Bugüne kadar gördüğümüz tarih, siyasi liderlerin muzaffer konuşmaları içinde neden sonuç ilişkili savaşların gerçekleştiği, ardışık sayılarla beslenen bir anlatımdır. Burada anlatılanın özü; savaşın neden çıktığı, kaç milyon insanın yaşamını kaybettiği, hangi anlaşmalar düzenlendiği ve elbette göğüs kabartan destansı hikâyeleridir. Bunların tümü, toplumsal çerçeveden ele alınmış, topluma mal edilmiş olaylar bütünüdür. Savaşın kendisi yaşanırken halkların çektiği acılar, yaşanan hastalıkların çoğu, kişilerin nelerden mahrum kaldığı ve ne acılar çektiği bize bütünün penceresinden verilir ve belki bu yüzden kabul edilebilir, alttan alınabilir şekilde görünür. Sebastian Haffner’in siyasi otobiyografisi olarak kabul edilen kitabı Bir Alman Hikayesi kitabı, Almanya’nın faşizme doğru gidişini adım adım, özel hayatın karşısına devleti konumlandıran bir bakış açısıyla anlatır. Kitap, “Burada anlatılacak hikâyenin konusu bir tür düellodur” diyerek başlar. Birbirine rakip olamayacak kadar denk olmayan iki tarafın savaşıdır bu. Bir yandan tüm gücü ve merhametsizliği kendi doğrularını kabul ettirmeye çalışan bir devlet, diğer yanda ise kendi hayatını, onuru çerçevesinde yaşamaya çalışan münferit bir kişi. Devlet münferit kişiden arkadaşlarından kopmasını, sevgilisini terk etmesini, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri benimsemesi gibi özel hayatını ve benliğini doğrudan doğruya değiştirecek mutlak değişiklikleri önerir, hatta bunları dayatır. İki unsur arasındaki savaş da münferit bireyin bunları kabul etmemesinden ortaya çıkar. Burada dayatılan şeyin özü elbet faşizmin konusunu oluşturur. Yazar, Almanya’nın faşizmi kabul edebilmesini teker teker tarihe ettiği tanıklık üzerinden anlatır. İçinde birçok tarihi olay bulunur fakat bunlar, münferit bir kişinin bakış açısıyla topluma yansımış hallerini ve ardından Nazilerin kabul edilme sürecini besleyen unsurlarını bizlere neden-sonuç ilişkisiyle göstermeye çalışır.
Kitap, yazarın, 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla ailesiyle gittiği tatilin yarıda kalması sonucu hissettiği üzüntünün yansımalarıyla başlar. Kısa süre sonra bu üzüntünün yerini, hangi ülkenin ne kadar askeri olduğu, mühimmat sayıları, kazanılan topraklar, tutsak sayıları gibi oyuna çevrilmiş bir savaş takibi almıştır. Haffner, savaşı gerçekte ne olduğundan bihaber ele alan bu yaklaşımın, yakın sosyal çevresinden bağımsız olarak gerçekleştiğini, asıl suçlunun kitleler arasında yol alan ve kendi içine sürükleyen, bilinmez ruh halinden ileri geldiğini açıkça belirtir. Bu ruh halinden uzakta duran herkes sıkıntı içinde boğulurken, ilgi duyan herkes de şenlikli bir ruh hali içinde gerçeklikten uzak bir yaşam sürer. Ölen askerler onlar için birkaç sayısal veriden ibarettir, hatta yenen kötü yemeklerin yanı sıra giderek hissedilmeye başlanmış ekonomik sıkıntı bile bu esrik halet-i ruhiye içinde görmezden gelinebilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisi, 1918 Devrimi ile başlayan ve Hitlere gelene kadar olan süreçte sağlanamayan düzen, Ruhr Havzası’nın işgali karşısında (Ki Ruhr havzasının işgali yazarı psikolojik olarak derinden yaralamış ve onurunu kırmıştır) pasif direniş dışında hiçbir şeyin yapılmayışı, ekonominin bozulması gibi olaylar faşizmin hazırlayacağı süreçlerin hepsine önayak olmuştur. Almanya’da 1918 Devrimi’ni ele aldığında Kayzer’in tahtan feragat etmesinin gazete sayfalarında bile çok az yer aldığını aktarır. Devrim sürecinde Friecorps adından hükümet destekli bir milis kuvvet oluşturulur ve bu kuvvet, dağıttığı el ilanları ve sokaklarda korolar halinde yaptığı protestolarla yarattıkları düşmanı lanetlerler. Ayrıca bu süreçte Rose Luxemburg’un gibi birçok insanın “kaçarken vuruldu” açıklamasıyla faili meçhul bir cinayete kurban gittiğini ve halkın buna sualsiz inandığı ölüm haberleri olağan hale gelir. Bunların hepsi Hitlerin İmparatorluğu’nu normalleştiren olayların başlangıcıdır. Bir çeşit savaş oyunuyla kafasını dolduran 1914-1918 gençliğinin, Nazilerin, basit ve hayal gücünü dolduran propagandasına uyum sağlamada zorluk çekmemesinin temelleri burada atılır. Heyecan yaratmayan barış ve komşuluğun zıttında, heyecan uyandıracak bir oyunbozan, düşman yaratılır buna karşı kazanılan zaferler taçlandırılır. Tüm milli bayramlar şovenist bir yaklaşımla, sıradışı bir coşkuyla ve kutlanır ve yazar, “bunun tehlikeli bir yönü olabileceği aklımdan geçmemişti diyerek bir itirafta” bulunur. Ekonominin de giderek bozulması ve halkın aç kalmaya bile bu denli tepkisiz yaklaşması Hitler’in iktidarını normalleştirmesinin zeminini oluşturacaktır. Ruhr Savaşı’ndan sonra dolar kuru 20.000’e ardından çok hızlı bir şekilde 40.000’e fırlar ve durdurulamaz şekilde büyük rakamlara doğru ilerler. İnsanlar yatırımlarının hızla eridiğini görürken, savaşın da yansımasıyla, çok net bir geçim sıkıntısı ortaya çıkar. Sıradan bir vatandaş için geçim sıkıntısı, ilk önce, mutfak alışverişinin yapıldığı pazarda görülür. Yazar; “Daha dün elli bin mark fiyatı olan yarım kilo patates, bugün yüz bine satılıyordu; geçen Cuma günü eve getirilen altmış beş bin marklık bir maaş Salı günü bir paket sigara almaya yetmez hale geliyordu.” Cümlesiyle durumun vahimliğini bize aktarır. Aynı dönemlerde arkadaşları ile bir bankın etrafında toplanmış kalabalığın yanına giderler ve bankta yaşlı bir kadının ölmüş olduğunu fark ederler. Biri “açlıktan” olduğunu söyler. Fakat yazar bunu hiç de garipsemez çünkü kimi zaman kendisi de ailesiyle beraber açlık sıkıntısı çekiyordur.
Yazarın amacı, yaşadığı korkunç anıları dümdüz anlatmak değil, Hitlerin her istediğini nasıl kabul ettirdiğini, yenilen ve ekonomik açıdan zor zamanlar geçiren bir halkın bunları neden ve nasıl kabul ettiğinin altını doldurmaktır. Her şey yavaş yavaş, elbette yasalara uygun şekilde ilerler. Ortadan bir devrim vardır fakat bu anayasayı zor kullanarak alaşağı etmek şeklinde olmamıştır; tam tersi, Hitler Cumhuriyet Anayasası’na bağlılık yemini etmiştir, yapılan hukuksuzluklar, Yahudilerin iş yerlerinin boykot edilmesi, sosyal demokratların bir gece yarısı sebep gösterilmeksizin öldürülmesi gibi olayların hepsi devlet eliyle hukuka uygun olarak yapılır ve bu yüzden de “normal” olarak algılanır. Örneğin Reichstag’ın (Almanya Fedaral Meclisi) yanmasının ardından tüm telefonların dinlenebilmesi, mektupların açılabilmesi gibi özel hayata saygısızlık olarak nitelendirilebilecek şeyler artık yasaya uygundur fakat garip olan, bunun sorgusuz sualsiz, sadece devlet eliyle yapıldığı için kabul etmiş, atalete kapılmış insanların kabullenmişliğidir. Belirli tecrübeler kazanılmış, kanaatler oluşturulmuş olmasına rağmen herkes hayatına olduğu gibi devam eder ve her kötü olayda artık “en kötüsü geçmişte kaldı” denilerek arkaya atılır. Halbuki faşizm, çemberini “ya bizdensin ya da olanlardan” olarak giderek daraltır. Her kaçış, her görmezden geliş herkesi giderek daha da içine çeker. Yazarın Yahudi olan sevgilisi, artık burada yaşam mümkün değil diye düşünen arkadaşları bir bir ülkeden gitme planları yaparken, her an izlendiği ve her an suçlu ilan edilip döverek öldürülmekten korkan münferit bireyler, korku içinde yaşamlarına devam ederler. Kimse elbette evlerine kapanmaz, sinemalar doludur, insanlar kafelere zararsız tiyatrolara gitmeye, nefes almaya devam ederler fakat bir SA subayı bir eğlenceyi bitirebilir ve herkes de bunun farkındadır.
Almanya’daki faşizmin öyküsünün zemini, savaşı bir oyun gibi yaşayan, çektiği açlığa ses çıkarmasının kanaat etmemek anlamına geleceği için susan, en değerli gördüğü bölgenin öylece işgalini izleyen fakat hiçbir şey yapamayan insanlarıyla sağlanmıştır. Bana dokunmuyorsa gözümü kapatıp geçerim demenin bir anlamı olmayacak, münferit kişilerin hepsi payına düşeni alacak, faşizm yavaş yavaş, ürperterek herkesin hayatına nüfuz edecektir.
Faşizmin öncesini ve sonrasını, hayatın içinden gerçek ve hatta kimi zaman gerçeküstü olabilecek örneklerle açıklayan, kendimizi bol bol sorgulatan bu kitabı mutlaka okumanız gerektiğini düşünüyorum. Hulki Demirel’in içime işleyen anlatısıyla; biliyorum ki; benim anlattıklarımdan fazlasını bulacaksınız içinde. Özel olanın politik olduğu gerçeğiyle, özgürlüğümüzün hayatın tam içindeki bu pratiklerde seyrettiğini bilelim. Büyük olduğu söylenen insanların tartıştığı her şey hayatlarımızdır ve hayatlarımız bir zamanlar Alman gençlerinin aşağıda söylediği şiirdeki* gibi bahtımızın rüzgârına bırakılmayacak kadar kıymetlidir.
“Ne öne ama ne de arkaya bakmak istiyoruz.
Bütün arzumuz, yalpalayan bir takadaki gibi
Bırakmak kendimizi bahtımızın rüzgarına”
- Bir Alman’nın Hikayesi, Hatırladıklarım (1914-1933),
- İletişim Yayınları
- Çeviri: Hulki Demirel
- 270 sayfa