Felsefe tarihi boyunca, bilhassa modern felsefeyle birlikte, “ben” kavramı popüler bir uğraş alanı olmakla birlikte, bazı felsefelerde “ben”, üstüne felsefe inşâ edilecek birincil gerçeklik olarak karşımıza çıkarken –örneğin Descartes, örneğin Fichte gibi-, bazı felsefelerde “ben”e bir epifenomen olarak rastlarız. Yine de 17. yüzyıldan itibaren, “ben”e hemen her felsefede başat bir rol biçilmiş gibidir. İlk keskin örneğimiz olan Descartes’ta “ben” meşhur önerme “cogito ergo sum” yani “düşünüyorum, o hâlde varım” olarak ifade edilir. Bu önerme, Descartes felsefesinin metodik şüphe yöntemiyle ulaşılmış, yalın, açık seçik ve üzerine felsefe inşa edilecek kesinlikte önermedir. Descartes, meditasyonları sonucu, her şeyden şüphe edebileceği, fakat şüphe eden bir “ben”den şüphe edemeyeceği yargısına ulaşır. Buradaki “ben” çoğu zaman “tin” ile ya da zihin kavramıyla analojiktir.
Descartes’ın, “ben”i bu denli yalın bir şekilde ortaya koyuşundan sonra, 19. yüzyıl Alman İdealizm’i ile birlikte, “ben” daha kavramsal bir rol üstlenmiş ve “ben olmayan” ile ilişkisi içinde, diyalektik bir mefhum olmuştur. Alman İdealizm’inin karakteristik filozoflarından Fichte, aslında bir epistemolojik süreci “ben” üzerinden aktarır. Bilmek işinin, önce “ben”i ortaya koymak, daha sonra “ben”in karşısına “ben olmayan”ı yerleştirerek “ben”in kendisini tanımasına olanak sağlamak süreci olduğunu aktaran Fichte felsefesi, en başta katı bir idealizmi benimsediği için, “ben olmayan”ı da “ben”in içine yerleştirmek zorundadır. Yani aslında tasarıda “ben”in dışına taşan bir şey yoktur. Ben ve ben olmayan “ben”in içinde verilidir. Ben, ben olmayan üzerinden kendisini tanır. Süreç ise formüle edilmiş hâlde şöyledir: Ben görülür ve tanınır, daha sonra ben olmayan karşıya dikilerek ben’in ayırdı sağlanır. Bu tanıma sürecinin ereği ise ben’in özgürleşmesi, kendisini tanıma yoluyla mutlağına ulaşarak kendisini gerçekleştirmesidir.
Hegel, benzer bir süreci efendi-köle diyalektiğinde anlatır. Buna göre “ben” başka bir “ben” ile karşılaştığında kendisini ona tanıtma, kabul ettirme yoluyla özbilincine erişmeye çalışır. Klasik söylemle, tez-antitez-sentez sürecinin işlediği bu karşılaşmada, kendisini diğer “ben”e kabul ettiren, özbilinç yolunda adım atar. Bu diyalektik süreç, kabaca efendi ben, köle ben olarak bir güç ve kabul ettirme mücadelesini ifade eder. Fichte’de olan şey, ben’in karşısına ben olmayan’ı yani bir anlamda doğa’nın kendisini koyarak ben’in kendisini tanımasıyken, Hegel’de ben, öteki ben ile bir mücadeleye girişir.
Buralardaki problem ben’in kendisini nasıl bilinç nesnesi yapacağı sorunudur. Ben ve bilinç analojisini kurarsak, bilinç, kendisini kendisine nesne olarak nasıl ortaya koyacaktır? Bu problem de 20. yüzyıl filozofu Wittgenstein tarafından şöyle ortaya koyulur: “Ben her nesneyle nesnel olarak karşılaşır, ama ben’le karşılaşmaz.” Yani, özbilinç de denen süreçte, ben’in kendi bilincine varması süreci, teoride imkansız bir süreçtir. Ben, hiçbir zaman kendisini kendisine bir nesne olarak ortaya koyamadığından, ben ile ben’in nesnel olarak karşılaşması imkansız süreçtir.
Sonuç olarak, ben’in kısa evrim tarihinde, günümüze dair birkaç done elde edilebilir:
-Ben vazgeçilmez olandır, fakat ben olmayan da ben için vazgeçilmezdir.
-Ben ontolojinin temelidir, fakat ben’in temeli enteresan sorulara gebedir.
-Ben’i tanı, ben olmayan’ı sev.