Yaklaşık iki buçuk saattir bu boş sayfanın başında oturduğumu söyleyerek başlayayım. Çünkü nereden başlayacağımı bilmiyorum. Javier Marias’ı yıllarca okuyup sevgimi yakın çevremle paylaşıyordum. Fakat herkese kalbimi açmak biraz zor geliyor özellikle de yaram tazeyken. İki buçuk saatin ardından başlığı yazabildim. O da bahsedeceğim gibi bana yol gösteren paragrafın içinden bir cümle idi. Yeniden bana yol gösterdi. İşte başlıyorum.
Acı Bir Başlangıç Bu, kitabı Javier Marias’ı tanıdığım ikinci kitaptı. 2018 yılının başlarında okumuşum. Ondan öncesinde de Beyaz Kalp kitabını okumuştum. Sonbahar yağmuru korkutucu derecede pencereleri döverken beni seçen Beyaz Kalp’i okumayı bitirmiştim. Acı Bir Başlangıç Bu kitabında çok başarılı bir iş adamının yanında çalışan bir genci konu alıyordu. Genç adam onun evine girebilecek kadar güven kazandıktan sonra evinin koridorlarında dolanıyor, iş adamının güzel eşi ile tanışıyor ve başarısı ile ünlü patronunun her hareketini izleyerek kendisine tecrübe katabilecek her şeyi sünger gibi emmek için hazırda bekliyordu. Çalışma odasına ne zaman girse patronunu yerde uzanırken bulur. Önceleri sormaya çekinir fakat sonrasında merakına yenilir ve yerde uzanmasının sebebini sorar. Patronunun cevabı şu olur: “Yer en istikrarlı, en sağlam ve en makul zemindir, göğü yahut tavanı insan en iyi yerden görür, ayrıca da en iyi yerde düşünür insan. Çünkü insan yerdeyken düşemez, yerden daha aşağıya da düşemez, burada olduğundan daha da alçalamaz ki…” O günden beri yere uzanırım. Bunun bir terapi olduğuna da inanırım bu arada. O dönemde üniversite öğrencisiydim. Sınavların stresini ya da tezin yoğunluğunu bir dakikalık yere uzanmalar ile çekilebilir hale getirdiğimi düşünüyorum. Daha sonrasında katıldığım bir eğitimde bizi destekleyen iç sesimizi bir karaktere benzetmemiz istendiğinde aklıma işte o patron gelmişti. O yüzden dibi gördüğümde kendime bir dakikalık dinlenme süresi veririm. Çünkü bundan sonra yukarı çıkacağım. Yani yolum uzun.
Javier Marias Franco, 20 Eylül 1951 yılında Madrid’de filozof baba Julian Marias ve gerçeklikle alakası olmayan yazar anne Dolares Franco’nun beş çocuğunun dördüncüsü olarak dünyaya gelir. Ülkede savaş, düşüncelerin farklılıkları vardı ve tahmin edersiniz ki her düşüncenin kabul edilebilir olmadığı bir dönem hepimizin hafızalarında bulunmuştur. Julian Marias, İspanya İç Savaşı sırasında savunduklarını yüksek sesle söylediği için neredeyse idam edilecektir. Fakat bu olmasa da baba Julian artık göçebe gibi geçici öğretmenlik yapabileceği bölgelere taşınarak hayatını geçirmek zorunda kalacaktır. Javier Marias daha birkaç aylıkken babasının Wellesley Koleji’nde geçici öğretmenlik yapacağı Massachusetts’e giderler. Daha sonrasında geçici öğretmenlik yapacağı okul Yale olunca birkaç yıl içerisinde New Haven/Connecticut’a taşınırlar. Böylesine entelektüel bir ailenin içerisinde Javier Marias da kitaplar okuyarak büyür. 1968 yılında, Marias 15 yaşındayken, yazdığı kısa öyküsü ilk kez Barselona gazetesi olan El Noticiero Universal’da yayınlanır. 17 yaşına geldiğinde film yönetmeni olan amcasının yanına yaz tatilini geçirmek için Paris’e gider. Burada film yönetmenliğini tecrübe eder. Amcasının bir filmi nasıl yönettiğini izleyerek ve amcası için senaryolar yazarak zamanını geçirir. 20 yaşına geldiğinde ise ilk kitabını yazar: “Los Dominios Del Lobo”. Akıl hocası olarak gördüğü Juan Benet ilk kitabına hemen bir yayıncı bulur.
Madrid’de eğitim gördüğü Complutense Üniversitesi‘nde İngilizce Felsefe ve Edebiyat bölümünü 1973’te bitirirken ikinci kitabını da çıkarır: “Travesía del horizonte”. İkinci kitabından sonra birkaç yıl çeviri ile ilgilenir. John Ashbery, Stevens, W. Butler Yeats çevirisini yaptığı yazarlardan sadece birkaçı. Çeviri yaptığı birkaç yıl 1983’ten 1985’e kadar olan süreçte zirveye ulaşacaktı. 1983 yılında Oxford Üniversitesi Modern ve Ortaçağ Dilleri Okulu‘nda İspanyol Edebiyatı öğretmeye başlar ve bir süre sonra Boston’daki Wellesley Koleji‘nde profesör olarak devam eder. Madrid’e döndüğünde, Complutense Üniversitesi‘nde Çeviri Kuramı profesörüdür. Javier Marias yaşadığı her andan ilham alır gibi hayatın kendisine gösterdiklerini yoğurup güzel bir şekle benzetiyordu. Üniversitede öğretmenlik yaptığı bu dönemden sonra 1989 yılında üniversiteyi alaycı bir dille anlattığı kitabını yazdı: “All Souls”(Tüm Ruhlar, Yapı Kredi Yayınları).
“Başımıza gelen her şey, konuştuğumuz ya da bize anlatılan her şey, gözümüzle gördüklerimiz ya da kulaklarımızla dinlediklerimiz, tanık olduğumuz her şeyin bizin dışımızda bir alıcısı olmalıdır ve o alıcıyı olup bitenlere ya da bize anlatılanlara ya da kendi söylediklerimize göre seçeriz. Her şey birisine anlatılmalıdır. Hep aynı kişiye değil, ille aynısına değil.” (Tüm Ruhlar, sayfa 122)
Oxford’dan sonra Madrid’e dönen Javier Marias, şehrin en iyi yerinde kitaplarla dolu bir daire tutar ve yaşamının çoğunu bu evde geçirir. 1994 yılından sonra düzenli olarak kitaplarını yayımlamaya devam ederken El Pais’in de haftalık ekinde yazmaya başlar. 2002’de okurlarının çoğunu etkileyecek olan “Your Face Tomorrow” (Yarınki Yüzün, Metis Yayınları) kitabını çıkarır. Kitap 1500 sayfadan fazla olduğu için sonradan üçe bölünerek seri halinde okunabilir hale getirilir: “Your Face Tomorrow: Fever and Spear(2002); Your Face Tomorrow: Dance and Dream (2004); Your Face Tomorrow: Poison, Shadow, and Farewell(2007)” (Yarınki Yüzün: Ateş ve Mızrak; Yarınki Yüzün: Dans ve Rüya; Yarınki Yüzün: Zehir, Gölge, Veda)
“Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gereken bağ da nadirdir.” (Yarınki Yüzün: Ateş ve Mızrak, sayfa 11)
Javier Marias’ın kitaplarının yanı sıra çok konuşulan bir olayı daha vardır. “Narrativa Edebiyat Ödülleri”nin o yıl kendisine layık gördüğü ödülü hiçbir hükümete borçlu olmak istemediğini söyleyerek reddetmiştir. Bu durum birçok ödül verilirken reddetme şüphesi doğursa da Javier Marias, 1996 yılı Femina Yabancı Roman Ödülü (Prix Femina Étranger), 1997 yılı Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü (Duais Liteartha Idirnáisiúnta Bhaile Átha Chliath), 2010 yılı Amerika Edebiyat Ödülü (America Award in Literature), 2011 yılı Avusturya Devlet Ödülü, 2013 yılı Fermentor Ödülü (Prix Formentor) sahibi olmuştur.
Javier Marias kitaplarında hiçbir zaman düşüncelerin önüne olayı koymamıştır. Ne zaman okusam karakter kapıdan atacağı küçük bir adımı ağırdan alırdı sanki. Javier Marias o bir adımın üzerinde düşüncelerini, duygularını veya sadece başka bir şeyi anlatırdı. Ne orada atacağı bir adımı unutur ne düşüncelerin içinde boğulurdu. Bu sanki küçük bir çekmecenin içerisine sıkıştırılan belgeler gibi hissettirirdi bana. Deştikçe kaç yıl önceki kayıp fotoğraflar da orada bulunurdu, lazım olur diye saklanan kağıtlar da. Bir kez dağıldı mı içinden çıkılmaz saatlerce incelenirdi. Ama o çekmecenin yüzüne bakmasanız da her zaman ihtiyacınız olduğunu bilirdiniz. El altındaydı, kolay ulaşılırdı, ortalıkta kalabalık yapmamalıydı. Javier Marias anlatımı, işte o çekmecenin içi gibiydi. Karıştırdıkça sayfalar ilerliyordu. Ama biliyordunuz ki o çekmecenin içinden ne çıkarsa çıksın hep sizinle ilgiliydi. O yüzden dağılmak değil düşünmek için duruyordum.
Yakın zamanda Gazete Duvar’da okuduğum bir yazıda da bu ikilemin yaşandığına şahit oldum: ‘Zamanın Karanlık Yüzü’ndeki cümle, kendisini mi, yoksa romanın başkarakterini mi anlatıyordu pek belli değildi: “Yaşamı, düş gücünün ürettiği ya da öyküleyip kaleme aldığı ve yayımladığı şeyler sayesinde zenginleşen ya da o yüzden lanetlenen ya da sadece değişen yazarların ben ne ilkiyim ne de sonuncusu olacağım.” (Ali Bulunmaz)
Henüz Javier Marias ölmemişti, ben Duygusal Adam’ı okumuştum. Yorucu geçen dönemimin içerisinde okuduğum hiçbir kitabı tam olarak anladığımı düşünmüyordum. Olaylar oluyor ve geçiyordu ben ise olduğum yerde duruyordum sanki. Sonra Duygusal Adam’ı aldım. İnce olması da içimi rahatlatmıştı ama onun bir sayfasının en az otuz sayfalık bir duygu yükünü sırtıma bırakacağını da biliyordum. Normalde bu kadar kısa bir hikâyeyi iki bilemediniz üç günde bitirebilecek potansiyele sahip ben Duygusal Adam’ı ikinci haftaya yürürken bitirmiştim. Bitirdikten sonraki hislerimi keşke yazmak yerine buraya dökerek gösterebilseydim. Ben hayatımda böylesine tatmin edildiğimi hatırlamıyorum. Altı üstü kısa bir hikâyenin konuğu olmuştum. Ama durup düşünmelerim, kendimi irdelemelerim ve karakteri anlamaya çalışırken Javier Marias ile işte o bahsettiğim bir adımı atmaya çalışmalarımız beni öylesine doyurmuştu ki kitap bittiğinde tamam demiştim, şimdi bana vurun, bakın ölmem.
Duygusal Adam, bir opera sanatçısının mesleğiyle ilgili yaşadığı zorlukları anlatırken bir yandan da Madrid’e bir gösteri için geldiği sırada karşılaştığı kadını anlatıyor. Opera sanatçısı otelin barında içkisini içerken tanıştığı kadının çok ünlü bir adamın eşine refakat ettiğini öğrenir. Daha sonrasında bahsedilen kadın içeri girer. Kendisiyle birlikte asaleti de öylece bara yaklaşmaktadır. Opera sanatçısı bu kadın ile birlikteyken hissettiklerini, opera sanatçısı olmanın zorunluluklarını yapıp yapmamak arasındaki çelişkisini ve bu asaletiyle gözünde başka bir şey olmasına izin vermeyen kadının oldukça asık suratlı kocasıyla yaşadığı özel hayatına olan merakını anlatır. Kadına olan hayranlığını fark eden kocası ile hoşlandığı kadın arasında ezilip yok olacağını düşünen genç opera sanatçısına aşkın sönmez ateşi cesaret verir ve olayın arkasında o adım yavaş yavaş atılırken son hiç beklemediğiniz gibi olur.
“İnsanlar bazen birbirlerini anlamak için mücadele eder, hiç kimse başkasını tamamen anlamak için donanımlı olduğundan değil de var olan ve olmayan şeylerin bütünlüğünü görebilmek içindir bu mücadele.” (Duygusal Adam, sayfa 53)
Ölüm haberini duyduğumdan beri olur olmadık zamanlarda bakakaldığımı fark ettiğim duvar beni iki buçuk saat öylesine baktığım boş sayfaya götürdü. O uzun bakışmalar beni neredeyse roman yazacak cesareti bulduğum bir yazıya götürdü. Keşke Javier Marias’ı da geri getirseydi. Fakat ölümünden sonra yazılmış bir yazıda Karina Sainz Borgo’nun başlığında söylediği gibi: “Redonda Kralı bu dünyayı terk ediyor”. İçimde beni bir yerde anladığını söyleyen ses, şimdilerde biraz sessiz. Ama belki konuşsaydı da çıldırtırdı bilemiyorum. Yere uzanıp tavana bakıyorum. Bu dipten kurtulduğum vakit bana kattıklarınla yoluma devam edeceğimi biliyorum. Ve seni hiç kaybetmemiş olduğumu da… İyi ki doğdun Javier Marias, sen çok yaşa.
Kaynaklar: The Guardian, The New York Times, Lecturalia, Javier Marias Blog (https://javiermariasblog.wordpress.com/)