Ayrıntı’nın 30. yılı ve 999’uncu, 1000’uncu, 1001’inci kitapları için hazırladığınız bir sergi var: “Kitabın Yazgısı”. Bu sergi Taksim’de Mephisto ve Karşı Sanat’ta düzenlenen etkinlikler ve söyleşiler içeriyor. Bu etkinliklerle okur kitlesine neler kazandırmayı amaçladınız, serginin çıkış serüvenini bizlerle paylaşır mısınız?
Bu projeyi tasarlarken Ayrıntı’nın otuz yılını, biz kendi öykümüzü anlatalım mı diye düşündük. Ama aramızdaki tartışmalardan şöyle bir şey çıktı: Ayrıntı 12 Eylül’ün karanlık dönemlerinden vücut bulan bir yayınevi. Sadece bize yönelik bir şey değildi o, bizim gibi bir sürü yayınevi vardı. Bu baskılar bir tek bize yönelik değildi, bir sürü insana yönelikti. Dolayısıyla biz sadece kendi öykümüzü anlatmayı yeterli görmedik.
Ortak kader var ortada…
Tabii, dedik ki, biz yayıncıları ve kitabı anlatalım. Kitabın öyküsünü anlatalım. Türkiye’de kitap hangi yollardan geçti, sadece 12 Eylül’e yönelik değil; başlangıçtan, taa Osmanlı’dan bu yana kitabın öyküsünü anlatalım dedik. Bu biraz da Burhan Sönmez’in fikriydi. O fikrin etrafında da bu öyküyü anlatmaya çalıştık. Kitabın öyküsünü anlattığınız zaman, çeşitli yayınevleri de devreye giriyor. İşte onlara yönelik baskıları, kitabın kendisine yönelik baskıları, kitapların toplanıp yakılmasını ve bu arada bizim de öykümüzü araya serpiştirerek bu otuz yılı anlatmak istedik.
Çok güzel bir düşünce. Gezme şansım oldu. Çok kıymetli bir çalışma. Emeğinize sağlık diyorum. Ayrıntı yayın hayatına başlayalı, ’88 yılından itibaren, otuz senelik bir zaman geçmiş. Dün, bugün ve yarın bağlamında düşünürsek; Ayrıntı dün neler yaptı, bugün neler yapıyor, yarın neler yapacak? Düşünce, içerik, yayıncılığa bakış açışınız nasıl?
Konjonktürel bakmak lazım, zamanın ruhunu yakalamaya çalışan bir yayıneviyiz biz. ’80 sonrası, solun dünyada ve Türkiye’de yenildiği, daha doğrusu yenilmeye başladığı, yeni arayışların olduğu, bu yeni arayışların dünya ve Türkiye gündemine oturduğu bir dönemdi. Ayrıntı, bu gelişmelerden Türk kamuoyunu, okuyucusunu haberdar etmeyi ilke edinen bir yayıneviydi o dönemde. Amblemimiz biraz da oradan esinlenir. Solculara düşüncesi artık “geçer akçe olmayan” anlamında “fosilleşmiş düşünceli insanlar” deniyordu. Bize de bu bağlamda “düşüncesi fosilleşmiş insanlar”, “dinozorlar” deniyordu. Dinozorları simgeleyen bir dinozor simgesiyle ortaya çıkan bir yayınevi olduk. Bu dönem başladık dinozorluğa, hâlen o dinozorluğumuz sürüyor. Tabii o dönemdeki tartışmalar evrimleşti, bugüne geldi. Biz de evrimleştik. Daha doğrusu, biz özümüze dönmeye başladık. Biz sosyalist insanlarız, kendi düşünce yapımıza uygun bir çeşitlilik arz eden yeni yayınlar, Türkiye’ye ve dünyaya ilişkin yeni yayınlarla okuyucuyu buluşturmaya çalıştık. Neydi bunlar? Başlangıçta sadece çeviri kitaplar yayımlayan butik bir yayınevi görünümdeyken son on yılda, bu butik görünümden kendine kurtarmaya çalışan, daha kapsamlı bir yayınevi olmaya çalıştık ve telif kitaplar da yayımlamaya başladık. Türkiye solunun tarihine ilişkin yönünü batıya değil, biraz da doğuya çeviren, doğunun klasikleriyle okurlarını buluşturmaya çalışan bir yol belirledik, buna göre imajımızı biraz daha doğru yerlere oturtmaya çalıştık. Bu anlamda yeni diziler oluşturmaya başladık. Mesela herkesin şiirden korktuğu dönemde biz şiir dizisi yaptık. Kimileri bize, “Ya ne yapıyorsunuz, aklınızı peynir ekmekle mi yediniz,” dedi. Ama şiir dizisi yaptık ve çok güzel bir dizi oldu. Tarih dizisi yaptık, satmaz falan dedikleri tarih dizisi çok iyi kitaplar çıkarttı. Referans kitapları oldu. Yani tabii ki bestseller kitaplar değil bunlar. Bu arada kamuoyunda kabul görmeyen Türkçe edebiyat gibi dizilerimiz de oldu ama genel hatlarıyla kendi okuyucu kitlemizin beklentilerine uygun bir gelişim, bir ontoloji oluşturduk diye düşünüyorum.
Bir de bir süre sonra içerik bağlamında çeşitlilik oluşmaya başlamış zaten. Yeraltı dizisi var, modern klasikler oluşmaya başlamış, şiir dizisi, çocuk kitapları var… Hayli çeşitli, otuz yıla yayılmış özgün işler var.
E tabii, başlangıçta ayda iki kitap yayımlarken şimdi ayda on kitap yayımlayan bir yayınevi haline geldik. Yani sadece kantite olarak değil, kalite olarak; ya da sadece kantite olarak değil, kalite olarak da okurumuzu doyuran bir yayınevi olduk diye düşünüyorum.
Şu soruyla devam edeyim: “Fata Libelli”nin lansmanlarında 999’uncu, 1000’inci ve 1001’inci kitaplar da sunuldu. Bu kitapların bu sayıdaki kitaplar olacağı nasıl belirlendi? Bir hikâyesi var mı?
Yani, hikâyesi şöyle: Yayın kurulumuzdan Burhan Sönmez’in fikriydi. Böyle bir şey yapalım, kamuoyuna böyle bir mesaj verelim, otuzuncu yılımız dolayısıyla bir şeyler yapalım diye düşünüyorduk ama doğrusunu isterseniz bu tür bir şey yapmayı başlangıçta düşünmedik. Bizim bu tür deneyimlerimiz de yok; yani sanatçı bakış açısından, ben kendi adıma söyleyebilirim, öyle bir bakış açım yok. Bizim kapaklarımızı yapan, bize başlangıçtan bu yana destek veren Sevinç Altan arkadaşımızla görüştük önce. “Ya Sevinç nasıl sanatsal bir şey yapabiliriz,” diye. Onunla Karşı Sanat’a gittik, oranın yöneticisi Feyyaz arkadaşımız, onunla konuştuk. Benim kafamdaki şey, biz kitaplarımızı, serüvenlerimizi bir şekilde afiş yapıp duvara asarız şeklindeydi. Bir düşünceydi açıkçası. Bunu tartıştıkça benim düşüncemin sanatla örtüşmediğini zamanla ben gördüm. Burhan’ın müdahaleleri oldu ama daha çok Sevinç’in müdahaleleri oldu. Feyyaz’ın büyük katkıları oldu. Sonra dediler ki, “Bu iş böyle olmaz, size küratörle çalışmanızı öneririz.” O zaman genç arkadaşımız Ezgi Öz dahil oldu. Ezgi, bir arkadaşımın bu işi profesyonelce yapan kızı, yani aynı çevredeniz. Dilimizin aynı olması açısından bunun önemi var yoksa feodal bir şey değil. Bizi anlayacağını düşündüğümüz için onunla çalışmaya başladık ve gerçekten bizi anladı. Diğer Ezgi, Ezgi Baysal aramıza katıldı ve onlar gerçekten tepe üstü duran düşüncemizi ayaklarının üstüne oturttu. Güzel bir sergi çıktı ortaya. Bizden katkılar istediler, biz katkıları söyledik, onları sanat kalıbına döktüler ortaya güzel şeyler çıktı.
Ayrıntı, biraz önce de bahsettiniz, darbe sonrasındaki gelişen şartlarda doğan bir yayınevi. O günlerde, yani ben o zamanlar çok ufak bir çocukken, dinlediklerimiz okuduklarımız, o günlerin kültürel yapısının, siyasal yapısının çok baskıcı olduğuna dair şeyler okuduk. Bugünler de o zamanlara benzeyen bir izlekte devam ediyor. Ayrıntı’nın kurulduğu o zamanlarki durumlarla günümüzü kıyaslarsak arada nasıl bir yorum farkı çıkar ya da birbirine yakın dönemler diyebilir miyiz?
Başlangıçta söyledim size, karanlık günlerdi. Baskının çok yoğun olduğu dönemlerdi. Bir de tabii, darbeden geçmişsiniz, darbenin muhatapları olarak, mağduru demeyeyim de muhatapları olarak etkilenmişiz. Ve oradan bir yere evrilmeye çalışıyoruz. Öyle bir dönemdi. Polisiye tedbirlerin çok fazla olduğu, baskının çok yoğun olduğu zamanlar. O dönemden çıkış noktası olarak, demin söylediğim noktaları konjonktürel bir şeylere yönetmeyi düşünerek yayıncılık yapmaya başladık. Baskı yok muydu? Tabii ki vardı. O zamanlar bir üniversitede çalışıyordum. Ben mesela 1402’liyim kişi olarak. Bugünkü akademisyenlerin başına gelenlerin benzeri o dönemde 1402 diye adlandırılan insanların başına geliyordu. Bir sabah uyanıyordunuz, elinize bir kâğıt veriyorlardı ve, “Siz bir daha kamu hizmetlerinde çalışamazsınız,” deniyordu. Bugün de buna benzer bir şey var. Ama açık söyleyeyim, o gün tabii ki baskı vardı, o gün de çalışmamızı istemiyorlardı. Ama eve ekmek götüreceğiz; bütün yollar da tıkanmıyordu. Örneğin sigortalı çalışmak zordu, biz de sigortasız çalışıyorduk. Şimdi sigortasız çalışmaya da müdahale ediyorlar. Evinize götüreceğiniz ekmeğe el koyuyorlar, işiniz varsa işinize el koyuyorlar. Yani bugünkü dönem biraz daha baskıcı gibi geliyor bana. Ama su kendi yolunu bulur. Yani yine bir çatlak bulur, o çatlaktan su akıp yolunu bulacak, daha güzel şeyler olacak. Ben iyi ve güzele olan umudumu hiç yitirmedim. Hiç karamsar olmadım, olmayacağım da. Bu yaşta ben olmuyorsam, sizin hiç olmaya hakkınız yok diye düşünüyorum.
Karamsar değiliz de bir umutsuzluktan bahsedebiliriz…
Yani umutsuzluğu hiç düşünme. Ben üniversiteden atıldığımda ufak bir kızım vardı ve hiç işimiz de yoktu. Eve ekmek götürüp götüremeyeceğimin garantisi yoktu. O dönemde büyük bir dayanışma vardı. Ben üç ay boş gezdim. O dayanışmayla o üç ayı çok rahat atlattım. Ondan sonra da çok güzel günler yaşadım. İyi ki beni üniversiten atmışlar. Piyasada daha çok para kazandım, daha çok çalıştım. Daha başarılı oldum diyebilirim. Onun için umudu yitirmeye hakkımız yok.
Biraz yayıncılıktan konuşalım… Yayıncılığın sorunlarından. Soyuttan çıkmış bazı somut sorunlar, problemler, baskılar var yayıncılıkta. Ayrıntı Yayınları siyasi olsun, düşünsel olsun; baskılarla, yaptırımlarla karşılaşıyor mu?
Yani şunu söyleyemem, bunu söylersem haksızlık yapmış olurum, direkt bize yönelik bir baskı yok. Ama yayıncılığa yönelik bir baskı var. Biz de bundan nasibimizi alıyoruz. En azından Evrensel’in başına gelen malum. Şöyle bir korku ortamı oluşturuyor: Bakın, Evrensel’in başına gelenler sizin de başınıza gelebilir. Bunu açık açık kimse ifade etmiyor.
Mesaj açık…
Mesaj açık. Eğer algılıyorsanız bu mesaj var. Bundan korkuyor muyuz, ne olacak yani, ben altmış küsur yaşındayım. Yani, ’60 darbesi esnasında çocuktum, az buz hatırlıyorum. Ama diğer iki darbeyi çok net hatırlıyorum. Bunun mağduru da oldum muhatabı da. Geçtik o dönemlerden. Direkt bize yönelmiyor ama başka yayınevlerine yönelik baskı var. Başka, mesela, bizim akademisyen yazarlarımız var. Dergi çıkarıyoruz, derginin yazı kurulunun çoğu üniversiten atıldı. Direkt bize yönelik görünmese de indirekt olarak bizi etkileyen bir şey bu. Akademisyenlerden biz yazı alıyoruz, kitap alıyoruz. Onların kitaplarını yayımlıyoruz. Onlar bundan etkileniyorsa biz etkilenmediğimizi söyleyebilir miyiz? Dolaylı değil, tam da direkt olarak etkileniyoruz. Psikolojik etkileniyoruz. “Ya bu çocuklar ne yapacak,” diyoruz. Ne yiyip ne içecekler? Çeviri versek onlara, çeviri bedeliyle evlerini geçindirebilecek mi kaygısı var, ya da redaksiyonla ya da benzeri şeylerle. Biz neyiz ki onlar ne olsun? Bütün bu kaygı, psikolojik olarak bizi etkiliyor. Çok büyük bir baskı.
Türkiye’nin dışında da dünyada hızla değişen bir gündem var. En son Amerika’nın başına Trump geldi. Amerika’da yazarlar ve basın ona karşı tepkilerini dile getirebiliyorlar. En azından konuşabiliyorlar. Özellikle basınla çok ciddi çatışmaları var Trump’ın. Türkiye’de şu an öyle bir ortam yok. Yani yurt dışında olup da ülkemizde olmasını istediğiniz şeyler var mı? Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü; bunlar birbirini tamamlayan şeyler. Neye ihtiyacımız var?
Ben şuna inanmıyorum. Yani Amerika’da tepkiler var Trump’a. Niye var? Çünkü Amerikan toplumu daha gelişmiş, okuyan, okuduğunu anlayan, anladığını hayata geçiren bir topluluk. Bizde ise, yani halkı küçümsemek çok doğru bir şey değil ama, çok da popülist olmamak lazım, yani sürüye katılmaya hazır bir sürü insan var. Şimdi, buradan aynı sonuçlar çıkmaz. Ama şöyle de düşünebiliriz: Buradan da karamsarlığa kapılmalı mıyız? Yani, dünya da bir sürü şey yaşadı; Hitler faşizmini, Mussolini’yi, Franco’yu, Pinochet’ yi yaşadılar…
Saymakla bitmiyor…
Saymakla bitmiyor… Bunların hepsi gitmeyecek gibi çöreklenmişti. Ama hepsi gittiler. Dolayısıyla bugünkü baskılar da günün birinde bitecek. Nasıl biter? Bir; direnirseniz biter, yerine bir fikir ikame edersiniz biter, bir alternatif oluşturursanız biter. Ya da daha çabuk biter. Ama bunu yapmazsanız iş kolaylaşmaz. Hiçbir şey kendiliğinden gitmez. Yani karşısında bir şey olması lazım. Bakıyorsunuz, Türkiye’yi getirecek olursanız, bir siyasi parti kendi varlığını sürdürmek için baskı vs. uygulamaya çalışıyor. Kendi fikirlerini yaymak için, belki koşullar gereği, zorunlu olarak bir baskı yapıyor ama muhalefettekine bakıyorsunuz, onun değirmenine su taşımak için inanılmaz bir çaba içerisinde. Muhalefetin de bir alternatif oluşturması lazım… İşte kitleleri umutsuzluğa iten şey bu. Eğer öyle bir şey olursa umudumuz daha da yeşerecek diye düşünüyorum.
Burhan Sönmez açılış konuşmasında şöyle bir cümle sarf etti: “Okuduğumuz, sevdiğimiz, yayımladığımız her kitabın parçasıyız, o kitaplar da bizim parçamız…” Ayrıntı kitap seçerken neye özen gösteriyor, neye dikkat ediyor?
Yayın kurulumuz var ama her şeyden önce ilkelerimiz var. Yayın kurulumuzu da bu ilkelerle dizayn ettik. Yayınevindeki arkadaşlarımız aşağı yukarı aynı şeyleri paylaşmasalar bile birbirine yakın düşünceleri paylaşıyorlar. Dolayısıyla kitap seçerken de bu ilkeler ön planda oluyor. Bir kitap öneriyoruz, bir arkadaşımız diyor ki, “Bak şu şöyle yönüyle bizim ilkelerimize ters düşer,” ya da, “Ya bizim okuyucumuz bu yönüyle bunu çok eleştirebilir…” Yani çok ince eleyip sık dokuyoruz. Bu tartışmalar sırasında o kitabı sahipleniyoruz. Diziyi kim yürütüyorsa o onun bir parçası olmaya başlıyor. Kendi önerisinin arkasında durmaya başlıyor, arkasında durdukça sahipleniyor, sahiplendikçe o kitapla özdeşleşiyor. Burhan’ın söylediğine katılıyorum. Bazı kitaplar özellikle bizim bir parçamız oluyor.
Serginin adı “Kitabın Yazgısı”… Kitabın yazgısını sizce ne belirliyor? Sergiden bağımsız olarak düşünürsek, Ayrıntı Yayınları için kitabın yazgısı nedir?
İnsanın yazgısı ne ise kitabın yazgısı da o. Yani insan doğuyor, yaşıyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Her bir kitap da umutla yayımlanıyor. Sonra okuyucusunu arıyor, buluyorsa büyüyor. Ya da bulamıyor… Yaşam şansı azalıyor, yok olup gidiyor. Biz bunu düşündük. Türkiye’de kitabın yazgısı derseniz, dünyada da böyle; çıkıyor, üç yüz sayfalık kâğıt… Bir önemi yoktur, diye düşünüyorsunuz; sonuçta elinde kılıcı yok, topu yok, tüfeği yok. Basit bir kâğıt parçası… İnsanlar bundan niye korkuyor diye düşünüyorsunuz. Kelimeler bazen mitralyöz etkisi yapıyor. Bazen makineli tüfek gibi sizi tarayabiliyor. Daha etkili olabiliyor hatta. Muhalif bir insan gibi, Pancho Villa, Zapata, Che Guevara gibi; onun da elinde silahları var. Mermileri kelimeler. O kelimeler bazen mermilerden çok daha etkili oluyor. Onun için hedefi tutturduysa feryat figan kaçınılmaz oluyor.
Ayrıntı Yayınları’nın bu otuz sene içerisinde, “Bunu yapmamalıydık, bu bizim pişmanlığımızdır,” dediği bir çalışma oldu mu? Ya da tam tersi, “İyi ki yapmışız,” dediği çalışmalar var mı?
Mutlaka hepsi vardır. Demin söylediğim saiklerle, “Bunu yapmadık, keşke yapmasaydık,” dediğimiz şeyler karşılığını bulmayan şeylerdir. Ama “keşke yapmasaydık” değil bu. “Keşke karşılığını bulsaydı” fikridir bu. Çünkü yayımladığınız her kitabı sahipleniyoruz, demin de söylediğim gibi. Dolasıyla o kitap karşılığını bulmuyorsa çok üzülüyoruz. “Ya bu kitap nasıl satmaz,” diyorsunuz. Mesela biz bir diziye başlıyoruz. Dizi çok tutacak diye bekliyoruz. Ama sonra bir bakıyorsunuz, beklentilerinizi karşılamıyor. Önce hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Yani yapısı gereği biz bir aynaya bakıyoruz kitabı yayımlarken. Ve psikolojimiz gereği de dev aynasına bakıyoruz. Çıkardığımız her şeyi büyük görmeye alışkınız. Ama sonra bir bakıyoruz ki; dev aynası önce silikleşiyor, sonra kırılıyor, görüntü kayboluyor. Bu bizi üzüyor tabii ki. Hatta bazen de dev aynası değil gerçek aynayı görüyoruz. Orada gerçeği görünce de hayal kırıklığı oluyor tabii ki. Ama pişmanlık değil bu. Her işte böyledir. Siz bir emek sarf ediyorsunuz, o emeğin karşısını alırsanız kıvanç duyarsanız. Ama almazsanız hayal kırıklığı yaşarsınız. Üzülürsünüz. Kırılırsınız. Biz de aynı duyguları yaşıyoruz. Pişmanlık derseniz, hayır. Hiç pişmanlığımız yok. En azından benim yok.
Son olarak, takipçilerimiz çoğunlukla genç okur kitlesinden. Gençlerin okuduğu kitapları yine kendi nesline ya da daha büyüklere önerdiği bir oluşum. Sizin gençlere okumak-yazmakla ya da çalışmakla ilgili mesajınız nedir?
Ben kendi gençliğimden yola çıkarak bir şey söyleyebilirim. Ben kendi gençliğimde çok yoksulluk çektim. Üç yüz lira, o dönem kredi alıyordum, her ay yüz lirasını kitaba veriyordum. Yemek yemiyordum ama kitap alıyordum. Bizim işin en büyük karşılığıydı o dönem. Şimdiki gençlerde bunun karşılığı yok. Ama bu şimdiki gençliğin daha sıradan olduğu anlamına gelmiyor. Şimdiki gençlik bizden çok daha zeki. Biz okuyacak kaynak bulamazdık, inanılmaz kaynaklar var şimdi. İnternet var, cep telefonunuz var, var da var. Biz kitap bulamazken sizin ulaşabileceğiniz mecra çok fazla. Ama yayıncılık yaparken belki biz sizi anlamıyoruz. Size hitap edecek şeyler bulamıyoruz. Bu bizim günahımız. Ama sizin de günahınız, kendinizi bize ifade etmemeniz. Benim gençliğe önerim de yayınevi olarak beklentimiz de bu: Gelin bir gün kapımızı çalın, “Ya, şu şu şu kitapları niye yayımlamıyorsunuz? Şöyle kitaplar niye yayımlamıyorsunuz,” diye bize hesap sorun. Bu bizi aktive eder diye düşünüyorum.
Zaman ayırdığınız ve sorularımı samimiyetle cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.