Söyleşi: Merve Akıncı Almaz – Caner Almaz
İletişim kurulduğu günden bu yana istediği, hedeflediği yere ulaştı mı? Misyonunu tamamladı mı?
İletişim Yayınları 12 Eylül darbesinden sonra, ‘83’te kuruluyor. 12 Eylül’ün karanlık, baskıcı ortamına karşı bir duruş, bir tepki olarak bir nevi. Kurulduğumuz günden itibaren de insan haklarına, ifade özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, demokratikleşmeye önem ve kıymet veren bir yayıneviyiz. Buranın misyonu da aslında temelde budur işte. Söylenmeyenin ya da arkada kalanın, itilenin sözünü söylemesini sağlamak. Bu konuda İletişim’in kuruluşundan itibaren geçen 30 yılı aşkın zamanda ciddi katkısı olmuştur diye düşünüyorum kültür hayatımıza, siyasi hayatımıza… Memleketimiz bu az önce saydığım hususlarda güllük gülistanlık, aydınlık bir ülke olmadığı sürece, ki zor gözüküyor, herhalde söz ettiğimiz misyon da hiçbir zaman bitmeyecek, tükenmeyecek. “Varmak istediğimiz yere vardık mı” sorusu da cevaplanmış oluyor herhalde aslında: Hiçbir zaman varmak istediğimiz yere varamadık ve varamayacağız gibi de görünüyor. Fakat işte bunun için mücadele etmeye, çabalamaya, uğraşmaya devam ediyoruz. En basitinden Ermeni sorunu konusunda İletişim kitap çıkarmaya başladığı zamanlarda bu mevzu Türkiye’de tabu olarak görülen, kimsenin konuşmaya pek yanaşmadığı, resmî görüş dışında çok az yayın olan bir konuydu diyebiliriz. Bizim epey yayınımız oldu, yine başka yayınevlerinin de iyi katkılarıyla bu mevzu artık konuşulur hale geldi, okunmaya başladı. Ya da Dersim meselesi, Kürt meselesi aynı şekilde. Bunlar daha iyi bir memleketin olabilirliği konusunda mutluluk verici. Dolayısıyla İletişim’inki tamamlanacak, bitecek bir misyon değil yani. Her zaman geçerli olacak bir misyon.
“Darbe sonrası, baskıcı bir dönemde kuruldu yayınevi” dediniz. Şu anda da çok ilerlemiş durumda değiliz, hâlâ aynı baskılar var. Bu durum sizi kitapları belirlerken etkiliyor mu?
Bu dönemle başa çıkmak kolay değil. Kimse için kolay değil. Biz otosansür ya da sansür uygulamıyoruz ama beri taraftan da biraz daha düşünerek hareket ettiğimiz doğru. Fakat “Aman sakın basmayalım, başımıza bir şey gelir” gibi korktuğumuz, çekindiğimiz bir durum yok. Memlekete bir katkısı, faydası olacak bir çalışma olduğuna inandığımız her kitabı basıyoruz, basarız. Çünkü bazı riskler vardır, göze alınır ve sonuna kadar gidilir. Ha ama tabii bazı riskler vardır, anlamsız gelir. Biraz daha dikkat ediyoruz, özen gösteriyoruz; daha önce bir bakıyorsak, bugün iki bakıyoruz tabii ama bunun dışında kendimize ve seçimlerimize bir sansür ya da otosansür uyguladığımızdan bahsetmek mümkün değil.
Şu an editörün masasında neler var?
Epey zamandır yayımlamak istediğimiz ama çevirisi ve redaksiyonu bir türlü bitmeyen, bir kitap vardı: Kızıl Bayrak–Bir Komünizm Tarihi. O nihayet bitti. Önümüzdeki günlerde bir iki yeni yapılmış çalışma var, onlar hazırlanıyor. Mesela biri Türkiye’de boşanma, evlilik, kadın-erkek ilişkileri üzerine, biri Ahmet Kaya ile ilgili bir çalışma. Zweig’ın eserlerini basmaya başlayacağız; benim çevirdiğim Satranç’ı var, Castello Calvin’e Karşı var, Dünün Dünyası var… Neticede çalışmalarımız devam ediyor, halkımız müsterih olsun! (Gülüşmeler)
Ülkenin siyasi ya da dış ilişkileri her şeyi etkiliyor. Kurun artması vs. Bu dönemde matbaa, kâğıt, telif ödemesi sıkıntılı bir sürece girdi sanıyoruz. İletişim bu durumla başa çıkmak için ne yapıyor?
İşin doğrusu bu bizim yayınevinin iş bölümü içinde editör olarak benim biraz uzak olduğum bir alan bu. Ama köklü yayınevi olmanın, kurumsallaşmanın iyi yanlarından birisi de budur: Bu işleri yöneten muhasebedeki arkadaşlarımız, matbaa ilişkilerini yürüten arkadaşlarımız hepsi işlerini çok iyi yapan, gerçekten çok tecrübeli insanlar. Öngörüyle hareket edebiliyorlar. Beri yandan ekonomik darboğaz tabii ki sektörü etkiliyor. Mesela biz genelde ayda 14 yeni kitap basıyoruz, tekrar baskılarla beraber 40-50 kitap civarında bir üretim var. Bunun kâğıt ve matbaa maliyeti büyük rakamlar yapıyor. Üstelik diyelim paranız olsa bile sizin dışınızda birtakım engeller çıkabiliyor. Örneğin kâğıt bulunmuyor piyasada, orada tamamen kâğıtçıya bağlısınız. Ya da bir kitabı bir tık daha kaliteli kâğıtla basmak isterseniz fiyat inanılmaz artıyor. Dolar arttıkça iki gün önce 3 liraya aldığınız kâğıdı, üç gün sonra 10 liraya satmaya çalışıyorlar. Ya da yurtdışından aldığınız telif hakları dolar-euro üzerinden hesaplandığı için maliyetler çok artabiliyor… Aklıma hemen gelen şeyler bunlar ama her durumda yeni kurulmuş bir yayınevi için işlerin çok daha zor olduğu tahmin edilebilir.
14 kitap yayınevinin dizilerinde nasıl yer buluyor kendine, nasıl dağılıyor?
Bizim yıl içinde 160-170 civarında yeni kitabımız çıkıyor. Oran olarak baktığımızda %50 edebiyat, %50 araştırma-inceleme olduğunu söyleyebiliriz kitapların türlerinin. Araştırma-inceleme derken de geniş bir üst başlıktan söz ediyorum tabii; politika, tarih, anı, biyografi dahil. Çocuk kitapları da var tabii az da olsa. Genelde kurmaca ve kurgu dışı kitaplar yarı yarıya yani. Zaten yayın programını yaparken buna dikkat ediyoruz, diziler arasında da bir denge olmasını gözetiyoruz. Başka yayınevleri nasıl çalışıyor bilmiyorum ama bizim ayda bir toplanan yayın kurulumuz var. Bütün editörlerin katıldığı bir toplantıdan söz ediyorum, Ankara’daki arkadaşlarımız da geliyorlar. Burada hem yeni öneriler üzerine etraflıca tartışılır, bir kitabı yayımlayıp yayımlamayacağımıza karar verilir hem de sonraki ayların yayın programı oluşturulur. 3-4 yeni edebiyat, 1-2 dünya klasiği ya da modern klasikten sonra kalan liste kurmaca dışı kitaplarla şekillenir.
Kurgu dışı editörü olduğunuz için soruyorum: İletişim Yayınları’nda edebiyatın daha ön planda olduğunu düşünüyor musunuz? Okur algısı açısından özellikle…
Bu, yakın zamanda net biçimde belirmeye başlayan bir şey. İletişim’in yayın kataloguna, çıkardığı kitaplara bakarsanız ilk yıllarından itibaren edebiyatta çok nitelikli bir çizgisi var aslında. Dünya klasiklerinden söz etmiyorum burada, çağdaş dünya edebiyatında birçok parlak kitabı ilk basan yayınevi İletişim. Fakat bunların okura ulaşması konusunda dertliydik, nice çok iyi kitap tek baskıda kaldı. Bu tabii şevki de kıran bir durum. Öyle olunca da araştırma-inceleme, kurgu dışı dizimize daha fazla yüklendik, orası çok çok kuvvetli bir hale geldi. Çok iyi yazarlar vardı -ki aklıma geldi Orhan Pamuk Nobel’i İletişim’de aldı biliyorsunuz-, iyi bir edebiyat duygumuz vardı fakat doğrusunu söylemek gerekirse biraz atıldı edebiyat dizimiz bir zamana kadar. Daha sonra burada tekrar bir hamle yapmak gerektiğini düşündük ve özellikle de Levent Cantek’in editörlüğüyle ciddi bir canlanma söz konusu oldu. Ama kurgu dışı editörü olarak söyleyeyim, ne mutlu ki, bizi geçmelerine, ezmelerine asla izin vermedik! (Gülüşmeler) Edebiyat algısı konusunda biraz da şöyle bir durum var tabii: “Kitap okumak” denilen şey okurun kafasında çoklukla edebiyat okumak olarak karşılık buluyor. “Ne okuyorsun?” dendiğinde araştırma inceleme kitabı adı verecek okur sayısı çok fazla değildir.
Orhan Pamuk demişken… Pamuk, Hasan Ali Toptaş gibi İletişim’den ayrılan yazarların İletişim’e nasıl bir etkisi oldu? Bir sarsıntı oldu mu yoksa tam tersi bir etki mi oluşturdu?
Yayınevi ve yazar arasındaki ilişki bir Katolik nikâhı değil. Yazarlar, bir zaman sonra çalıştıkları yayınevinden memnun olmamaya başlarlar: Başka türlü arzuları devreye girer, çok büyük ağırlıkla da maddi arzuları devreye girer, manevi tatminsizlikler devreye girer, hatta ne bileyim çalıştığı editörü beğenmiyordur, yayınevinin logosunu beğenmiyordur vesaire vesaire. Bir sürü sebep sayabilirsiniz memnuniyetsizlik için… Ama beri taraftan yayınevi de bazı yazarlarla çalışmak istemiyor olabilir tabii: Yazarın saçma sapan kaprislerinden bıkmış usanmıştır, maddi meseleler devreye girmiştir, yazarın yazarlık kalibresinde çok ciddi düşüşler görüyordur, seziyordur, hatta bunun artık düzeltilemez bir noktaya vardığını düşünüyordur, yazarın hali, tavrı, duruşuyla ilgili derdi vardır vesaire vesaire. Yani sonuçta bu karşılıklı bir etkileşim. İletişim Yayınları 30 yıllık bir yayınevi. Bu yayınevi ne o yazarla var oldu, ne bu yazarla; başta konuştuğumuz hayata karşı tutumuyla, yayıncılığa verdiği kıymetle, bunun sorumluluğuyla var oldu. Bundan sonra da böyle olacak zaten. Nitekim sürekli yeni yazar çıkan bir yayınevidir İletişim. Bugünün memleket tarihindeki birçok yazarın ilk kitabını çıkardığı yer burasıdır. Çünkü burada paraya güvenip transferlerle oluşturulmuş bir yayın katalogu değil gerçek bir yayıncılık faaliyeti var. “Abicim, ablacım ne süper yazmışsın, sen ne yazsan satar zaten” deyip abuk sabuk metinleri hiç okumadan basma gibi bir durum yok burada. Adı ne olursa olsun, kalibresi ne olursa olsun, küçüğü büyüğü fark etmiyor, “Bunu yazmışsın ama burada kahramanın böyle yapmaması gerekiyor”, “burada olay örgüsünde ciddi hatalar var” gibi, editörlüğün ve yayıncılığın ne olduğunu gösteririz biz yazara. Dolayısıyla “yayınevi kan kaybediyor mu?” Bence öyle değil doğrusu; tersine bir yenileşmeden de söz edebiliriz belki. Neticede giden yazar arkadaşlar memnunsa, ki duyuyoruz çoğu gittikleri yerlerde mutluluğu bulamıyor aslında, onlara “yolunuz açık olsun”dan başka diyecek bir şey yok. Bir yazar gidiyor, başkası geliyor. Bundan da gocunacak, üzülecek, utanacak bir durumumuz yok…
Özellikle ilk kitaplar çok göze çarpıyor. Yine okur algısıyla konuşmak gerekirse, ilk kitaplarda İletişim seviyesinin altında kaldığını düşünen bir kesim var. İlk kitap çok riskli bir iş. Pazarlaması ve tanıtması da zor. Bir yandan da çok yoğun basıyorsunuz ama. Bu kitaplar neye göre belirleniyor? Okur dönüşleri ne kadar etkili oluyor?
Öncelikle tekrar söyleyeyim, ben araştırma-inceleme dizisinin editörlerindenim, edebiyat editörü arkadaşlarımızın çalışma tarzlarını tam olarak biliyorum diyemem ancak yine de elbette bir fikrim var. Bize yılda 1000’den fazla dosya geliyor. Bu dosyalar okunuyor, değerlendiriliyor. Burada gözden kaçırılan şöyle bir nokta var sanırım: Yılda 160 kitap çıkarıyoruz, bunun yarısı edebiyat olsun, 80 kitap yapar, bunların da belki yarısı “ilk kitap”tır herhalde. İlk kitap meselesi, ciddi anlamda cesaret isteyen bir konu. Her şey bir yana, en basitinden bir yayınevi olarak ticari anlamda öyle; satışının ne kadar olacağını hiç öngöremeyeceğiniz bir durumun içine giriyorsunuz. Köklü yayınevlerinden kaç tanesi bu cesareti gösteriyor bu yoğunlukta, bir yılda bizim kadar çok yeni yazar yayımlıyor? Bu kısım çok ciddi anlamda gözden kaçırılıyor diye düşünüyorum. Üstelik bir tür burnu büyüklükle, “Bunu mu bastınız”, “Bu mu yani?” deniyor. E, bu. Şüphesiz sen daha iyisini yazarsın, şüphesiz sen editör olsan yayınevini -sadece yayınevini değil edebiyat dünyamızı- bambaşka bir noktaya taşırsın; daha iyisini yapacağından zerre şüphemiz yok, çünkü sen kendinden şüphe etmiyorsun zaten! Ama biz bunu, bu kadar yapabiliyoruz işte! Kitapların tamamı mükemmel değil tabii, ciddi sorunları olan kitaplar da olabilir. Beri taraftan bu iş sonuçta sübjektif bir iş, benim beğenmediğimi Ahmet beğenir, Ahmet’in beğenmediği Necla beğenir… Yayınevinin çıkardığı 14 kitabın tamamının da, 5 edebiyat kitabının tamamının da mükemmel olması, üst düzey olması aşırı bir beklenti yani. Ha, mutluluk verici tabii, yayınevinin üst düzey bir çizgisi var ve okur onu talep ediyor demek ki. Ama edebiyatta her kitabın örneğin Şule Gürbüz ayarında olması tabii ki beklenmemeli. “İletişim’den on kitap aldım, tamamı berbattı” diyen de olmaz. Her durumda seçilen edebiyat kitaplarının çoğunda revizyonlar olduğunu, ciddi çalışıldığını biliyorum. Ama herkes her şeyden muazzam anlıyor artık, nefis gerçekten! Kapaklar konusunda da misal, “Bu ne biçim kapak?” Öyle kapak işte, ben de beğenmiyorum belki kapağı ama yazar “Öyle olsun, onu istiyorum” diyor, “Yaaa” falan desen, tutturuyor. Hayatında yazar kaprisi görmemiş arkadaşlar da “Ben daha iyisini yapardım”. Yani şüphesiz yaparsın… Bizim yayınevimiz eleştiriden çok beslenen bir yayınevi. Okur görüşünü, önerisini çok ciddiye alırız çünkü buranın mayasının kolektif akıl olduğunu hiç unutmuyoruz. Beri yandan işte bu herkesin her konuda bir anda uzmanlık mertebesine ulaşması o kadar can sıkıcı ki. “O kitabın maliyeti bu olamaz!” Matbaaya verdiğimiz para belli, kâğıda verdiğimiz para belli, yayınevinin sabit giderleri diye bir şey var, dağıtım masrafı var, çeviri, redaksiyon masrafı vb. bir sürü masraf var. Ama adam-kadın çıkıyor “Maliyeti bu olamaz” diyor. “O kapağı niye öyle kullandın?”. E, kapakta misal Picasso’nun resmini kullanmak istiyorsan çok acayip miktarlarda telif istiyor Picasso’nun varisleri. Biz de mi, “Amannn bize ne teliften, haktan, hukuktan, kim görecek, ne olacak” deyip basıp geçelim… Okur görüşü başımızla tabii ki ama herkesin her konuda uzman olması da tuhaf yani.
Kitaba dair bu konuda yanlış bir algı var galiba…
Kitaba dair yanlış bir algı var, evet. “Anna Karenina niye 39 lira, zaten telifi yok?” Bu kadar yani? Bizim klasiklerimizde önsöz, sonsöz var mesela. Onlar olduğu için klasiklerimiz değerli. Bunlar özel olarak seçiliyor. Kitabın duygusunu en iyi anlatan makaleler seçiliyor ve bu makaleler de telifli! Tek bir makale için bazen herhangi bir kitabın maliyetinden daha fazla ücret ödüyoruz. Ciddi rakamlar bunlar. Uyduruyorum, 500 dolara iki kitabın telifini alabiliyorken, Dostoyevski’ye koyacağımız bir makale için 500 dolar telif talep ediliyor gibi. Tabii ayrıca çevirmene verdiğin telif var, redaktörü var, müsaadenizle yayınevinin de kazanması gereken bir para var… Anna Karenina’nın 5 liralık baskısı da varken bizde o fiyatı görünce tabii ki soruyor okur. Ama 5 liraya okuduğu şeyin aslında Anna Karenina olmadığını da biliyor bence ya da bilmek istemiyor. Bunu bu iş içinde olmayanlar kolaylıkla anlamlandıramıyor maalesef.
Bizde kitaba bakış açısı nasıl peki? Okur kitaba değer veriyor mu?
Kitabın bir tür kutsallık halesiyle sarılı olması memleketimizin problemlerinden birisi. Kitap inanılmaz kutsal bir şey olarak görülüyür, neredeyse amme malı sayılıyor. Meta olarak görülmüyor. Sistematik olarak bir beyaz eşyacıya, “Biz yeni okul açtık, buzdolabına, televizyona, ihtiyacımız var, siz versenize, bize hibe etsenize” demezsiniz. Ama yayıncılara, “Yeni kütüphane kurduk, 50 tane kitap versenize” diye gelinebiliyor! Sürekli bu tarz taleplerle karşılaşıyoruz. İnanılmaz bir durum var ortada. Hadi okul kütüphanesini anlayalım; para yok, ödenek yok, temin edemiyorlar falan. Fakat “Üniversite öğrencisiyim, bana şu setin tamamını versenize”… Bunu söyleyenlerin çoğu bırakın okulunun kütüphanesine uğramayı, herhangi bir kütüphanenin kapısından içeriye adım atmamış, atmayacak olanlar. Bunun yaygarasını yapmıyoruz belki ama biz değerlendirmede bulunup kütüphanelere de, hapishanelere de, gerçekten ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz kişilere de kitap gönderiyoruz, hediye ediyoruz. Fakat bir yıl içinde yüz tane, beş yüz tane talep gelince demek ki burada başka bir durum var diyorsun. Kitapla kurulamayan ilişki, kitabı meta olarak görmeme işte. “Biz bu tarz şeylere girmiyoruz” dediğimizde bu sefer lafın ardı arkası kesilmiyor: “Solculuk bu mu”dan başlayıp “Kültür hizmeti yaptığınızı söylüyorsunuz” diyenlere… Çünkü kültür hizmeti amme hizmeti olarak görülüyor işte!. Kitaba para vermenin, kitap alışverişi yapmanın, evde kütüphane olmasının prestij, güç ve iktidar gösterisi için bir manası var çoğu zaman. Kitaplığın içindeki kitapların iyi ya da kötü olması, korsan olması, emek hırsızlığı çok bir şey ifade etmiyor. Aynı şey internette dolaşan korsan kitaplar, pdf’ler için de geçerli. “Acayip kitaplığım var, beş bin tane pdf kitabım var…” “Beş bin kitap var, peki, ne yapıyorsun, okuyor musun hepsini?” “Yani, bakıyorum işte…” Neye bakıyorsun? Bu, inanılmaz bir saçmalık ve açgözlülük. Oradaki pdf sayısındaki, korsan falan, artı 1 artış, bir prestij gösterisi çünkü, “Beş bin kitabım var”. Bravo! Kitap sevgisi, sahip olunan kitap adediyle ölçülebilecek bir şey değil ki. Bağış isteme, kitap isteme, vermeyince kötü kişi haline gelinmesi, o kadar “emek” teranesinden sonra korsandan hiç gocunmama; bunların tamamı, kitaba yüklenen bu bahsettiğim manayla alakalı bence.
Araştırma-inceleme dizileri nasıl belirleniyor? Siz mi araştırıyorsunuz yoksa gelen başvurulardan mı derliyorsunuz?
İki türlü de işliyor bizde. Çoğunlukla yine gelen dosyalar üzerinden belirleniyor. Doktorasını, yüksek lisansını bitirmiş arkadaşlar dosyalarını ulaştırıyorlar. Değerlendiriyoruz. Bir de bir konu üzerine yoğunlaşarak bir şeyler çıkarabilirsin. Bir konuyla ilgili çalışılmış tezlere bakarsın veya daha önce yapılan çalışmaların kaynakçasından kitaplar tespit edersin, oradan bir yol haritası çıkar. Bu yolla tezlere, çalışmaları yapan kişilere ulaşırsın. Buradan bir sonuç çıkar ya da çıkmaz ama bu faaliyetin tamamı editörlük denen şey aslında. Bu biraz da araştırma, soruşturma faaliyeti. Bizi başka yayınevlerinden ayıran şöyle bir özellik de vardır: Yayınevinin kuruluşundan itibaren hazırlanan ansiklopediler tamamen kolektif çalışmaların ürünü. Tamamı düşünülmüş, çalışılmış, hazırlanılmış işler. “Şöyle bir çalışma olsa nasıl olur” deyip altını doldurmaya başlıyoruz.
Yazarlık ya da okuma atölyelerine nasıl bakıyorsunuz?
Bana saçma geliyor. (Gülüşmeler) Hiç yazmayı bilmeyen, eli kalem tutmayan birisi, o atölyeye gidip bir anda böyle vahiy inmişçesine mükemmel yazar oldu diye bir şey mümkün değil, olamaz diye düşünüyorum. Ha, amaç zaten o değil deniyorsa, eyvallah. Buralara gelen insanlara, “Sizden yazar olmaz” netliğiyle de konuşuluyorsa ne ala, yok öyle değilse kabak yine bizim başımıza patlıyor işte. Bunların şöyle avantajları olabilir tabii: Çoğunda uzun zamandır bu işe kafa yoran insanlar bir şeyler anlatıyor, işin teknik kısmıyla ilgili bir iki iyi, faydalı bilgi edinmek mümkün. İşte bir editör, telif meselesinin nasıl işlediğine dair size hiç düşünmediğiniz, bilmediğiniz bilgiler sunabilir. “Bu resim çok güzelmiş, hemen kapağa koyayım” düşüncesinin olmayacağını ondan öğrenebilirsin. Ya da yazma tekniğiyle ilgili bilgi verebilir. Bilmem hangi yazarın üslubuna dair bir iki şey söyleyebilir. Hayatın sırrı olmayan, ufak tefek şeyler yani. Senin içinde yazma kabiliyeti, okuma becerisi yoksa bu atölyelerin bir şeyler katabileceğini düşünmüyorum. Yine de kıymetli bir şeyler yapılıyor, bir çaba harcanıyor tabii ki. Ama işte benim bir atölyem olsa daha en başta bana saçma geldiğini söylerim.
Son olarak, kitap tavsiyesi alabilir miyiz? İletişim Yayınları içerisinde “Keşke şu kitap daha fazla değer görseydi, kıymeti bilinseydi” dediğiniz kitaplar var mı?
Sübjektif bir konu olduğu için okura tavsiye vermeyi aslında doğru bulmuyorum ben. Ben mesela bazı yazarları çok seviyorum, ne yazsa okurum ama başkasına hiç hitap etmeyebilir. Tavsiye vermeyi sevmiyorum o yüzden pek. Ama “hangi kitap daha çok ilgi görmeliydi” sorusuna bir iki cevap verebilirim editörlüğünü yaptığım kitaplardan: Acı Çikolata. Çikolatanın tarihini nefis anlatan bir kitaptı, Fildişi Sahilleri’nde kakao toplayıp çoğu çikolatanın tadını bilmeyen insanları muazzam anlatıyordu. Fakat neredeyse hiç ilgi görmedi. Bolivar biyografisi yapmıştım, o da çok kıymetli bir kitaptı. Yahudilerin Siyonizm Karşıtlığı siyonizme karşı Yahudi muhalefetini şahane anlatıyordu; ilgi çekmedi. Demokratikleşme Sürecinde Ordu, Franko sonrası İspanya deneyimini gösteriyordu, ilgilenilmedi. Aklıma hemen gelenler bunlar.
Bu kitaplarda da baskı adedi 1000 değil mi?
Genelde standart ilk baskıda 1000’dir hemen tüm yayınevlerinde. Şunu da anlamıyorum: “Bir haftada 10 baskı…” Bu, tamamen iş bilmezlikle ilgili aslında. Bu, çok net bir şekilde, yayınevinin başarısızlığını gösterir. Bu şekilde davranan yayınevindeki editör, yönetici işi bilmiyor demektir, başarısızlıktır. Öngöremiyorsun demektir. Çok inandığın bir kitabın baskı adedini düşük bırakmak, ek maliyet getiren bir şey çünkü. Hem yeni kâğıt maliyeti, hem matbaa, hem stok maliyeti demek. Bunu öngöremediğim için ben kötü editörüm, yöneticiyim aslında. Çok satan bir yazarın kitabının kaç satacağını hesaplayamayıp bir haftada 72 baskı yapıyorsan, kusura bakma ama işi hiç bilmiyorsun demektir yani. Bu seksi görünüyor olabilir tabii dışarıdan bakınca ama hiç öyle değil aslında.