler ve yazıyı aldılar. Üç gün devamlı birbiri üstüne yazdılar. O zaman da Acem Şahı geliyordu Ankara’ya, o hazırlıklar vardı. Bizim dileğimiz, Atatürk okur da merak eder ve kimdir bu adam, diye çağırır ümidi idi. Bundan da bir şey çıkmayınca gerisin geriye memlekete döndük.
-Dünyada hoşlanmadığınız insanlar kimlerdir?
–İnsanların hepsinden hoşlanırım da bazı insanlarda riya vardır, bazılarında yalan vardır. Bazı insanlar ise çok yemin ederler. İşte bu ahlaklarını sevmem. Yoksa insanların hepsini severim. Yemin kötü ahlaklı insanların bir yardımcısı, yalan da kal’ası.
-Sizce şiir nedir?
-Şiir bir evlattır; ölmez bir evlat.
-Eski şairlerden kimleri seversiniz?
-Emrah, Karacaoğlan, Yunus Emre…
-Bugün şiir yazanlardan beğendikleriniz…
-Erdoğan Alkun, Ali İzzet. Fakat yalnız benim beğenmem para etmez, herkes beğenmeli.
-Bugün halk şairi olarak tanıdıklarınızdan kimler var?
-Talibi, Ali İzzet, Dursun Cevlani.
Bu dünyayı kendi gözleriyle göremeyen Veysel’e son olarak şu suali soruyorum:
-Nasıl kendi âleminiz size yetiyor mu?
-Evet, yetiyor, hatta artıyor bile.
Kaynak: Mustafa Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? – Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık – 1960 Baskısı