“Tarih, geçen zamanların şahididir, onun gerçeklerini aydınlatır, anıları meydana çıkarır, günlük yaşamımıza yol gösterir ve eski zamanlardan bilinmeyen olayları anlatır.”Cicero’ya atfedilen bu söz özellikle ulusların tarihinde yaşananların sadece tarih kitaplarına işlenecek kronolojik veriler olmadığına, geleceğe de ışık tutabilen birer fener olabileceğine dikkat çekiyor sanırım. Zira tarihi okumak (özellikle de objektif kriterlerle okumak) geçmişten ders alıp geleceği planlayabilmenin anahtarı. Bu gerçeği tarihimizi, yani hem Osmanlı Devleti’nin parlak dönemlerinin ışıltısını hem de gerileme döneminin trajedisini anlatırken unutmamamız gerekir ki, aynı husus Cumhuriyet dönemi Türkiyesi için de geçerli pek tabii.
Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti zamanla homojen bir ulus-devlet karakteri kazanırken yaşanan birtakım olaylar ne yazık ki ülkede yaşayan kimi insanlar, kimi toplumlar açısından üzücü durumların ortaya çıkmasına da neden olmuştur. 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar bu sürecin kırılma noktalarından bazıları. Bunlar ve benzeri olaylar Osmanlı İmparatorluğu zamanından miras kalan heterojen yapının zamanla değişmesine, başta Rum ve Ermeni kökenliler olmak üzere pek çok gayrimüslim vatandaşın ülkeyi terk etmesine sebep olmuştur. Ve bu tür toplumsal olaylarda yaşanması kaçınılmaz insanlık dramları kimi zaman kitaplara, filmlere konu olabilmiş, ama çok daha fazlası yaşayanların hafızasında acı izler bırakarak tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmiştir.
Esasında peyzaj mimarı olan Talin Azar’ın kaleme aldığı ve Siyah Kitap etiketiyle piyasaya çıkan “Kuklacı” kitabı bu alanda yazılmış eserlerden. Kitap 1920’lerin çok kültürlü İstanbulundan başlayıp ‘90’lı yılların Türkiyesine uzanan geniş bir zaman diliminde İstanbul’da yaşayan Kouklopaiktis ailesinin yaşadıklarını gerçek kişi ve olaylardan esinlenerek kurgulayan başarılı bir çalışma olarak dikkat çekiyor.
Hikâye 1926 yılı İstanbulunda Tatavla’da başlıyor.1920’lerde nüfusunun büyük çoğunluğunu Rumların oluşturduğu, şimdiki adı Kurtuluş olan Tatavla İstabul’un tarihi semtlerinden biri. Bu semte dair tasvirleri Edmond de Amicis’in1874 tarihli “Constantinople” kitabında da rastlamak mümkün:
“Diğer bir tepeye doğru tırmandık ve kendimizi şehrin bir başka kenar mahallesi olan Aya Dimitri’de bulduk. Buradaki halkın tamamı Rum. Sakin görünüşlü ihtiyarlar, dal gibi delikanlılar, melodili konuşmaları ile havayı dolduran saçları örgülü kadınlar, ortaklıkta serbestçe dolaşan domuz ve tavuklarla oynayan kurnaz yüzlü çocuklar.”
Kitabın omurgasını oluşturan Kouklopaiktis ailesi de bu semtin sakinlerinden. Isabella ve Alexis çifti altı kızın ardından nihayet Alexis’in büyük arzusu olan erkek çocuğa kavuşuyorlar ki zaten kitapta bu çocuğun, Stavro’nun doğum sahnesiyle başlıyor. Ancak ne yazık ki doğumuyla özellikle ailenin babası Alexis’i büyük sevince boğan Stavro ailenin temellerini sarsan, dağılmasına sebep olan ana etkenlerden biri haline geliyor. Yazar kurguya dayalı bu ailenin yolunu Stavro aracılığıyla Türk sinemasının ilk kadın yönetmeni ve kadın yıldızı olan Cahide Sonku ile birleştiriyor. Kitabın ana izleğini de zaten Stavro’nun Sonku’ya olan akıl almaz tutkulu aşkı oluşturuyor.
Romanın diğer kahramanlarını ise Stavro’nun 1990’lı yıllarda artık iyice yaşlanmış olan ablası Titina ve kocası Koço oluşturuyor. Bunun dışında ana karakterlerden bir diğeri ise Titina ve Stavro’nun kardeşlerinin torunu olan Yarin. Yarin İstanbul’da kendisi gibi akademisyen olan eşi David’le yaşıyor. Tıpkı iki ihtiyar Titina ve Koço gibi.
Yarin, 1940’ların sisli siyasi ikliminde haymatlos kabul edildiği için sınırdışı edilen ve bir süre sonra kendisinden haber alınamayan Stavro’nun izini büyük büyük teyzesi Titina sayesinde bulmaya çalışıyor. Başlarda karakterlerin çokluğu ve hikayenin 1926’da başlayıp kimi zaman 1996’ya, kimi zaman ‘40’lı yıllara kimi zamanda ‘60’lara uzanışı ve aynı sayfada bile rastlanan bu git geller okuyucuyu başlarda biraz yorsa da olaylar derinleştikçe konuya daha fazla hakim olabiliyorsunuz.
Kitapta özellikle 1940’lı yılların İstanbul’una dair detaylı anlatım Talin Azar’ın bu kitabı yazmadan önce bir hayli araştırma ve kaynak taraması yaptığını fark ettiriyor. Zira Stavro-Cahide Sonku aşkının hastalıklı tutkunluğu sizi peşi sıra sürüklerken o yılların İstanbul’unda Lebon ve İnci Pastanelerinden Kör Agop’un meyhanesine, Fenerbahçe’nin efsanevi futbolcusu Lefter’den Mazhar Osman’a kadar pek çok ünlü mekan ve ünlü yüz satır aralarında karşınıza çıkıyor. Burada yazarın kurmaca ile gerçeği ustaca birbirine yedirmesinin de etkisi var muhakkak.
Mekan tasvirlerinde (kim bilir esasında peyzaj mimarı olmasının da etkisi vardır) son derece başarılı olan Talin Azar, yarattığı karakterlerin ruh dünyasını da başarılı şekilde okuyucuya aktarabilmiş.
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere kitabın ana izleğini Stavro-Cahide Sonku ilişkisi oluşturuyor. İkisi de psikolojik açıdan sorunlu olan iki insanın ilişkisi pek tabii ki sorunlu oluyor. Stavro babasının kendine dair beklentilerini hiçbir zaman gerçekleştirememiş, ailesi ve çevresiyle asla uyum sağlayamamış bir karakter. Önce babasının yanında tenekeci olarak çalışan Stavro daha sonra ayakkabıcılığa başlıyor. Ancak yaşı ilerleyip bir yetişkin olarak topluma dahil oldukça kendini daha fazla dışlanmış hissediyor. Yazar bu durumu şu satırlarla ifade etmeyi seçmiş:
“Kimse onu duymaz, kimse onu görmezdi. Artık yok gibi yaşamaktan bıkmıştı. Herkes kaçıyordu ondan…Stavro neden kabul görmediğini anlayamazdı. Ama hayallerinin içi öyle güvenliydi ki…Kadınsız, huzursuz ve uykusuz gecelerinde hayal kurar, kurdukça yeni hülyalara dalar, hiçbir zaman dokunmaya cüret edemeyeceği kadınları gönlünde büyütür ve sonunda gerçekliğine kendisi de inanırdı.”
Hayata bağlılığı bir pamuk ipliği kadar olan Stavro’nun yaşamı sinemada, tiyatroda gördüğü Cahide Sonku ile tanışmasıyla kökünden değişiyor. Kendine hayranlığı narsisizmin nirvanasına varan Sonku bir anda Stavro’nun yaşam sebebi haline geliyor. Ve hayata, sorumluluklarına, ailevi-dini-toplumsal değerlerine karşı hali hazırda mesafeli olan Stavro böylece bu sinema yıldızının elinde adeta bir kuklaya dönüyor. Ki bu, kitapta yazar tarafından kullanılan en belirgin metafor. Başta da belirttiğimiz gibi ailenin soyismi Kouklopaiktisve bu isim Türkçeye kuklacı olarak çevriliyor. Ancak kuklacı soyismini taşıyan Stavro iplerini sevdiği kadına bırakmış ve ipler gerildiği anda nefessiz kalacak bir kukla şeklinde tasvir edilmiş. Kimi okuyucu bu benzetmenin biraz zorlama olduğunu düşünebilir. Zira başta Pinokya masalı olmak üzere pek çok yerde karşımıza çıkan kukla acziyetine rağmen zihnimizde sevimli bir imaj oluşturur. Yazar burada kukla imajını olumsuz bir manada kullanmayı tercih etmiş.
Hastalıklı bu aşkın izlerini kimi zaman yazarın anlatımıyla 1940’larda yaşıyoruz. Kimi zaman da Yarin’le birlikte 1990’lı yılların İstanbulunda. Stavro’nun hikayesinde eksik kalan kısımları büyük büyük teyzesi Tita sayesinde çözmeye çalışan Yarin bu süreçte kendi dünyasında da kimi med cezirler yaşıyor. Dışarıdan bakıldığında mutlu bir evlilik ilişkisi yaşayan Yarin tıpkı Stavro gibi tutkularına yenik düşebiliyor. Bu süreçte yaşadığı duygusal çalkantıların derinlemesine ve akıcı anlatımı ise yazar Talin Azar’ın bir başka ustalığı.
Çok katmanlı yapısıyla dikkat çeken kitabın son bahsedeceğimiz kahramanları ise ömürlerinin son günlerini bakımsız bir huzurevinde geçirmek zorunda kalan Titina ve kocası Koço. Şişli’de bir apartman dairesinde yaşayan yaşlı karı koca İtalyan vatandaşı oldukları için kalben bağlı oldukları Türkiye’de mülk sahibi olamıyorlar ve ilerleyen yaşlarına rağmen önce kiracı olarak, ardından da bir huzur evinde yaşamak zorunda kalıyorlar. Hayırsızlığı ile okuyanı hayretlere gark eden kızları July’nin Fransa’ya yaptığı daveti de sırf bu Türkiye sevdasından kabul etmiyorlar. Geçmişe duyduğu özlemle iyice hırçınlaşan, kimi zaman sevimli kimi zamanda tahmin edilemez hırçın tavırlarıyla dikkat çeken Titina nedendir bilmem kitabı okuduğum süre boyunca zihnimde hep Toto Karaca imgesiyle canlandı. Kocası da pek tabii sinema emektarımız tonton Nubar Terziyan olarak. Bir başka izlek olarak bu ikilinin elli yılı aşan evliliklerinin derinlerine inen Yarin’in gözlemleri sayesinde toplum olarak ne kadar değiştiğimize şahit oluyoruz. Cumhuriyet devrimlerinin yarattığı naif, ince, saygılı ve üst düzey insan ilişkilerinden bugünün doyumsuz, arsız, kaba dünyasına nasıl bir dönüşüm geçirdiğimiz satır aralarına ustaca gizlenmiş.
İyi bir ön çalışmanın, titiz araştırmanın sonucu olarak gerçekle hayal gücünü ustaca harmanlayan Azar’ın kitabı kahramanlarının hayat hikayeleri üzerinden, genç cumhuriyetin homojen toplum yaratma arzusuyla boşanmanın eşiğine gelen iki toplumun, Türklerle Rumların yaşadıklarına bir nebze olsun ışık tutuyor. Bu açıdan yaşadığı toplumun geçirdiği aşamaları ve bu aşamalar esnasında yaşanılan trajedileri farklı perspektiflerden görmek isteyenler -özellikle günümüz gençleri- için tavsiye edilecek başarılı bir çalışma.