Martin Eden. Jack London’ın özyaşamsal romanı olarak nitelendirilen, tutkuyla başlatılan ve devam ettirilen birtakım çabaların sonuçsuz ya da sonsuz sonlu kalmasının hikâyesi. Sonsuz sonlu kavramını kullanıp kullanmamakta tereddüt ettim ama daha iyi bir tanım bulamadım, affedin. Sanıyorum kitabı okursanız, en sonunda bu kavramla ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Kim bu Martin Eden? Kendini bildi bileli çalışan, hayat şartlarına kafa tutan, karnını kendi doyuran, işte büyüklerimizin görse “Namusuyla taştan ekmeğini çıkarıyor.” diyecekleri türden, yakışıklı, sağlıklı, sahici, iyi bir delikanlı. Kitap -daha doğrusu Martin Eden’in hikâyesi- bir kavgadan kurtardığı Arthur isimli gencin ailesinin onu teşekkür etmek için bir akşam yemeğine çağırmalarıyla başlıyor. -Başta yalnız tek derdi para kazanmak olan, eğlenmekten, ara sıra da kavga etmekten zevk alan kahramanımızın zamanla sosyalist fikirleri ağır basan, ama bir yandan da Darwinci olduğunu savunan ve Nietzsche’nin üstinsan kavrayışına da yakın duran birine dönüşüşüne tanık oluyoruz.- Martin, o evde birçok şeyle tanışıyor. Öncelikle Ruth ile.
“Dünya üzerinde yaratılan ilk kadın, binlerce asır boyunca hayatın upuzun merdivenine tırmandıktan sonra, nihâyet son basamağa ulaştığında Ruth hâline gelmişti.”
Martin’i gördüğü anda önce garipsiyor Ruth. Konuşmasındaki bozukluk ve kaba tavır, ellerinde ve vücudunda geçmişinden, kavgalarından ve yaşam telaşından arta kalan yaralar, izler şaşırtıyor onu. Hatta bunlardan iğrendiğini hissediyor, biliyoruz. Ama yine de karşı koyamadığı bir ilgi beslemekten de kendini alamıyor Ruth. Neden olduğunu bilmeden onunla konuşmak, ona dokunmak ihtiyacı hissediyor gün geçtikçe. Aralarındaki bağ da ilerliyor, ikisi her fırsatta buluşup görüşüyorlar zaten.
Neyse, Martin’in teşekkür yemeği için gittiği evde tanıştığı ikinci ve nispeten daha önemli olan şey ise, sınıf kavramı. İçinde bulunduğu aşağı tabakanın ve karşısında bulduğu elit sınıfın tam ortasındaki derin uçurumdan başını sarkıtırken görüyoruz Martin’i. Ve hem Ruth’a ve onun ailesine layık olabilmek, hem de gözünde allayıp pulladığı, ulaşacağı zaman mutlu, huzurlu olacağını düşündüğü o üst sınıfa varabilmek için gecesini gündüzüne katarak, günde beş saat uyuyarak -ki bunun da çok olduğunu düşünerek üzülüp duruyor karakterimiz- sadece daha çok kitap okuyabilmek için denize, işe çıkarak, geri döndüğünde tekrar kütüphanelerin ve kafasına bir şeyler sokabilecek neresi varsa işte oraların yolunu tutarak, parasız ve aç kalarak, tefecilere kıyafetlerini emanet ederek, kısacası ‘insanüstü’ bir gaye harcayarak kendini geliştiriyor Martin Eden. Fakat okumalarına ara verip bir zaman, neden yazmadığını sorguluyor. Bir de bu işe girişiyor. Nitelikli olduğuna inandığı eserler kaleme alıyor. Bazen para kazanabilmek için beş kuruş etmez şeyler yazıyor. Ama uzunca bir süre hiçbir sonuç alamıyor bunlardan. Her şeyden daha fazla önem verdiği Ruth’u onu bir mevki kazanması için ikna etmeye çalışırken, yazdıklarının gücüne inanmayı aklından bile geçirmez ve aldığı burjuva görgüsünün ve eğitiminin dışında olan bu yazılara değersiz gözüyle bakarken Martin vazgeçmiyor. Makine olduklarını düşündüğü editörlerden ve dergilerden gelen red cevapları bazen hevesini köreltse de yavaş yavaş, ucuza yayınlanmaya başlayan hikâyeleri hırsını ve isteğini kamçılıyor. Ama biz burada, Martin Eden’in başka öykülerle karşılaştırdığında daha iyi olduğunu bariz gördüğü öykülerinin olumlu cevaplarla buyur edilmediğini gördüğümüzde, bakkalın bile doğru düzgün bir iş yapmazsa ona artık borç vermeyeceğini söylediğini okuduğumuzda işte, kapitalizme yenik düşmüş edebiyat ve estetik anlayışın demir makine dişlileri arasında sıkışıp parçalandığını görüyoruz.
Martin akrabalarından, kardeşlerinden, sevgilisinden, toplumdan gelen baskılara rağmen bir işe girmiyor ve yazıyor. Bu süreçte onun sıfırdan nasıl kendini yetiştirdiğine tanık oluyoruz. Bunu görmek onunla büyüdüğümüz hissini de avuçlarımız arasına bırakmıyor değil. Tüm bu gelişme sırasında çeşitli konularda belirginleşen fikirleri var Eden’in. Kölelik konusunda kızgınlıkları var örneğin. Onu iş bulmak konusunda sıkan insanlara zavallı olduklarını düşünerek bakıyor Martin Eden.
“Kölelerin kafasını kendi köleliklerinden başka bir şeyin yorduğu yoktu. Bir iş, onlar için önünde yere kapanıp tapınılacak altından bir fetişti.“
İnsanların günde on yedi saat çalışarak nasıl ömürlerinden harcadıklarına, işe yaramak -bu da tartışılır bir konu oluyor gerçi- uğraşının nasıl tek dertleri haline geldiklerine, bir şeyler okuyup öğrenmediklerine ve buna nasıl katlandıklarına şaşıp duruyor.
Yazmak konusunda ısrarı sürünce de Ruth tarafından terk ediliyor Martin. Bu kısım beni epey şaşırttı aslında. Her şeyi tutkuyla, sevdiği kadın için yapan adam, Ruth ondan ayrılacağını söylediğinde beklediğim gibi bir tepki vermiyor. Belki de burada sadece benim değil okuyucuların genelinin beklentisi karşılanmıyor. Bu çabucacık bir vazgeçiş midir, yoksa başlayacak umutsuzluğun ilk aldırışsızlığı mı bilemedim. Neyseki kitabın sonlarına doğru asıl sevdiğinin Ruth değil, onun idealleştirdiği kadın olduğunu açıklıyor da buna da bir açıklama getirebiliyoruz.
Nihayet bir kitabının beklenmeyen başarısıyla ünlenen Martin Eden, bu tanınmışlıktan sonra gözlerimi epey yaşartıyor. Nedenini de hemen söyleyivereyim: İsminin tanınır olmasından sonra çeşitli davetlere, yemeklere çağrılan Eden, buna bir türlü anlam veremiyor. Ünlendikten sonra yayınlanan eserlerinin, sefalet zamanlarındaki hallerinden hiç de farklı olmadığını belirtip, “Ben açken neden çağırmadılar yemeklere, karnımı doyurmadılar?” diye düşünüp duruyor.
” … ama görüyorsun ki, hiç değişmedim ben. Kemiklerimin üstünde yine aynı et var, ellerimde, ayaklarımda yine onar parmağım var. Aynıyım. Ne yeni bir kuvvet, ne de yeni bir erdem kazandım. Beynim, yine o eski beyin. Edebiyat ve felsefede yeni hiçbir adım atmış değilim. Kişisel değer bakımından, beni kimsenin istemediği zamanlar ne idiysem, yine oyum. Kafamı kurcalayan da, şimdi beni neden istedikleri. Hiç şüphe yok ki, beni ben olduğum için istemiyorlar, zira ben, o istemedikleri eski benim hâlâ. Şu halde beni başka bir şey için istiyor, benim dışımda olan, ben olmayan bir şey için istiyorlar! Bunun ne olduğunu söyleyeyim mi sana? Kazandığım şöhret için istiyorlar beni. Ben bu şöhret değilim. Başkalarının kafasında olan bir şey bu şöhret. Sonra, kazandığım kazanmakta olduğum para için istiyorlar beni. Ama ben bu para değilim. Bu para bankalarda, falancanın filancanın cebinde bulunuyor.”
Öyleki Ruth da bu ünlenmeden sonra kapısını çalıyor Martin’in. Hiçbir şeye hevesi kalmamış olan Martin Eden, Ruth karşısında titreyip ağlarken bile şefkatle sarılamıyor ona eskisi gibi. Ona söylediği şu cümle aralarındaki ilişkinin geldiği boyutu müthiş güzel bir şekilde açıklıyor bence:
“Korkarım ki ben, senin aşkını tartıp, bunun ne biçim bir şey olduğunu anlamak için terazinin kefelerini dikkatle kollayan kurnaz bir tüccarım.”
Her şey olup bittikten, Martin kalemi elinden bıraktıktan ve hiçbir şey bilmezken hayalinde canlandırdığı burjuvanın aslında hiç de düşündüğü gibi olmadığını anladıktan sonra kendini tamamen ‘ortalıkta’ buluyor. Ne tanınan ismine hürmet eden korkak ve riyakar burjuvanın yalancı gözlerine bakabiliyor, ne de çoktan uzaklaştığı, onu Martin olduğu için seven ve öylece kabul eden eski alt tabaka tanıdıklarının yanında durabiliyor. Hayallerini kaybettikten sonra hayata tutunacak hiçbir dalı olmadığını düşünen Martin Eden, beyaz bir heykel gibi kendini artık hiçbir şey bilemeyecek olmanın huzuruna bırakıyor. Hayallerinden başka bir şey aramaması, kendinden başka kimseye yakınlık ve ihtiyaç duymaması kitap boyunca kendini tanımlarken kullandığı bireycilik anlayışına hizmet ediyor sanırım. Hiçbir şey bilmeyecek olmanın huzuru konusuna gelirsem de; kitap sona erdiği zaman asıl Martin’in hangisi olduğunu, onu hangi kişiliğinin sahiden mutlu ettiğini düşündüm durdum. Acaba hiçbir şey bilmeden, Amerikan rüyasına hizmet eden o şaşaalı zengin, kültürlü, bilgili (!) hayatı tanımadan daha mı huzurlu olacaktı?
Her neyse, fazla konuştuysam affola. Kitabı okuyun demem ziyadesiyle boşuna olacaktır. Sanıyorum, bunun gereği bariz ortada. Ama yine de söyleyeceğim; kitabı okuyunuz ve Martin Eden’in gerçek emeğin dünyasından, emek sömürüsü ile geçinenlerin dünyasına geçişinin hüznüne tanık olunuz.
İyi okumalar!