“Aşk” üzerine, tıpkı bilimsel gerçeklikler gibi her türlü yanılsamadan uzak, kesin ve net yargılar koymak mümkün müdür? Felsefe, her türden yaşama dair kavram gibi aşk üzerine de kalem oynatmaktan çekinmemiştir. Örneğin, çağdaş Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) akımının öncülerinden Jean Paul Sartre’a göre, varlık nasıl ki özden önce geliyorsa ve görüş bu temelden hareket ediyorsa, benzer şekilde aşk da, iki insanın bilinçlerini birleştirme çabası olarak yer alır. Ne var ki, bu beyhude bir çabadır; zira, insan kendi bilincine mâhkumdur her vakit.
Bu ve benzer örneklerden anlaşılacağı üzere aşkın neliğine ilişkin bir çok görüş bulunur. Ancak sanırım bir konuda genel bir kabulün, yaygın kullanımı ile konsensüsun olduğunu belirtmek gerekir, o da aşkın, acının kaynağı olduğuna dairdir. Sahi romanlarda da böyle değil miydi? Goethe’nin, Genç Werther’in Acıları’nda, aşkın ıstıraplı hali, dönem insanlarını intihara sürükleyecek denli romantik öğeleri içinde barındırıyordu. Büyük filozoflardan Schopenhauer’da da yine aşk bir bakıma acının karşılığıydı. Dostoyevski, aşkı cehennem ile bir tutarken, bizden birisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, insanlara verdiği zevki önünde sonunda ödeten bir duyguydu. Ernest Hemingway ise aşkın ya da iki insanın birbirini sevmesi halinin, mutlu bir son ile bitmeyeceğine inanırdı hep. En nihayetinde Louis Aragon son noktayı koymamış mıydı “mutlu aşk yoktur” diyerek. Bu denli acı veren, ancak insanın karşısına ne vakit çıkacağı belli olmayan aşkın, salt modern dönem duygusu olduğu sanılmasın. Destanlar, dinler ve antik dönem şiirleri, edebi eserleri de bu hisse kayıtsız kalmamıştı. Modern dönemi, hadi biraz zorlayalım gerilere gidelim, örneğin bizim tarihten, divan ve halk şiiri örneklerini biliriz. Ancak Jean Jacques Rousseau’nun sıklıkla belirttiği üzere ilk insanın konuşmaları hep şiir biçiminde olmasına benzer, bu nitelikli durum, tarihsel gerçek, basılı ürün olarak okuyuculara pek yansımaz. Yani karşımıza antik dönem şiiri üzerine nitelikli bir çalışma çıkmaz. Ancak bu eksikliği giderici bir eser var artık karşımızda: Can Yayınları tarafından basılan ve derleyicisi ile çevireni Celâl Üster olan “Aşk Olsun-Eski Ozanlardan Sevda Şiirleri” isimli oylumlu eser artık kitapevlerinde temin edilebilir.
Toplamda 140 sayfadan oluşan kitabın Celâl Üster tarafından öndeyiş ismiyle geçen önsöz nitelikli yazıda da belirtildiği üzere, İÖ 2000 dolaylarından 17. yüzyıla kadar uzanan geniş bir zaman spektrumunda yazılmış şiirler bir araya getirilmiş kitapta, bir bakıma antoloji olarak. Bu şiirler farklı ozanlar, çağlar, ülkeler ya da diller; örneğin Sümer, Eski Mısır, Yunanca ya da Latince basılsa bile, bu eserlerin temel ortak noktası hep aşk üzerine temanın belirlenmesidir. Neden aşk peki? Çünkü, insanlığın bilebildiğimiz en uzak geçmişinden günümüze değin aşk hep var olmuştur. Aşkın bir sınıfı var mı? bence bu soru olarak tartışmalı. En fazla ilişki biçimini belirliyor sınıf aidiyeti. Bir işçi ile burjuvazinin kendi aralarındaki aşk ilişkisinin yaşanma hali farklı olabiliyor doğası gereği. Ancak yine de her insan üzerinde aşk benzer tesirlerde bulunuyor, çünkü bedenin, fizyolojinin çalışma biçimi hep aynı. Dil, din, soy, genç, yaşlı dinlemeden aşk hep var oluyor. Aşk en çok hangi edebi türe yakışıyor? Kuşkusuz bu şiir oluyor! Bunun nedenini sanırım aşkın tıpkı şiir gibi özgürlüğe verdiği önemde aramak gerek. Ancak aşk sadece şiirde var olmuyor; bir tuvalde, yapıda, mağaranın duvarında, sözde, yazıda, çeşitli görünümleri ile sökün ediyor. Celâl Üster kitabın isminin neden “Aşk Olsun” olarak belirlendiğini açıklarken, bunun Ferit Edgü’nün “P Sanat Kültür Antika” dergisinin “Aşk ve Sanat” sayısına yazdığı sununun satırlarında gizli olduğunu belirtiyor. Burada Edgü, sanat ve aşk bağlamında şunları karalıyor:
“…Sanat da, aşk da güçlerini başkaldırıdan alıyor. Yalnız ölüme değil, tüm olanaksızlıklara, insancıl olmayan her şeye. Yaşama kazandırdıkları anlamın temelinde yatan da bu. Aşkın yıktığı manastır duvarları, kuruttuğu ırmaklar, göller, yeşerttiği çöller; Ferhat’ın deldiği dağ. Yunus’un benliğini saran aşk, yandığı od, evrensel aşkın sanattaki yansımalarından başka bir şey değildir. Aşkı evrensel kılan sanattır. Çünkü, sanat yoluyla dile gelen aşklarda, yani şiirlerde, efsanelerde, masallarda, romanlarda, destanlarda, yontularda, resimlerde, minyatürlerde, aşkın ortak bir dili vardır. Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de, Güney’de, biçimler, renkler sözcükler değişebilir. Bizim halk dilimizde bir Mine’l Aşk’tır, Fransızcada Roland’ın şarkısı. O karanlık denen ortaçağ aslında, gizli, gizemli bir aşk sanatı çağıdır. Denebilir ki, tüm çağların ve uygarlıkların sanatında aşksız bir dönem yoktur. Bir sayımı yapılmamıştır ama, yeryüzünde yazılan şiirlerin yarısından çoğunun dolaylı ya da dolaysız aşk şiirleri olduğu söylenebilir. Resimdeki çıplaklar, anatomi biliminden çok aşk bilgisinin ürünleri değil midir? Hatta portreler? Sanat tarihine baktığımızda, aşk olmasaydı sanat da olmazdı diyenlere hak vermemek mümkün değil. Sanat ve Aşk. Aşk Olsun! Çünkü aşk olduğunda, görecekseniz zaten sanat da oluyor.”
Kitap, isminin kaynağını açıkladıktan sonra, farklı medeniyetlerin şiir temsillerine geçmeden önce o kültüre dair bir kısım bilgileri de vermekten imtina etmiyor. Örneğin Hint edebiyatının ilk örnekleri olan “Veda İlahileri”, “Hindu dini kutsal metinleri”, “ayin ve adak tapımının çerçevesinde gelişen mistik edebi metinler”, “Kama Sutra’ların kaynağı”, “Çin şiirinin kısalığı” gibi temel bilgiler de yine bu kitapta edinebileceğimiz türden. Eski Ozan şiirlerinin aşk temelinde ilerleyen şiirlerinde, aşk görünümleri farklı örnekleri ile karşınıza çıkıyor. Mesela, Eski Mısır’daki (İÖ 16. 11 Yüzyıllar arası) “Aşka Düşmüşüm” isimli anonim şiirde; “…gözü dönüklüğüm /sana olan sevgimden,ey sevgili, / ırmağa değil, aşka düşmüşüm” ya da “Aynan olaydım” şiirinde; “…Aynan olaydım,/Hep bana bakardın/Giysin olaydım,/ Hep beni giyerdin” şiirlerinde sevginin en basit, ilkel hali olarak şiirsel bir anlatımın sunulduğu görülüyor.
Lirik şiirleri ile ünlü Sapho’nun şiirlerinde aşk, en saf, ancak sevgi tonajı yüksek hali ile görünür birden önünüze; “…sesinin tatlı ezgisini, aklımı başımdan alan ayartıcı kahkahanı doyasıya duyduğundan. Birden seni görsem, feleğim şaşar, dilim tutulur” Klasik Çin’in çatısını oluşturan ve Konfüçyus okulunda derlenmiş beş klasikten biri ve ilk Çin şiir güldestelerinden “Soğuk Adam” isimli şiirde; “…Büyük tarla sürme, ayrıkotu sarar. Soğuk adam sevme, Yüreğin kan ağlar” denilerek mani benzeri öğüt verilir okuyana.
Niyetler, temenniler hiç bitmez, aşkına kavuşma isteği rüyada bile kendisini göstermekten sakınmaz. Tıpkı, Eski Yunan şairi Meleagros’un ninni şiirindeki gibi; “…Uyu, güzel kız, uykulu çiçeğim, uyu: Ah, uyku Tanrısı olaydım keşke, Kanatsız, bir fısıltı gibi, Gölgeli gözkapaklarından içeri süzüleydim.” Aşk’ın kimi umarsızlıkları düşe sığınak olur bazen, tıpkı Kasa hanım olarak tanınan İratsume (8. yüzyıl)’nin “Demek Kavuşuyoruz” şiirindeki gibi; “…Düşümde, bir kılıç Saplandı etime. Demek yakında kavuşuyoruz.”
Aşkın bir kısım olumsuz tesirleri de şiire konu edinilir. Tıpkı Diophanes’in “Aşk Üç Kez Soyar” şiirindeki gibi; “…Sen ne dersen de, aşk insanı üç kez soyar: Umarsız kılar, uykudan eder, anadan doğma bırakır” O uykudan etmeler yok mudur, bazen ezan sesi ile uyanmalar, bir daha uyuyamama durumları, Japon edebiyatının “Altı Şiir Ustası” arasında sayılan Ono Komaçi (9. yüzyıl) Uyku Tutmaz’da nasıl da içli bir haykırıştadır sanki, aşkın bedenine ve ruhuna olan etkileri bağlamında; “…Bitimsiz karanlık gecelerde sonsuz özlerim sevdiğimi Uyku tutmaz, kora keser gövdem, tutkunun parlayan yalımları yakıp dağlar uyarsız yüreğimi” Ayrılığın acısı, o ilk yalın hali ile Hint Stavahana Hanedanı hükümdarlarından Hala’nın derlediği “Yedi Yüz şiir güldestesi” içinden “Neye Yarar”, dönemimiz arabesk müzik sözlerinden çıkmışcasınadır sanki: “…Söylenen sözler boşuna, Yazılanlar neye yarar, bir başına kaldığında ayrılığın acısını duymadıkça” Ya terkedilişler, bir daha görememenin o büyük ızdırabı, karşımıza Japon edebiyatının saraylı hanımlarından Sei Şonagon (10. yüzyıl) çıkar birden; “…Terk edilmek alınyazım anlıyorum Anlamayan gözyaşlarım” Çin tarihinde altın çağ olarak kabul edilen Tang hanedanı döneminin tanınmış şairlerinden Zhang Jiuling’in “Gittin Gideli” şiiri de yine aşkın özlemle armonisinin ürünüdür. “…Gittin gideli, Elimi bile sürmedim Dokuduğum kumaşa Sensiz, umarsız, Ay’a döndüm, her gece biraz daha, sararıp solan”
14 Şubat sevgililer günü, ister Valentine ismindeki din adamı orijinli olsun, isterse Antik Yunan takvimlerinde, ocak ayı ile şubat ayı ortaları arasında kalan zaman diliminde Zeus ile Hera’nın etkisi ile kutlansın, ilk amacından farklı olarak sevgi hissi içinde olanların birbirlerine sevgilerini dış dünyaya aksettirdikleri bir gün olarak anılıyor tüm dünyada artık. Bu sevgi aktarımı, hediye almak türünden olduğu gibi, edebiyatın kimi büyülü yönlerine sığınarak en yalın hali ile sevgiyi karşıya iletmekle de mümkün oluyor. İşte; kısa, öz, belki çok arkaik, ancak buram buram lirik bu kitaptaki Eski Ozan Sevda şiirleri bence günümüzde bile okunmayı hak ediyor. Hak eden başkası da var, ancak bu kez dizeleri: Maruf ve malum güzel Aksar kızımız, bu dizeleri anlamlı günde bence ziyadesi ile hakediyor. Yine kitaptan aktarıyorum, son şiir niyetine, günün anlamına da karşılık olarak, Aksar’a, kadim Japon şiirinin adsız sansız ozanlarından birisinden aktarımla: ” … Değil mi ki, geceleri, siyah bir pars gibi düşlerime giriyorsun, anlaşıldı, bu aşk beni, öldürsün istiyorsun.”
- Aşk Olsun – Eski Ozanlardan Sevda Şiirleri
- Derleyen ve Çeviren: Celâl Üster
- Can Yayınları
- 140 sayfa