Yazar: Azize Bergin
Yayın: Epsilon
Basım Yılı: 2004
Sayfa Sayısı: 293
Her insanın olmak isteyip olmadığı, yapmak isteyip yapamadığı, gitmek isteyip gidemediği ve böylece sürüp giden kursağında kalmış hevesleri/umutları vardır. Benim de var: Gazetecilik. Dayımın gazeteci olmasıyla bağdaştırıyorum ve çocukça bir heves olarak görüyorum bazen. Çocukça ve yanına yakına dahi yaklaşılamayan, ulaşılamayan bir heves… Belki dayım hayatta olsaydı bir cesaret, çok farklı yerlerde olurdum. Kim bilir?
Bu duygusal ve kişisel girişten sonra kitabın gazetecilikle alakalı olduğunu anlamayanınız yoktur sanırım. 2009 yada 2010 yılında kitabı bir alışveriş merkezinde gördüm, ucuz diye aldım. Ne arkasını okudum ne içini inceledim. Kitabı aldım ve 3-4 yıl kütüphanemde öylece sakladım. Üniversiteye başladığım yıl elimde kitap kalmayınca gözüme ilişti ve okumaya başladım. O zamana kadar ne Babıali’yi biliyordum ne de kitabın bir biyografi olduğunu. Öğrendikten sonra da hiç pişman olmadım çünkü tam “yeme de yanında yat”lık bir kitap bu arkadaşlar!
Azize Bergin kimdir diye sorarsanız; hesaplamalarıma göre 1933 yılında doğmuş olabilir, kitabında 17 yaşında mesleğe başladığı yazıyor. 1950 yılının İstanbul’unda kimya dersinden sıfırın üstünde not alamayınca okulu bırakmak istemesine karşın babasının “O zaman kendine bir iş bulursun!” tehdidine pabuç bırakmamak için elinde çevirilerinin olduğu defteriyle Babıali’ye gazeteci olmaya giden kadın gazetecilerimizden biridir. Kitapta bunları öyle bir anlatıyor ki, okumuyor da izliyormuşsunuz gibi… Betimlemeler ne boğuyor ne eksik bırakıyor gözünüzde canlanan o sahneyi. Birçok ünlü isimle karşılaşıyor ya da ilk kez tanışıyorsunuz benim gibi. O dönemin dokusunu hissettiriyor Bergin okuyucuya. Gazeteciliğin neredeyse yarım asırlık bir süreçteki değişimini gözler önüne seren eser bir yandan da, maddesel olarak; hâlâ yaşayan bir geçmişin varlığını kanıtlıyor.
Kitabın son sayfasını okuduktan sonra “Allah’ım neden 2000’lerde yaşamam gerekiyordu ki?” gibi sızlanmalarım olmuştu. Elime alıp sevdiğim kitaplarımdan biridir okuduğumdan bu yana. Çünkü içinde yazanlar hiç beklemediğiniz kadar gerçek bir o kadar da hiç yaşanmamış gibi bir hikaye ve hiç eskimeyecek bir anı…
Tekrar tekrar okunacak bir eser mi bilmiyorum. Bende bıraktığı izlenim hâlâ içimi ısıtacak kadar etkili bu sebeple tekrar okumayı henüz hiç düşünmedim. Fakat siz, evet tam olarak size söylüyorum; okuyun bu yaşam öyküsünü. Okuyun ve görün. Göreceğiniz çok şey var içinde!
**Azize Bergin’e bu güzel yaşanmışlıkları bize bıraktığı için minnet duyuyorum, iyi ki ruhunda saklamak yerine yazıya dökmüş ve bizimle paylaşmış.
“Gazetecilik hayatımda ilk kez ünlü birinin cenaze törenine katılmıştım. O ne korkunç kalabalıktı… İnsanların Sait Faik’i son yolculuğuna uğurlamaktan çok orada görünmeyi önemsediklerini fark etmek beni çok şaşırttı. Basın ve edebiyat dünyası benim gördüğüm kadarıyla tam kadro cenaze törenindeydi. Her zaman kalabalıklardan kaçan, sahte sevgilere hiç değer vermeyen Sait Faik, böyle muhteşem bir törenle hayatımızdan çıkıp gitti. O tören sırasında kulağıma çalınan konuşmaları bugün bile hatırladıkça tüylerim ürperir. Cenaze töreni devam ederken Sait Faik’in dostu olduklarını iddia eden iki kişi arasında şöyle bir konuşma geçiyordu: “Yaşar Nabi Sait’in hikâyelerini üç kuruşa satın alıp onun sırtından para kazandı.” “Yanılıyorsun dostum. Eğer Yaşar Nabi Sait’in hikâyelerindeki hataları düzeltip dergisinde yayınlamasaydı, Sait sokaklarda sürünürdü.””