”Kör düşünce deneyimleri kıyaslayamadığı için değer duygusuna sahip değildir.”
Marion Milner
Klasik dönemlerde yazılmış siyasetnamelerde veya birtakım ahlak kitaplarında tekrar eden bir benzetme vardır: İnsan bedeni bir ülkeye teşbih edilir, bazen de tam tersi, bir ülke, bir insan gibi düşünülür. Böylelikle hayatın veya idare edilen ülkenin sıhhat ve selameti üzerine birtakım tahliller yapılır.
Henrik Ibsen‘in 1882’de yazdığı Bir Halk Düşmanı‘nı okuduktan sonra ”halk” dediğimiz şeyin üzerine düşünürken yukarıdaki benzetmeyi hatırladım. İnsan ve mensup olduğu toplum arasında buna benzer bir ilgi kurulursa, örneğin ülkem bir insan teki olarak tecessüm etse, yekten ete kemiğe bürünse nasıl biri olurdu diye düşündüm. İyi mi, kötü mü, bön mü akıllı mı, ahlaklı mı ahlaksız mı, güzel mi çirkin mi, diri mi çürüyüp yozlaşmış mı?
İbsen’in siyaset-sermaye-medya-halk arasındaki yozlaşmış düzeneği tenkit ettiği bu piyesi beni en çok da “halk” kavramı üzerine düşünmeye sevk etti. Yurdum okurunun piyes boyunca sermaye-siyaset-medya ilişkileri açısından kendisine hiç de yabancı gelmeyecek bir düzenin resmiyle karşılaşması mümkün. Bu bakımdan eseri değerlendirirken bu meseleler etrafında yapılacak tahliller bir yönüyle sözü uzatmak olur.
Bence burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken, ”halk” dediğimiz ve kitapta zaman zaman kendisi ”başat çoğunluk” olarak da adlandırılan şeyin mahiyeti olmalı. Çünkü halkın iyi veya kötü, ahlaklı veya ahlaksız, diri ya da çürüyüp yozlaşmış olup olmadığı, toplumsal hayatın bütün unsurlarıyla nasıl işleyeceğini de belirleyen çok kuvvetli bir etken.
Bir Halk Düşman’ı oyununda olaylar Norveç’in güney kıyısında bir kentte geçer. Dr. Tomas Stockmann, eşi ve üç çocuğuyla ortalama bir hayat yaşamaktadır. O, halk yararını önceleyen ve halk için çabalayan özverili bir adamdır, yoksul hastaları ücretsiz tedavi eder. Şehrin kalkınması için hayati bir proje olarak inşa edilen kaplıcanın da doktorudur. Kaplıca tesisleri tamamlandıktan kısa bir süre sonra Dr. Stockmann kaplıca sularına zehirli kimyasalların karıştığını tespit eder ve kaplıca sularını tahlil ettirerek bu tespitinden iyice emin olur. Durumu ağabeyi olan kentin Belediye Başkanı’na açıklar. Belediye Başkanı, Doktor’un kaplıca sularına zehirli kimyasalların karışmaması için yapılmasını gerekli gördüğü çözüm önerisini çok yüksek maliyeti yüzünden kabul etmez. Asıl olay bu noktadan itibaren kopar. Başkan’ın kendisine cephe almasından sonra Dr. Stockmann durumdan halkı haberdar etmek için bir yazı kaleme alır. Şehrin gazetesi Halkın Postası’nda yayımlatmak ister. Gazetenin yazı işleri müdürü ilk önce bu haberi memnuniyetle karşılar. Fakat daha sonra yazının basılacağını haber alan Belediye Başkanı gazetenin basıldığı matbaaya gelip bunu engeller. Başta Dr. Stockmann’ın tarafında yer alan Gazetenin Yazı İşleri müdürü Hovstad bu andan itibaren Başkan’dan yana taraf alır. Yazısı basılmayan Doktor konuyu genişçe bir salonda bir konferans biçiminde halka duyurmaya karar verir. Halk toplanır, konuşma başlamadan Belediye Başkanı da salona gelir ve kendisine söz hakkı doğduğunu iddia ederek kürsüye çıkar, Doktor’un yapmak istediği basit bir bilgilendirmeyi birden siyasi bir açık oturuma çevirir ve Doktor daha konuşmaya başlamadan sözü alır ve halkı manipüle eder. Bu esnadan sonra halkın yozlaşmışlığıyla karşılaşan Doktor, arkasında sandığı ”başat çoğunluğu” düşündüğünden çok farklı bir halde bulur. Kaplıca ile ilgili konuşmayı yapmaktan vazgeçer, daha köklü sorunlar olduğunu fark eder, halkı bu yüzden tenkit eder:
”Hayır, bu sürüleştirici etki, yaşam koşullarında aptallaştırıcı, duyarsızlaştırıcı yoksulluktan, sefaletten gelmektedir. Her gün havalandırılmayan, süpürülüp silinmeyen evet bunların yapılmadığı bir evde oturmak zorunda kalan insanlar, iki veya üç yıl içinde ahlaklı düşünme ve eylem yeteneklerini yitirirler. Oksijen yetersizliği, vicdanı zayıflatır. Eh, bu sıkıcı çoğunluğumuzun tümü, memleketimizin gelişmesini yalan ve aldatma batağı üstüne oturtacak kadar vicdan yoksunu olduğuna göre, evlerimizin çoğunda oksijen yetersizliğinin son kerteye vardığı anlaşılıyor.” (s. 204)
Belediye Başkanı durumu iyice kendi lehine çevirdiği bu sırada, bir adam Doktor Stockmann’a ”halk düşmanı” diyerek çıkışır. Bunun üzerine Halkın Postası gazetesinin sahibi Aslaksen bu çıkışı hemen oylamaya dönüştürür ve oylama sonunda Kaplıca Doktoru oy birliğiyle ”halk düşmanı” ilan edilir.
Dr. Stockmann, kaplıcanın doktorluğu görevinden alınır, evi taşlanır ve ev sahibi tarafından evden dahi çıkartılmanın eşiğine gelir. Kentte hayat hakkı tanınmaz olur doktora. Piyesin sonunda Doktor artık kentte tek başına kalmıştır. Şehri terk edip etmeme arasında kalır bir an. Gitmemeyi tercih eder:
‘‘Bakın, mesele şu: Bu dünyada en kuvvetli insan, tam anlamıyla tek başına olan insandır.” (s. 233)
Kendisiyle karşılaşacağımız dördüncü perdeye kadar ”halk”tan oyunun başlarında ”başat çoğunluk” olarak söz edilir ilk. Sonra toplumu idare eden sermaye-siyaset-medya mensubu üst tabakanın çürümüşlüğüne tanık oluruz. Oyunun sonunda tüm bu çürümelerin üstündeki örtü kaldırılır. Aslında bir bakıma halk çürümüştür.
Bir insanın bozulup yozlaşma ihtimali ne kadar mümkünse, insanlardan mürekkep olan toplumun da, halkların da bozulup yozlaşma ihtimali o kadar mümkündür. Ama genellikle kronik bir refleksle ulus, millet gibi tarifler içinde sürekli kutsanan, icat edilmiş bir ”halk” kavramı dolayısıyla bu ihtimale düşüncede pek yer verilmez. Halk yani başat çoğunluk hiç şaşmaz, hiç yanılmaz gibi algılanır.
Halbuki tarih göstermiştir ki, insanlığın kahir ekseriyeti bir şeyin tam anlamıyla doğru olup olmadığını araştırıp bilecek, tetkik edecek bir tıynette değildir çoğu zaman. Bu bakımdan kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür veya kıymetsiz bir meseleyi güçlü bir adamın elinde görse onu çok kıymetli addedebilir.
Kur’an-ı Kerim’de Şuara suresinde Musa peygamberle Firavun’un sihirbazları arasında cereyan eden mücadelenin anlatıldığı sahnelerde bu olaya tanıklık etmesi için halk da davet edilir. ”Halk da ‘Haydi gelmiyor musunuz?’ diye davet edildi.” (Şuara/39) Sonra onlara kimden taraf olduğu sorulur. Onlar da ”Sihirbazlar üstün gelirlerse biz de onlara uyarız, dediler.” (Şuara/40) Evet, başat çoğunluğun güç ve hakikat arasında kaldığında yaygın olarak güce meylettiği; hakikate göz kapadığı, kulak tıkadığı görülüyor.
Halkı tenkit etmeye başladığımız andan itibaren yakamıza bir yafta yapışmasına da hazırlanmalıyız: Halkı aşağılamak. Peki ya halk aşağılık bir hayatı tercih etmişse? Bir Halk Düşmanı adlı piyes ve sonrasında bununla birleşen bazı dikkatler bizi ister istemez bu soruyla da karşı karşıya bırakıyor.
Ortega y Gasset’in de söylediği gibi:
“Eğer emelimiz yeni bir şafaksa, aydınlatılması zorunlu olan sonu gelmez sorunlar yumağından bana ivedi gibi görünen bir tanesini seçtim: “toplumsal nedir, toplum nedir” -aslında pek kendi halinde bir sorun, üstelik pek berrak değil, dahası, bir hayli çetin.”