Gündelik hayatın koşturmacası içerisinde yaşamımızın birtakım evrensel yasalara bağlı olduğuna pek dikkat etmeyiz. Yere düşen bardağın kırılmasını dikkatsizliğimize, geçmiş yılların şu an yaşanan zamandan daha iyi olduğuna dair inancımızı yaşlanmaya bağlarız. Oysa bardağın parçalara ayrılması, masanın üzerinde unutulan elmanın çürümesi, yüzyıllar boyu hüküm süren imparatorlukların tarihten silinmesi ve geçmişin size çok daha güzel ve anlamlı görünmesi temelde hep aynı evrensel yasaya bağlıdır: Entropi.
Fizikte termodinamiğin ikinci yasası olarak bilinen entropi, evrende var olan madde ve enerjinin yalnızca bir yöne doğru değişebileceğini, bu yönün düzenliden düzensize, kullanılabilenden kullanılamaza doğru olduğunu söyler. Yani var olan her şey zamanı geldiğinde bozulmaya uğrayıp ömrünü tamamlayacaktır.
Bilim dünyasına 19.yy’ın ikinci yarısında Alman Fizikçi Rudolf Clausius tarafından kazandırılan bu kavram sıklıkla insan ilişkilerinde, sosyolojide felsefede kullanılıyor.
Edebiyat dünyasında Kafka’dan Proust’a kadar pek çok usta yazarın eserlerinde bu kavramın/kanunun izlerine rastlayabiliyoruz. Oğuz Atay Günlükler’inde Kafka ve entropi üzerine “Kafka’nın dehşetinde entropiyi sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken ‘sezgi’ ile bu, milyarlarca yıl sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir.” tespitini yapıyor.
Benzer şekilde Kayıp Zamanın İzinde kitabında Proust’un da “Gerçek cennetler unuttuklarımızdır.” sözleriyle yaşamın güzelliğinin yitirilenlerde olduğu temelinden hareketle entropiye vurgu yaptığını görüyoruz.
Usta şair Nazım Hikmet’in şu dizeleri de bu gerçeği gözlerimizin önüne seriyor: “bu dünya soğuyacak günün birinde /hatta bir buz yığını /yahut ölü bir bulut gibi de değil /boş bir ceviz gibi yuvarlanacak /zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız /şimdiden/çekilecek acısı bunun /duyulacak mahzunluğu şimdiden /böylesine sevilecek bu dünya /’yaşadım’ diyebilmen için…”
Bugün sosyal hayatta genel kabul gören görüş, verimli insanların düşük entropide (oldukça düzenli) yaşayacaklarını çünkü onlar için her şeyin yeri belli olduğundan (en az kararsızlık) bir şeyi bulmak için en az enerjiyi harcayacakları, diğer yanda verimsiz insanların, düzensiz ve yüksek entropili yaşam sürdürecekleri üzerinedir. Bu durum mantıksal olarak sosyal ilişkilerinizde, ailenize karşı sorumluluklarınızda, yerine getirmeniz gereken vazifelerde aksamalar, eksiklikler varsa yaşamınızdaki bozulmanın sizin için çok daha hızlı olacağı anlamını doğurmaktadır.
Günümüzde iletişim ve ulaşım olanaklarındaki tüm gelişmelere rağmen insan ilişkilerinde dikkat çeken yozlaşmanın temel sebeplerinden biri olarak kabul edilen entropi kavramına 2011 yılında Robert Silverberg’in “İçeriden Ölmek” kitabında da rastlamıştık. Kitapta yaşlanma ve ölüm korkusu her geçen gün içinde büyüyen David’in yaşadıkları fantastik bir dille sunulmuştu. Benzer bir tema son dönem İngiliz yazarlardan Mark Haddon’un “Küçük Bir Sıkıntı” isimli son romanında da karşımıza çıkıyor. İlk kitabı olan Süper İyi Günler’de 15 yaşında otizm hastası Christopher Boone’un maceralarını harika bir gözlemle sunan Haddon’un bu kitabı 2003 yılında Whitbread Yılın Romanı ve Yılın Kitabı ödüllerini kazanmanın yanı sıra 15 dile çevrilip 32 ülkede yayınlanma başarısını da göstermişti. Orjinal dilinde 2006 yılında yayınlanan “Küçük Bir Sıkıntı”, İş Bankası Kültür Yayınları sayesinde Türk okuyucusuyla buluştu.
Kitapta ilk sayfalardan itibaren baş kahramanımız George’un imrenilecek yaşamı anlatılıyor. Bana Bridget Jones’un Günlüğü filminde Bridget’in babası rolüyle izlediğimiz Jim Broadbent’i anımsatan George, 57 gibi nispeten erken sayılabilecek bir yaşta emekli olmuş, karısı Jean’la birlikte bahçeli müstakil evinde yaşayan ve hobileri için kendine atölye inşa eden tipik bir emekli. Ancak sayfalar ilerledikçe bu huzurlu görüntünün ardında pek çok sorunun George’un yaşamına dahil olmak için sıraya girdiğini görüyorsunuz. İkinci evliliğini yapacak olan kızı Katie, Katie’nin evlenmeye karar verdiği ve aile tarafından pek sevilmeyen kaba mizaçlı Ray, homoseksüelliğini henüz sindirememiş, kendi içinde hesaplaşmalar yaşayan evin naif oğlu Jamie ve George’u iş arkadaşı ile aldatan evin annesi Jean.
Haddon ilk bölümlerden itibaren kahramanları tanıtarak adeta okuyucuyu ilerleyen sayfalarda karşılaşacağı aksiyona hazırlıyor. Zira romanın temelini oluşturan kahramanların hem kendileriyle, hem de diğer aile bireyleriyle hesaplaşmaları var. Romanda yer tutan başat karakterlerin her birinin kendi hayatlarına, alıştıkları düzene ve konfora ne derece bağımlı olduklarını, ailenin babasının başına gelenlere karşı nasıl deve kuşu gibi davrandıklarını görüyoruz. Oğluyla yaptığı konuşmayı “Şimdi bile bazen sohbet ederken sanki İspanya’da biriyle konuşuyormuş gibi hissediyordu. Temel şeyleri anlıyordun. Saatin kaç olduğu gibi. Sahile nasıl gidileceği. Ama dili doğru düzgün konuşamadığın için kaçırdığın büyük bir boyut vardı sanki.” ifadeleriyle ortaya koyan Jean, günümüz ebeveyn-evlat ilişkilerinin bir röntgenini çekiyor adeta.
Kitapta ana izlek ölüm korkusu olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanı sıra ailenin Ray’e karşı yaklaşımı üzerinden sınıfsal farklılıklar ve önyargılara; aile üyelerinin bireysellik duvarıyla ördükleri yaşamlarında “aile” kavramından ne denli uzaklaştıklarına; toplumun eşcinselliğe bakış açısına kadar pek çok yan tema ile de yazarın anlatımı güçlendirdiğini görüyoruz. Kısa cümleler, bol diyaloglar okunması kolay bir kitap ortaya çıkarıyor. Bunda yazarın geçmişte senaryo ve çocuk kitabı yazarlığı yapmış olmasının etkisi var muhakkak. Giderek özgürlük bağlamında değerlendirilen ve bireyselleşmeyle birlikte DNA’sı bozulmaya başlayan aile ilişkilerine dair güçlü ifadeler ve önemli eleştirilerle kitabın yığın romanlardan ayrıldığını görüyoruz. Özellikle yazarın “İyi bir insan olmanın iki kısmı olduğunu düşündü. Bir kısmı diğer insanları düşünmekti. Diğer kısmı da diğer insanların ne düşündüğünü umursamamaktı.” ifadeleri, artık diğer insanların ne düşündüğünü umursamayan ve doğruyu, erdemli olanı değil, mutlak olarak kendini mutlu edeni seçen hedonist topluma önemli bir mesaj olarak değerlendirilebilir.
Hayatında her şeyi yoluna koyduğuna inanan George’un aslında yaşamında ne kadar büyük noksanlıklar barındırdığı, yukarıda geçen ifade ile yüksek entropili bir yaşama sahip olduğu bacağındaki lezyonu görmesiyle birlikte fark ediliyor. Eşine karşı yaklaşımında, çocuklarına karşı tutumunda gerekeni yapamaması evren yasalarının onun içinde işleyeceğini gözler önüne seriyor ve ölümün kara bulutları romanın üzerini kaplıyor. Goethe’nin “Ölüm hiçbir zaman, iyi karşılanan bir misafir değildir.” sözünü hatırlatırcasına bir gün ölecek olmanın ağırlığı George’un kafasını oldukça meşgul ediyor. Sinemada izlediği Yüzüklerin Efendisi filmi bile kahramanımızın korku ocağına odun taşıyor. Ancak Haddon ustalığını burada konuşturuyor, ölüm gibi soğuk ve karanlık bir korkuyu bolca esprili, kimi zaman dramatik, kimi zamanda gerilimli bir dille okuyucuya sunabiliyor.
Tüm yaşananların ardından aile bireylerinin adeta birbirlerini yeniden tanımaları ve yaşanan ihanete rağmen George-Jean çiftinin yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmeleri düğünün ertesinde akşam yemeği için brokoli mi bezelye mi sorunsalına takılmaları metaforuyla sunulmuş. Böylece yazar Albert Einstein’ın “bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak vasıflandırdığı söylenen entropi yasasına, yitirilenlere, elden gidenlere inat bir şeylerin elde kalabileceği umuduna vurgu yapmaya çalışmış. Kitapla benzer bir temayı işleyen 1999 yapımı “American Beauty” filminde Kevin Spacey’nin harika oyunculuğu ile modern dünyada insan ilişkilerindeki yozlaşma ve yabancılaşma, ahlakî değerlerdeki erozyon ustaca ortaya konulmuştu. Mark Haddon’un da kitabında benzer mesajlar verdiğini görüyoruz.
Küçük Bir Sıkıntı her ne kadar isminde “küçük” ifadesini barındırsa da 497 sayfalık hacimli bir roman. Sık tekrarlar, yoğun diyaloglar ve iç hesaplaşmalarla zaman zaman ağırlaşsa da sürpriz şekilde artan temposu, satırlar arasına gizlenmiş esprileri ve kimi sahnelerde bir Stephan King kitabındaymış gibi okuyucuya gerilim yaşatan (özellikle makaslı bölümde) diliyle keyifli bir okunuşa sahip. Ancak bu küçük sıkıntının “Süper İyi Günler”in gölgesinde kaldığını da belirtelim.
- Küçük Bir Sıkıntı – Mark Haddon
- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – Roman
- 504 sayfa
- Çeviri: Övgü Doğangün
Bu yazı daha önce Ayraç Dergisinde yayınlanmıştır.