Akın Çokuğurluel, 2017’nin Haziran ayında yayımlanan “Kırık Şeyler Ansiklopedisi” isimli ikinci romanıyla okura yeniden “merhaba” dedi. Bizler de, ülkemizin yakın geçmişinde yaşanan acılar, sırlar ve kötü koşullar üzerine kurulmuş romanı üzerine Çokuğurluel ile sohbet ettik.
İyi okumalar dileğiyle…
Kırık Şeyler Ansiklopedisi, duygusal yönü güçlü olduğu kadar yakın dönemimize dair ve bu dönemde yaşanılanlara göndermelerle dolu bir kitap. Güncelin ve gerçeklik duygusunun harmanlandığı bir iş. Kitabın somutlaşma sürecinden biraz bahsetmek ister misiniz? Yazım sürecinde nelerden etkilendiniz?

Akın Çokuğurluel
Hikâye aslında -dramatize etmek istemem ama- gördüğüm bir rüya ile kafamda belirdi, tüm kurgusunu oluşturacak şekilde olmasa da, ilk ateşlemesi bu rüyaydı. Sonrasındaki yazım sürecini abartıp duygusal klişelere girmek istemem, sistematik bir yazma disiplinim yok açıkçası, canım ne zaman isterse o zaman yazıyorum. “En etkilendiklerim” sıralamam da yok maalesef. Baba-oğul ilişkisini anlatan ilk hikâye bittikten sonra ortaya çıkan baba karakteri üzerinde, bir babanın oğluna neden bu denli mesafeli olabileceği konusunda biraz düşündüm. Zorluklar, kötü şartlar, gizlenmiş yıllar, sırlar, acılar olmalıydı bir yerlerde. Henüz ne olduğunu ben de bilmiyorken, tüm bu sıkıntılı şeyler beni ’70’li yılların sonu ve ’80’lere götürdü. Hikâyenin milyon kez işlenmiş baba-oğul ilişkisi olduğunu aklıma getirmediğim gibi, ’80’li yılları milyonuncu kez bir roman konusu yapmaktan da çekinmedim. Bazı dönemler, üstünü örtmeye çalışsak da bazı acı duyguların etiketi olmuşlar. ’80’li yılların acıları kadar trajik şeyler yaşıyoruz aslında günümüzde de ama tek fark, o kadar acı çekmiyoruz. Günümüz ve geçmiş arasındaki bu ‘duyumsal’ uçurumu romanın katmanlarına da taşıdım ve hikâyeler birbirinden bağımsız devam etti böylece.
Kitaptaki anlatıcılardan biri olan Hasan’ın konuştuğu bölümlerde ona bir sözlük eşlik ediyor; herbirine ayrı ve güzel çizimler yapmışsınız. Farklı eşya ve kavramların tanımlamalarını yapıyorsunuz. Bu fikir, bir sözlük ya da ansiklopedi hazırlama düşüncesini romanla birleştirme hikâyesini anlatır mısınız bizlere…
Hayal kırıklığı yaratmak istemem ama özel düşünülmüş bir detay değildi. Mimarım ben. Elim boş durmaz, sadece kâğıt olması gerekmez, boş gördüğüm her yere mutlaka bir şeyler çizerim. Romanın atmosferini de kafamda biçimlendirirken küçük eskizler çiziyordum kâğıtlara. Martı, bank, koltuk, perde derken, en son radyoyu çizdiğimde, “Okuyan da başka değil, bu radyoyu canlandırmalı zihninde,” dedim ve roman bittikten sonra zorlu bir çizim sürecine girdim. Bunlar karakterin naif yanıyla, yaşadıklarıyla paralel detaylandırılmış, sıradışı tanımları da içeriyor. Yüz yirmi altı tane el çizimi var kitap içerisinde ve bazılarını editörüm ile birlikte eledik bile. Ama mimarlık ve çizim de benim için edebiyat kadar önemli olduğundan bu birleşimden mutlu olduğumu söyleyebilirim.
Romanda dış görünüşüyle, siyasi düşüncesiyle, diliyle, etnik kimliğiyle bir şekilde ezilen ve hatta bu sebeple öldürülen karakterler var. Bu konular ve düşünceler, farklı zamanlarda farklı edebiyatçılar tarafından dile getirildi, işlendi. Ne yazık ki yaşadığımız coğrafyada iyileşmektense giderek hastalandığımızı görmek zor değil. Romanınızla, yazdıklarınızla bir şeyleri iyileştirmeniz mümkün olsaydı, neyi iyileştirmek isterdiniz? Hangi kırık şeyleri tamir etmek isterdiniz?
Yazdıklarımda bir şeyleri değiştirmek düşüncesi beni baştan çıkarsa da, şöyle cevap vereyim: Hiçbir şeyi. Hayat yaşadıklarımız kadar. Bunun içinde kırıklıklarımız da var. İstediğimizi kabul etmek, istemediklerimizi değiştirmeyi doğru bulmuyorum. Bu kırıklara, kırılmışlıklarımızın arkasına sakladıklarımıza asıl hayat diyoruz çünkü acılar, mutluluklardan daha öğreticidirler. Fikirlerde de durum farklı değil. Romanın alt metninde ideolojilerin, fanatizmin insan ruhuna aykırı olduğu var. Hiçbir fikir tek başına yanlış değildir, hiçbir fikir tek başına doğru değildir. Her fikir bir diğeriyle anlamlanır, gelişir. Kimlikler, etiketler bize giydirilen deli gömlekleri. Bunlara sığınarak yapıyoruz taşkınlıklarımızı. Bunları üzerimizden çıkardığımızda çıplak kalırız belki ama ancak bu sayede salt doğruya ulaşırız. Duruş, inanç, görüş ve ideoloji, adına her ne diyorsak, elbette olmalı ama bunu mantık süzgecinden geçirmediğimiz sürece bu uğurda emek vermiş binlercesine haksızlık yapmış oluruz. Birbirimizi dinlemediğimiz, sadece haklı çıkmak için karşıdakini ikna etmeye uğraştığımız bu dönemde kaçırdığımız şey biraz da bu. Yine de değiştirilecek şeylere dönersek, kırıklar artık düzelmeyecekler ama az toplumsal hafıza, biraz mantık, sağduyu ve farkındalık, geleceğimizi kırıklardan korumak için hiç de fena olmaz.
Hali hazırda tartışma konusu olan televizyon programlarına dair eleştirileriniz var. Bu programların seyirciyi uyuşturduğu düşüncesindesiniz. Geçmişe dönüp baktığınızda bu konuyla alakalı özlemleriniz var mı? Medya yayıncılığının geçmişini neden özlemle anıyor ve arıyoruz?
Esasen eleştiri diyemem buna. Ben sadece, o programların düşündürdüklerini ele almaya çalıştım romanda. İnsanlar yalnızlar ve giderek yalnızlaşıyorlar. Takipçileri, izleyenleri çoklu basamaklara ulaştığında bu derdi hallettiklerini düşünüyorlar kendilerince. Tek bir cümle ile baş tacı edip bir kelime ile siliyoruz etrafımızdakileri çünkü yenileri var. Bir tık uzağımızdalar. Her şey çabucak tüketiliyor. Bir ilişkinin bittiğini “unfollow” güncellemesinden anlıyoruz. Paylaşımlarımız tatilde ayak fotoğrafı, pidecide pide fotoğrafı yayınlamak üzerine. İlişkileri, arkadaşlıkları, paylaşımları unuttuk. Çocuğuma kalsın, diyeceğim her şey tek tek tükeniyor. Eleştirdiğim bu tüketme durumunun kendisi. Yoksa, biz her gece Adile Naşit’le uyutulmuş bir nesiliz, derdim uyumak değil, uyuşmak değil. Hem öyle rahat uyuduk ki biz, deliksiz, mışıl mışıl. Tam da bu sebepten, özlem duyduğumuz geçmiş medya yayıncılığı değil, belki de çocukluğumuzda bıraktığımız kayıtsızlık hissidir.

Akın Çokuğurluel – Kırık Şeyler Ansiklopedisi / Everest Yayınları – Roman / 222 Sayfa
Kitap içerisinde farklı post modern denemeleriniz var. Âdettendir, soralım: Okuduğunuzda etkilendiğiniz ve yazma eyleminize sızan yazarlar kimlerdir? Neler okumaktan hoşlanırsınız?
Bu soru her zaman zorlar. Ne desem, diğerine haksızlık olacak. Şöyle başlayayım: Öncelikle bazı biçimsel denemeler var romanda. Bu fikirler ilk, Jonathan Safran Foer okuduğumda zihnimde canlanmıştı. Roman sonundaki kronoloji de Orhan Pamuk tarafından kullanılmıştı. Her iki isim de baş köşeye yerleştirdiğim iki romancıdır. Bilinmiş isimleri saymayacağım ama Albert Camus’yü saymadan geçemeyeceğim. Tom McCarthy, Etgar Keret, Roddy Doyle, Skomsvold, Janette Winterson, Necip Mahfuz, Nihad Siris son dönemlerde birden çok kitabını okuduklarım arasında. Türk yazarlardan standardı koruyabilen yazar bulmak daha zor, malum, kaygan bir zemin var ve siyaset, duruş, görüş, edebiyat, her şey birbirine girmiş durumda. Bu ortamda gönül rahatlığıyla isim sayamayacağım ama yeni öykücüler var, bunları dergilerde okumaktan keyifleniyorum. İlker Aksoy’un Ölümden Beter Yaşamlar isimli romanı ve Ersan Üldes de keyifle okuduklarım arasında.
Yakın dönem Türk dergiciliğini nasıl buluyorsunuz?
Yakın dönem Türk dergiciliği -bazı kesim dergiler açısından- yüz karası denilecek bir dönem yaşadı. Dergilerin yaşanan olayları malzeme yapması, öykü konularının tek bir konu üzerinde evirmesi edebiyatın özüne yakışmadı. Edebiyat da siyasetten etkilenir elbette ancak bu, maksadı aştı. Edebi çizgisini, standardını koruyan dergiler var. Yakın dönemde sevdiğim ve takip ettiğim bazı dergiler kapandı. Şimdi yine sevdiklerimi sayıp bu uğursuzluğu pekiştirmek istemem. Fazlaca bilinenler dışında Sözcükler, Öykülem, Çevrimdışı, Lacivert, Öykü Gazetesi bunlardan birkaçı. Bu dergilerin okurlarının bol olması, hayatta kalmaları, şiirin, öykünün gelişimi, yeni isimlerin çıkması, gerçek edebiyatı edebiyatı gerçekten anlayanlardan dinlemek için çok önemli. Yeni nesil öykücüler de gümbür gümbür geliyor. Inanıyorum ki çok sıkı öykücüler çıkacak aralarından.
Roman haricinde öyküleriniz de yayımlanıyor. Öyküye, öykücülüğe bakış açınız nasıl? İleride sizden bir öykü kitabı okuyacak mıyız?
Öykü, bambaşka bir deniz, etkisi çok kuvvetli ve hataya asla müsaade etmez. Bu kadar zorluğuna rağmen öykünün hak ettiği yerde olduğunu düşünmüyorum. Son yıllarda bazı belediyelerin Öykü Festivalleri oluyor, dünyanın çeşitli yerlerinden öykücüler geliyor; bunlar iyi gelişmeler. Ancak kitap raflarında roman ve öyküyü aynı rafta bulmak bile can sıkıcı. Değişeceğini umut ediyorum. Her roman yazanın öykü, her öykü yazanın roman da yazacağı gibi bir düşünce yok kafamda ama öykücü tarafım romancı tarafımı besliyor ve geliştiriyor. Öykü kitabına gelince, şu ana kadar değer verdiğim bazı öykü yarışmalarından çeşitli dereceler aldım. Önemsediğim dergilerin birçoğunda da öyklerim yayımlandı, yayımlanıyor. Bunlardan, tereddütsüz içime sinecek bir öykü kitabı çıkar. Yazma serüvenim de bu arada devam ediyor ama doğru zaman ne zamandır, göreceğiz.
Son olarak takipçilerimiz için sizden bir okuma listesi rica edelim: Akın Çokuğurluel hangi kitapların keşfedilmesini, atlanılmaması gerektiğini önerir?
Yine aynı zor soru. Ama diğer liste ile paralel cevap vereyim: Nihad Siris’ten Sessizlik ve Gürültü. Skomsvold’dan 33, Machado de Assis’ten Mezarımdan Yazıyorum, Tom Mccarthy’den Kalan, Safran Foer’in ise Buradayım’ı, öykü kitaplarından Roddy Doyle Boğa Güreşi, Etgar Geret’in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü’nü sayabilirim. Türk yazarlardan ise öykücü olarak Aylin Balboa, Mevsim Yenice ve Engin Türkgeldi ismini verebilirim. Roman olarak da müthiş duygusu, sağlam kurgusu ile İlker Aksoy’un Ölümden Beter Yaşamlar’ı, Güray Süngü’nün Düş Kesiği mutlaka okunmalı.