Nurullah Ataç
Gene Yalnızlık
112 Sayfa
Yapı Kredi Yayınları
“Ona boş, buna boş derseniz yaşamanın tadı mı kalır?”
Bugün deneme denildiğinde akla gelen ilk isimlerden olan Nurullah Ataç’ın 19 tane birbirinden farklı seçme denemesi ile karşı karşıyayız. Tüm kitapları boyunca yalnızlığınıza ortak olmaya gelmiş sohbet sever biri olarak oturuyor karşınıza Ataç. Siz çayınızı alıp oturduğunuzda o da gelip sizinle güzel bir sohbete koyuluyor. Bu sohbet öyle güzel ki, yeri geldiğinde sert atıflarıyla bıyık altından güldürüyor, yeri geldiğinde kendini eleştirip yanaklarınızı kızartıyor.
“Anlattığından belli, hayvancağız oynamak istermiş. Ama Tevfik Fikret o ukalaca, böbürlenen edası ile: ‘Benim bütün sevdiklerim işte böyle çıktı.’ diye yanıp yakınır.”
Ama her seferinde sizin sorularınızı da araya sıkıştırıp cevaplarını yerleştiriyor satır aralarına, kafalarınızda soru işareti bırakmıyor. Öyle güzel bir Türkçe ile konuşuyor ki bir anda yer ve zaman algınızı kaybediyorsunuz. O an 50’lerin İstanbul’unda buluveriyorsunuz kendinizi.
“Memleket uğrunda tehlikeyi göze almak nasıl boynumuzun borcu ise zaman uğrunda da göze almak boynumuzun borcudur. Uçağa o binmez, bu binmezse uçak da herkesin alıştığı, her zaman binilen bir taşıt olamaz.”
Karşınızda o oturmuş konuşur iken kendinizi pür dikkat ona odaklanmış buluyorsunuz. Öğrenecek daha çok şeyiniz olduğunu yüzünüze vuran Ataç, nefes almadan o kitaptan o şiire atlarken keşfedilecek uçsuz bucaksız bir dünyanın içinde kayboluyorsunuz.
“Bayılırım ben Nerval’in şiirlerine. Fransızların en doğru şairlerinden biridir o. Baudelaire’den geçebilirim, zaten çoktan geçtim, Stephane Mallarme ile bir de ondan geçemem.”
Kelimeler, bu güzel sohbetle akıp giderken kendini Fransızcaya kaptıran Ataç, Fransa sokaklarına alıp bırakıyor sizi. Güneş ısıtıyor bedeninizi, güzel bir koku sarıyor etrafınızı…
“Paris’in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: Nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: ‘Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?’ Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: ‘Sahi! Ne de güzelmiş!’ diyorlar.”
Peki ya bugün hâlâ Ataç, geçen onca zamana rağmen onu okumaya devam ettiğimizi görseydi ne derdi? Bizi klasiklere bağlı kalmakla suçlar mıydı? Yeniliğin zorluğundan, yeninin manasını anlamaktan, güzelliğini duymaktan kaçtığımızı mı düşünürdü? Oysa o eski özlemi hepimizde yok mu sanki! Yeniye kötü kötü bakmasak da eskilerden elimizi ayağımızı çekmemek gerek pek tabii. Belki de ufak bir gülümseme yerleşirdi yüzüne. Mırıldanırdı kendi kendine “yeni yetişenler de ilgi gösteriyor bana, benim yapamadıklarımı yapacaklar başaracaklar” diyerek…
“Bu ülkede gerçekten bir düşünce hayatı, gerçekten bir ‘yazın’ yaratmak istiyorsanız, bırakın bizi bir yana. Biz gerçekten bir şey yapmış değiliz…”
Kelimeler sayfalarca akıp giderken aynı zamanda düşündürüp, sizi de yazmaya teşvik eden bu sayfalar, zamanın nasıl geçtiğini size unutturacaktır. Gözden kaçırılan onlarca konuya dikkat çeken bu seçme denemeleri herkesin kesinlikle okuması gerek.