‘’Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. ‘Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?’ diyorlar. ‘Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?’’
Yok azizim. Yüzü gülenler de, yüzü gülmeyen zavallıcıklar sayesinde gülüyor zavallı memleketimde…
Sırça Köşk, Sabahattin Ali’nin 1944 ve 1947 yılları arasında yazdığı 13 hikâye ve 4 masaldan oluşur. Esere ismini veren Sırça Köşk, öykünün en sonunda uzun hikâye olarak yer alıyor. Bu uzun hikâye yazıldığı dönemde yasaklanmış, toplatılmış, yakılmış ve evinde gizli saklı bulunduran; okuyan insanlar, aydınlar ‘’terörist’’ diye mahpuslarda yatmış ve ne tür işkencelerden geçmiştir. Bir devlet düşünün aydınından korkan, bir devlet düşünün milletinin okumasından korkan, bir devlet düşünün sonundan korkan..
Sabahattin Ali, Sırça Köşk’te bunlardan bahseder.
Eserde bulunan tüm hikâyeler belli bir düşünceye yönelik yazılmıştır. Her hikâyenin sonunda bir düşünceyi, bir durumu ispatlama; ders verme amacı güdülmüştür. Hikâyeler şiddetli bir şekilde devlet, sistem eleştirisi içerir. Eser bir bakıma yazıldığı dönemin sosyolojik belge niteliğindedir. Hikâyelerinde ele aldığı belli başlı tipler, bize zamanın toplumundaki insanların birçok şeye bakış açısını, düşünce biçimini; halkın mevcut zamanda hangi şartlar altında nasıl yaşadığını; sosyo-kültürel, ekonomik durumun nasıl olduğunu kanıtlar niteliktedir. -Absürd tabirle izah edeceğim maalesef- Alt sınıfın ve üst sınıfın yaşam biçimleri aktarılır. Üst sınıfın –devletin, devlet yanlısının, parayı fakirin sırtından kazananın-; mazluma, fakire fukaraya, köylüye, yardıma muhtaç halk insanına nasıl tepeden baktığını, sistemin nasıl sadece üste hizmet ettiğini anlatır. Üst sınıfın insana düşman olduğu kadar doğaya da nasıl düşman olduğunu; bitmek tükenmek bilmez para, mülk hırsını anlatır. Hapishanelerde işkenceler gören Rifat’ı, Osman’dan katil yapan düzeni, doktor bulamadığı için sürünen böbreklerini kaptıran Avni’yi, daha 15 yaşında okulundan alınıp 45’lik adamla evlendirilen ‘’çilli’’ Nigâr’ı, dört kere hacca gitmiş namazında niyazında olan Hacı Bey’in insanları nasıl dolandırdığını nasıl sahtekâr olduğunu, parası olmadığından doktorun karnındaki yaşayan bebeği almadığı; sonra bebeği ölen Asiye’nin zavallı sonunu, dertsiz başına devlet kuran bir halkın uyanışını, o devleti yerle bir etmesini anlatır bu 141 sayfa.
Zamanında neden yakılmış, okuyanlar neden ‘’terörist, vatan haini’’ ilân edilmiş anlaşıldığı üzere bellidir. Günümüzde de bu düzenin değişmediği aşikâr olduğu için; Sırça Köşk zamana karşı koyan bir eserdir.
‘’Çünkü sanat, yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri, çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürüyen ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkârın ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı, yoksa kömür kayığında yüzükoyun yatan yırtık zıpkalı Bartın uşağına değil.’’ (Beyaz Bir Gemi, s. 18-19)
‘’Benimle uğraştıkları, hatta işkence ettikleri sırada, ben onlarda bu insan tarafı aramakla meşguldüm. Evet, onlar benim fena bir kimse olmadığıma inandıkları halde muhakkak fena bir tarafımı, kendilerince fena sayılabilecek bir tarafımı bulmaya uğraşırlarken, ben onların insanlıktan uzaklaşmış, hayvanlıktan, vahşilikten bile daha ürkütücü bir hal almış olan hareketlerinde, yüzlerinde, sözlerinde, şu her şeyi iyi ve güzel bir ahenge götürmeye çalışan tabiatın bir eserini, bir izini arardım. Onlara hiçbir zaman kızamıyor, onlardan nefret etmiyor, sadece zavallılıklarına, daha doğrusu insanlığın bu kadar tiksinecek hale gelmesine acıyordum. […] Çünkü bana işkence edenler de, birkaç ruh hastası bir yana, bunu sadece zulüm olsun diye, zevk almak için yapmıyorlar… Vazife diye başlamışlar… Ruhunu ekmek parasına satan her insan gibi yavaş yavaş alışmışlar, birer makine haline gelmişler. Bizi onlardan asıl iğrendiren, daha ziyade insanın böyle bir makine haline gelmesi.’’ (Kurtla Kuzu, s. 114)
Sabahattin Ali dönemin baskı rejiminden dolayı olacak ki, -eserin son sayfalarında bulunan- 1946 yılında 4 tane masal yazmıştır. Vermek istediği mesajı ne yazık ki, masalsı tarzda kurgulayarak anlatmıştır. Ve romanlarında olsun, öykülerinde, hikâyelerinde olsun bunda da başarılı olmuştur. Açıkçası okurken zevk aldığım anlatılar oldu. Kimi zaman halk koyunla özdeşleştiriliyor, kimi zaman devlet kurt kanı taşıdığını sanan bir köpek, bazen bir dev oluyor devlet ve sonu geliyor, en sonunda bir sırça köşk oluyor devlet ve beyni, gözü, dili çıkarılmış koyun kellesiyle insanlar tarafından yıkılıyor…
‘’Yapabilirsiniz!’’ diyor Sabahattin Ali. ‘’Ben yazdım, bakın; oluyor!’’ diyor ve yol gösteriyor halka.
‘’Sakın tepenize sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.’’ (Sırça Köşk, s. 141)
Okuyanın bir zamanlar vatan haini, terörist olduğu bu öykü; okuyucuya emeğini, ekmeğini, hakkını, alnının teriyle kazandığın paranı kimselere emanet etme; verme diyor. Eğer emeğimizi, hakkımızı savunmak vatan hainliğiyse Nâzım Hikmet şöyle diyor:
‘’vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ!’’
Kaynak: Ali, Sabahattin. Sırça Köşk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ocak, 2016
Fotoğraf: Yazara ait.