Kitabın yazarı Fransız felsefe profesörü Muriel Barbery. 1969 yılında Casablanca’da doğmuş. 2008 yılında sanatçı rezidansı Villa Kujoyama’da çalışmaya hak kazanmış. Halen eşiyle Japonya’da Kyoto’da yaşıyor.
Kitabın adı oldukça yerinde olmuş. Ne demek istediğimi kitabı okuduğunuzda anlayacaksınız. Kitap “Marx’a Giriş” bölümü ile ana karakterlerin doğru konumlanması için burjuvazi eleştirisi getirerek kapılarını bize açıyor. Sonrasında Kamelyalar, Dilbilgisi Üzerine, Yaz Yağmuru, Paloma bölümleri ile devam ediyor. Yazar bana ilgiç gelen bir yazım tekniği kullanmış. Kitabın konusuna gelecek olursam, kitabın üç önemli kahramanı var:
İlki Reneé Michel. 54 yaşında, dul, çirkin ve nasırlı ayaklara sahip, huysuz bir kapıcı. Kendini satır aralarında böyle tanımlıyor en azından. Yoksul bir aileden gelmiş Renee, Paris’te bir sokak olan Grenelle Sokağı’nda, elit kesimden insanların oturduğu bir apartmanda,27 yıldır kapıcılık yapıyor. Buraya kadar size ilginç gelen bir yan göremiyorsunuz belki de. İşte sır burada saklı. Renee’nin böyle sıradan görünmesi hatta görünmez olması kendi tercihi. Çünkü Renee, değme filozoflara, edebiyatçılara ve sinemacılara taş çıkaracak kadar tartışmaya açık olmayan bir kültür düzeyine sahip. Kütüphaneden ödünç aldığı kitaplar, edindiği filmler ve kedisi Lev ile yürüttüğü entelektüel bir hayatı var. Klasik müzik bestecilerini, Uzak doğu sineması yönetmenlerini, modern filozofları, Rus edebiyatını seviyor. Hollanda ve İtalyan ressamlarını kıyaslayabiliyor. Opera dinliyor, Tolstoy okuyor, Husserl’ın fenomonolojisini kritik ediyor. Kedisinin adı bile Anna Karenina’ın Levin’inden esinlenilerek koyulmuş. Hayata dair, benim de oldukça etkilendiğim tespitler yapıyor. Huyum olmamasına rağmen birçok yerin altını çizme isteği uyandırdı bende.
İkinci karakter Paloma Josse. 12 yaşında, oldukça zengin bir ailenin kızı ve dahi olduğunu gizliyor. Ayrıca 13. doğum gününde intihar etmeyi planlıyor. Nasıl öleceğini planlarken, düşüncelerini yansıttığı “Derin Düşünce” ve günlük hayatının kayda değer ayrıntılarını anlattığı “Dünyanın Hareket Günlüğü” adında iki günlük tutuyor. Paloma’nın alışkanlıklara, burjuva yaşama, saygı gören fakat yaşam hakkında hiçbir fikri olmayan insanlara ve modern yaşamın ikiyüzlülüğüne karşı harika tespitleri var. Sıkışmışlık hissini çok net alıyoruz bu küçük kızın yazdıklarında bunun yanında. Doğum gününe kadar “yaşamaya değer” bir şey bulamazsa hayatına son verecek. Bunun üzerinden kendine ve yaşama sorduğu sorular oldukça ilham verici.
Paloma ve Renee, birbirlerine teğet geçen iki farklı yaşamdan aynı yöne bakıyorlar aslında. Felsefe, sanat, Japon kültürüne olan ilgileri ve paralel olan fikirleri ile aralarında bir bağ kuruyor yazar bize fark ettirmeden. Bu bağı aşikar edecek olan ise, bir apartman sakininin vefatı üzerine apartmana taşınan Kakuro Ozu. Kitabın üçüncü ve bağlayıcı karakteri kendisi. Paloma ve Renee’yi farkediyor, birbirine dokunur kılıyor. Üstelik bunu bir Asyalı sakinliği ile yapıyor. “Ozu sayesinde yaş, sosyal sınıf bariyerleri kalkıyor ve bu yeni çerçevenin içerisinde hem duygular filizlenmeye başlıyor hem de tekrar şekillenen ilişkiler ağı yerlerine çakılı durmaya teşne karakterleri sallamasıyla kitap sonunda bir hikaye kazanmaya başlıyor. Barbery’nin edebi gücü de bu noktadan sonra daha belirgin hale geliyor. Sonunda, Ozu’nun üzerinden Renne ve Paloma birbirlerine dokunmaya başlıyorlar, dost oluyorlar.”*
Kitap ağır sayılabilecek felsefi metinleri, günlük yaşamın sıradanlığına yerleştirmiş. Hiç sıkılmadan okuyorsunuz. Felsefe üzerinde ısrar etmeyen ve kendini edebiyatın zarifliğine bırakan bir eser. Sayfalardan adeta yasemin kokuları ve yağmurlu bir gündeki çay sıcaklığının buğusu yayılıyor. Karakterler yerli yerinde ve oldukça kanlı canlı. Bitirmemek için kitabın sonuna doğru kendimi bilerek yavaşlattığımı hatırlıyorum. Sofi’nin Dünyası kitabındaki felsefenin ulaşılabilirliğine ve Amelia filmindeki karakterin sıcaklığıyla, hayatı algılayış biçimine paralel bir eser olmuş bana göre.