Edebiyat dergilerinden aşina olduğumuz Arzu Bahar’ın Kovulmadım Ben Ayrıldım adlı kitabı Ocak 2017’de Alakarga etiketiyle yayımlandı. Kendine has yazım tarzı ve yalın diliyle okurların daha şimdiden ilgisini çeken Arzu Bahar‘la yazın yaşamını ve kitabını konuştuk.
İyi okumalar dileğiyle.
Öncelikle, sizi henüz tanımayan okurlarınız için, dosya hazırlık sürecinden bahseder misiniz? Öykülerinizi kurgularken ve dosyayı hazırlarken nelere dikkat ettiniz, nasıl bir çalışma yaptınız?
Hazırlık süreci dediğimiz şey aslında gözlemle ilgili sanırım. Çevrenizde olup bitenin farkında olup, detaya önem veriyorsanız bu sürecin içindesiniz demektir. Bir de kendinizi en iyi yazarak ifade ettiğini düşünenlerdenseniz, içinizdeki o dürtüyle önü alınamaz bir biçimde dosya hazırlığına başlamışsınızdır.
Son yıllarda yazarlar/yazar adayları farklı teknik ve üsluplar edinme, deneysel metinler üretme çabasında. Oysa sizin öykülerinizde göze çarpan, sade ve yalın bir dil kullanımı. Anlatmak istediğinizi en öz haliyle veriyor, okura gayet açık davranıyorsunuz. Yormuyorsunuz onu. Dil konusundaki yaklaşımınızı öğrenebilir miyiz? Metnin dili nasıl olmalı, okurla nasıl bir iletişim kurmalı?
Teşekkür ederim. Benim yazma sürecinde özellikle dikkat ettiğim konuydu bu, yalın ve anlaşılır yazmak yani. Kahramanı, başına gelenleri, mekânı ve zamanı en sade şekilde okura aktarmak aslında bütün telaşım. Tüm yazar ve yazar adaylarının çabasına elbette ki saygım var. Sanırım herkes en mutlu olduğu, yazdığı metinden en fazla tatmin olduğu şekli bulmaya çalışıyor.
Metnin dili şöyle olmalı, böyle olmamalı sorusunu ise kendi okuma alışkanlığımla cevaplayabilirim. İmgelere boğulmuş bir metni okumak, benim sevdiğim bir şey değil. Sonuçta okumak, kimi için iyi zaman geçirmek, keyif almak, kimi içinse bir şeyler öğrenmek ya da yazarın hayal dünyasına ortak olmak ise okurken sözcükleri aşıp yazarın anlatmak istediğine ulaşmak, yorucu bir hal almamalı diye düşünüyorum. Türkçe zaten çok güzel, doğru kullanıldığında kendinizi ifade etmenize imkân veren bir dil. Bu yüzden Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.
“Amele Pazarı” öykünüzde karşı cinsin penceresinden bakıyorsunuz olaylara. Pek çok örneğini görüyoruz bunun elbette; başarısızlarını da tabii. Oldukça riskli bir tercih aslında fakat altından başarıyla kalktığınızı görüyoruz. Bu öyküyü yazarken o duyguyu tam verebilmek, bir yandan da okuru samimiyetinize inandırmak adına nasıl bir çalışma izlediniz?
Teşekkür ederim. Amele Pazarı’nı yazmayı planladığımda, olayların gereği olarak, kahramanların erkek olması gerekiyordu. Bugüne kadar görüp, biriktirdiklerimin sonucu olarak, kahramanlar sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlarmış sanırım. Ben pek bir şey yapmadım aslında, onlar saklandıkları yerden çıktılar sadece.
Bir yazardan her zaman tecrübelerini ya da tanıklıklarını yazması beklenmez aslında ama, öyküleriniz okurda böyle bir izlenim bırakıyor. Neredeyse tüm karakterleriniz bir şekilde hayatınıza dokunmuş ya da mercek altına alınmış gibi; ya da siz o hikâyelerin içinden bir şekilde geçmişsiniz gibi. Ne kadarı Arzu Bahar’dır bu öykülerin ya da hiç böyle bir kaygı güttünüz mü? Sizce bu bir kriter midir ya da; bir yazar, metninde olmalı ya da olmamalı diyebilir misiniz?
Evet, bunu sıkça duyuyorum ki bu aslında beni mutlu eden bir yorum. Öykülerimin inandırıcı ve samimi olduğunu hissettiriyor bana. Tabii ki bir fanus içinde yaşamıyorum. Kahramanlarım illâ ki gördüğüm, duyduğum, tanık olduğum insanlardan etkilenmişlerdir. Ama şöyle de bir gerçek var ki; kurmaca metin yazan herkes yaşadıklarını yazıyor olsaydı, tüm cinayet romanı yazarlarının katil olması gerekirdi.
Öyküye eğilim gitgide artıyor. Pek çok öykücü var, birbirinden farklı öyküler okuyoruz artık. Sizin öyküyü tercih etme nedeniniz neydi ya da bu kendiliğinden gelişen bir şey miydi? Sizce öykü, romana giden bir basamak mıdır?
Sondan başlayarak cevap vereyim. Kesinlikle hayır. Öykü, başka bir türe ulaşmak için ezip geçebileceğiniz, üstüne basıp yükselebileceğiniz bir şey değildir. Alıştırma niyetine kullanamazsınız. Öykü, diğer tüm edebi türler gibi, kendi değerini içinde barındırır ve yazar, kendini en iyi nasıl ifade edeceğine inanıyorsa- bu roman, şiir ya da öykü olabilir- onu tercih eder. Sonuçta edebiyat sözcüğü “edep”ten gelir ki bu edebe sahip hiç kimsenin, herhangi bir türü basamak olarak kullanabileceğini sanmıyorum.
Bu söylediklerime bağlı olarak da ben kendimi en iyi böyle ifade ettiğimi düşündüğüm için öykü yazıyorum. Bir gün roman yazmayı da denebilirim ama tabii ki öyküye saygımı koruyarak.
Pek çok öykücü var demişken… Son yıllarda, yeni kuşak öykücülerden takip ettiğiniz, sevdiğiniz yazarlar kimlerdir?
Tabii ki çok değerli kalemler var. Onat Kutlar, Firuzan, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Haldun Taner, Nezihe Meriç, Tahsin Yücel gibi isimleri okumak ders niteliğinde. Ve güncel yazarlarımızdan çok severek takip ettiklerim var. Faruk Duman, Murathan Mungan, Cemil Kavukçu, Necati Tosuner, Osman Şahin en sevdiklerim arasında.
Yazarlığın yanında bir yandan yayıncılıkla da uğraşıyorsunuz. Yazar değil de yayıncı Arzu Bahar olarak, yeni bir dosya ya da kitap hazırlığında olan yazar adaylarına neler önerirsiniz?
Ne yazar ne de yayıncı Arzu Bahar olarak kimseye şöyle yaz, böyle yaz demek haddim değil. Yalnızca çok okumak, çok çalışmak, çok istemek gerektiğini biliyorum. Nasıl yazılacağını değil, nasıl yazılmayacağını öğrenmek, iyi bir yol gösterici olabilir.