Raflarda yerini alan yeni çıkmış kitaplar arasından sizler için bir seçki hazırladık.
Modern dünya klasiklerinden popüler bilim kitaplarına, öyküden romana, denemeden araştırma incelemeye farklı türlerden 20 kitap, kitap listenizi hazırlarken sizlere kılavuzluk edecek.
İşte raflardaki yerini alan, sizler için seçtiğimiz yeni çıkmış 20 kitap:
1. Benim Adımla Toplanın – Maya Angelou
Maya Angelou hayata yenik başlar: Henüz on yedi yaşındadır, zencidir, kadındır ve bekâr bir annedir. Üstelik, parası ve hayatta ne yapmak istediğine dair hiçbir fikri yoktur. Bebeğine bakabilmek için kötü restoranlarda aşçılık yapar, orduya yazılmayı düşünür, gece kulüplerinde dans eder, uyuşturucu kullanır, hatta bir genelevde bile çalışır. Sık sık âşık olur, beyaz atlı prensin onu kurtaracağına dair hayaller kurar, oysa hayatın gerçekleri bambaşkadır. Genç Maya, bütün engellere rağmen asla boyun eğmez ve kendini aramaktan vazgeçmez.
Maya Angelou’nun otobiyografik romanlarının Modern Klasikler serisinde yayımladığımız ilk halkası Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim’in kaldığı yerden devam eden Benim Adımla Toplanın, genç bir kadının dünyayı ve kendini keşfetmesinin hikâyesi. Angelou zorluklarla dolu geçmişini umut, mizah ve şefkatle anımsıyor. Yolunu bir kez olsun şaşırmış herkes için ilham verici bir roman.
“Angelou gözüpek, pervasız, toy genç kızlığının süslenmeye ihtiyacı olmayan hikâyesini samimiyetle anlatıyor.”
– THE NEW YORKER –
2. Şeyler Denizi – Nalân Kiraz
Annemin elleriyle kaldırdım örtüsünü eski zamanın. Pembe pikemin. Ona sarınıp yaz geceleri, yarı uyur yarı uyanık düşler içinde uyuyakaldığımı unutmuşum ben. Ne çok şeyi unutmuşum.
Nalân Kiraz, ilk öykü kitabı Şeyler Denizi’ni yayınladığı zaman, edebiyat dünyası onu farklı dili, etkileyici lirizmi ve özellikle kasaba yaşamına farklı bakışı için selamlamıştı… Şeyler Denizi, günlük hayatımızın yavaş görüntüsünün altında yatan hırsları, dehşeti, kıpırtısız suların altındaki şiddeti anlatan öykülerden oluşuyor. Kitabın yeni baskısı Alakarga’nın yeni listesinde…
3. Naif. Süper – Erlend Loe
Ülkemizde Doppler romanıyla tanınan ve Norveç’in en çok okunan yazarlarından biri olan Erlend Loe’dan sadeliğiyle pırıl pırıl parlayan ve tüm dünyada ses getirmiş eğlenceli bir roman: Naif. Süper. Loe, bu romanda karşımıza son derece sempatik ve kafası bir o kadar karışık bir kahraman çıkarıyor ve onun anlam arayışına ortak olmamızı sağlıyor. Yirmi beşine basmasına rağmen dünyaya uyum sağlayamadığını, amatörlüğüyle yaşamdan dışlandığını hisseden naif kahramanımız, zaman hızla akıp giderken insanların her sabah uyanıp koşa koşa işe gitmesi karşısında şaşkınlığa uğruyor ve yaşadığı buhranın devasını kitaplarda, ormanlarda ve oyuncakçı dükkanlarında arıyor. Bu romanın evreninde en karmaşık kuramlar en basit gerçeklerle aynı ağırlığı taşıyor ve yaşamın her saniyesi aynı ciddiyeti hak ediyor… Hayatın anlamı mı dediniz? Liste yapmanın güzelliğinde, oyun oynamanın öneminde ve anların -veya sayfaların- arasında bir yerde yatıyor ve onu keşfetmenizi bekliyor.
Tüm dünyada yirmi dilde okuruyla buluşan Naif. Süper’in basitliğindeki bilgeliğe hayran kalacak, bilgeliğinin basitliğinden ilham alacaksınız.
“Sayfalarından yaratıcılık ve yetenek akıyor.” – Dagbladet –
“Loe, Salinger’a özgü o incelikli dokunuşa sahip, isimsiz anlatıcısı da Holden Caulfield’i çağrıştırıyor. Büyüleyici bir roman.” – The Times –
4. Dostoyevski’nin Batı Eleştirisi – Bruce Ward
Dünya edebiyatının tartışmasız en büyük isimlerinden Dostoyevski’nin bahsettiği evrensel problemlerin önemli bir kısmını anlıyoruz, çünkü bunlar hepimize hitap ediyor. Ancak bunların tarihsel, politik, kültürel ve teolojik arka planları olduğunu da unutmamamız gerek.
Raskolnikov’u, Nastasya Filipovna’yı, Prens Mişkin’i yaratan büyük yazar, şu satırları da kaleme alabilmişti:
“Avrupa’da şimdi sürdürülen diplomatik görüşmeler ve anlaşmalar ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, önümüzdeki yüzyılda da olsa, İstanbul eninde sonunda bizim olacaktır!”
Adeta siyasi bir gündem belirleyen bu ifadelerin sahibi Dostoyevski ile evrensel karakterlerini döne döne okuduğumuz Dostoyevski’yi bağdaştırmak mümkün mü?
Bruce K. Ward’un kitabı, Dostoyevski’nin romanları için tuttuğu notları ve defterlerini de dikkate alarak, siyasi, felsefi ve teolojik görüşleriyle sanatı arasında kurduğu bağlantılar sebebiyle Türkçedeki Dostoyevski literatürüne önemli bir katkı niteliğinde…
5. İlk Taş – Carsten Jensen
Afgan Savaşı’na dair sarsıcı bir roman!
Danimarkalı bir grup asker Afganistan’a savaşmak için gelirler. Üzerinde ortaklaştıkları ve emin oldukları tek bir şey vardır: Düşman. Teyakkuz bölgesinde beklerken Tanrı’dan bir “aksiyon” dilerler. Sıkılırlar. Tek istedikleri Afgan düşmanlarını yok etmektir. Fakat “düşman”la ilk karşılaşma, ona dair tüm bildiklerinin yerle bir olmasına sebep olur. Düşman kimdir, neye benziyor ya da benzemelidir? Onları bir ölüm kalım savaşı beklemektedir.
İlk Taş, savaşa görkemli ve korkutucu bir davet. Belirsiz bir suçluluk hissiyle kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız halde o savaşın içinde olduğumuz gerçeğini bilmeye davet ediliyoruz.
Ve hepimiz o kadim sorunun cevabını merak ediyoruz: İlk taşı kim atacak?
6. Günün Sonu Yok – Rachel Seiffert
İngiliz yazar Rachel Seiffert, Günün Sonu Yok’ta sezgisel olarak anladığımız ama dile getiremediğimiz duyguları ve kırılma anlarını yalın bir dille aktarıyor.
İçine kapanık bir bilim adamı Polonyalı bir anne ve oğluyla yakınlık kuruyor, küçük bir çocuk kumsalda ölümle ilk kez karşılaşıyor, ailesine vakit ayıramayan bir anne yadırgadığı kızıyla iletişim kurmaya çabalıyor, yaşlı bir sosyalist Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini hazmedemiyor, dünyadan soyutlanmış bir arıcının hayatı bir çocuk yüzünden alt üst oluyor, bir anne ve dört çocuğu savaştan kaçmak için bir yabancıya güvenmek zorunda kalıyorlar, Polonyalı genç bir kadın evi terk eden kocasını bulmaya Almanya’ya gidiyor.
Seiffert okuru aynı anda hem bir gözlemci gibi dışarıya konumlandırıp hem de kahramanlarının iç dünyasına çekebiliyor. Yazar bu öykülerde basit cümlelerle kahramanlarının duygu coğrafyasının beklenmedik karmaşıklıkta bir resmini çizmeyi başarıyor.
Seiffert hem çok incelikli hem de çok cesur bir yazar … öykülerin hepsi birbirinden iyi.
-Ali Smith-
Seiffert, pek çoklarının bir sayfada yapamadıklarını tasarruflu bir dille yazarak bir satırda gerçekleştirebiliyor. Daha da önemlisi, o dili kurmak için gereken çabanın ve sanatın hakkını da veriyor.
-New York Times Book Review-
7. Evlilikler – Doris Lessing
Nobel Ödüllü Lessing’den feminist bir bilimkurgu!
Evlilikler, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, bilimkurgu, fantezi ve siyaseti harmanlayan politik bilimkurgu başyapıtı “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci cildi.
Lessing, bağımsız olarak da okunabilen bu kitabında, anaerkil bir uygarlığın kraliçesiyle, ataerkil bir uygarlığın kralının evliliklerini merkezine taşıyan bir öykü anlatıyor.
Doğu kültüründen, özellikle de Sufizmden yoğun biçimde etkilenen Evlilikler, farklı yönetim biçimleri, cinsiyet rolleri, kadın-erkek ilişkileri gibi güncelliğini hiç yitirmeyen sosyokültürel konuları sorguluyor.
“Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci kitabı Evlilikler’de anaerkil bir uygarlık olan 3. kuşağın kraliçesi Al-Ith ile ataerkil 4. kuşağın yarı barbar kralı Ben Ata evleniyor. Bu evlilik, “Tedarikçiler” adını taşıyan bir üst akıl tarafından zorla gerçekleştiriliyor. Ancak, zaman içinde, her iki kuşak da bu evlilik sayesinde dönüşüme uğruyor ve zıtlıklardan ilginç çatışmalar ve sürpriz çözümler doğuyor. Dişil ve eril kozmik güçlerin mücadelesinden kim galip çıkacak? Kral mı, kraliçe mi, yoksa bu evliliği ta en başından beri planlayan Tedarikçiler mi?
Doris Lessing’in kendine özgü üslubunu konuşturduğu bu kozmik romanı, Türk, Pers ve Arap toplumlarını yansıtan isimlere ve motiflere yer vererek, doğu ve batı kültürlerini politik bir bilimkurgu hikâyesinde buluşturuyor.
Cinsler arasındaki ilişkilerin feminist bir alegorisi. Baştan sona beklenmedik olanın cazibesiyle, kendi anlatısının ve görsel icatlarının hızına teslim olmuş bir imgelemin keşifleriyle dolu.
– New York Times –
8. Kaybolup Giden Bir Kadın – Willa Cather
Kaybolup Giden Bir Kadın Willa Cather’in belki de en ünlü yapıtı. 1923’te yayınlanan roman, Marian Forrester’in, içi yaşama tutkusuyla dolu, büyüleyici bir kadının öyküsünü anlatıyor. Kocası emekli demiryolu müteahhidi Yüzbaşı Forrester kendisinden oldukça yaşlıdır. Olaylar Batı Amerika’nın uçsuz bucaksız düzlüklerini kat eden demiryollarının yapıldığı dönemde, kurmaca bir kasabada Sweet Water’da geçer. Yeni ekonomik gelişmeler karşısında yüzbaşının inandığı değerlere bağlılıkta direnmesi hem onu, hem evini yıkıma sürükler. Ölümünden sonra karısı Marian parasal sorunların, yaşama tutkusunun getirdiği bunalım içinde bocalar, giderek tükenir. Önceleri herkesin hayran olduğu, saygı duyduğu kadın, kasaba halkının kınadığı, değer vermediği bir kadın olur ve kaybolup gider. Ta ki, bir rastlantı sonucu, olup bitenlere tanıklık eden Niel onunla ilgili bir şeyler işitinceye kadar. Kaybolup Giden Bir Kadın incelikli bir duyarlıkla örülü bir yapıt, gerek sözcük seçimi, gerek sözdizimiyle düzyazı bir şiir tadında. İç fırtınaların taştığı, dışa vurduğu bölümler, çarpıcı, gerilimli bir tiyatro yapıtı sahnesi kadar etkileyici. Ve bütün bunlar olağanüstü bir sadelik içinde…
9. O Zaman Dans! – Karine Lambert
Marguerite, yetmiş sekiz yaşında eşi Henri’yi kaybettiğinde kendini yapayalnız hisseder. Henri hayattayken saçından elbisesine kadar onun adına karar vermekle kalmamış, oturacakları evi seçmiş, kaç çocuk yapacaklarına bile önceden karar vermiştir. Öyle ki daha evliliklerinin ilk gününden talimatlarını bildirmiştir: Marguerite hem çok uzun hem de çok çiçeksi bir isimdir, Maguy daha uygundur; hiç çalışmayacaktır; haftada iki kez belediye kütüphanesinde gönüllü çalışması bir istisna olarak kalacaktır; sadece elbise giyecek ve saçını topuz yapacaktır; hiç evcil hayvanları olmayacaktır; tek çocukları, tercihen erkek olacaktır; ayrıca birbirlerine “siz” diye hitap etmeleri daha uygundur. Marguerite ise hep sabırlı ve ölçülüdür, ruh hâlini ifşa etmeden eşinin karakterine uyum sağlayan sessiz bir gölge gibidir. Seviyeli bir çifttirler denilebilir… Ta ki Henri seksen beş yaşında bu dünyadan göçüp gidene kadar.
Marcel, Cezayir’den Fransa’ya göçtükleri gemide elini tuttuğu kıza âşık olmuş; bu neşeli, başına buyruk, hayat dolu kadınla evliliğinde neredeyse elli seneyi devirmiştir. Nora erken kalkmayı sever, Marcel geç yatmayı; Marcel terlik giyer, Nora çıplak ayakla gezer. Yine de Nora şöyle der: “Çakıltaşları attığım penceresini açtığında bu adama âşık oldum ve onu dünyadaki hiçbir şeye değişmem.” Onlarınki masal gibi bir evliliktir… Ta ki ellinci yıldönümlerine üç ay kala Nora bu dünyadan göçüp gidene kadar.
Marguerite ve Marcel… Ayrı dünyalardan, ayrı geçmişlerden gelen, seksenine merdiven dayamış bu iki yabancının yolları bir şekilde kesişir. Onlarınki kalpleri ısıtan, ezber bozan, isyan fişeklerini ateşleyen, her yaşta sevmeye, sevilmeye, dans etmeye teşvik eden unutulmaz bir hikâyedir!
10. Bugün Anne Gibi Değilim – Belma Fırat
Kadın yoktur, kadınlar vardır. Kadın bir inşadır, erkekliğin arzularını temsil eden; onu “kutsal anne”, “evinin kadını”, “fahişe” gibi rollere hapsederek fetiş haline getiren, çeşitliliğini, zenginliğini ortaya koyacak varoluş imkânlarını elinden alan bir kurgu. Eril tahakküm; cinselliğe dair ürettiği söylemler ve normu belirleyen pratiklerle oluşturduğu cinsellik tertibatı üzerinden kadını bir cinsel özne olarak kurar. Öyle ise farklı kadınlık kurguları da mümkündür.
Belma Fırat’ın öykülerinde ele aldığı kadınlar, onları kısıtlayan toplumsal cinsiyet temsillerine karşı koymayı bir direniş biçimi olarak algılayan, politik farkındalıklarını cinsel edimlerinin içine taşıyan, cinselliğin toplumsal/siyasi tahakküm biçimlerinin bir arenası olduğunun bilincinde ve bu olguyla yüzleşmekten kaçınmak yerine, aykırı cinsellikleri üzerinden iktidarı ifşa etmeyi seçen kadınlardır.
11. Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler 2 – Kolektif
Her şeye rağmen hayallerinin peşinden gidip yazmaya devam etmek mi zor, en zorlu zirvelere çıplak elle tırmanmak mı? Kartal beslemek mi daha zor, laboratuvardan çıkmadan yeni formüller keşfettiğin halde adını bile geçirmeyen insanlarla mücadele etmek mi? Savaşın orta yerinde insanları kurtarmak mı zor, yoksa bir korsan gemisinde dalgalarla boğuşmak mı? Söz konusu dünyanın asi kızlarıysa tabii ki hiçbiri!
Agatha Christie, Alice Ball, Audrey Hepburn, Beatrix Potter, J.K. Rowling, Nadya Murad, Nefertiti, Sappho, Selda Bağcan ve niceleri. Hayatta prenses değil, kahraman olmayı seçmiş, bütün engellerin üstesinden gelmeyi başarmış yüz kadın! Dünyanın dört bir yanından elli kadın illüstratörün çizimleriyle görsel bir şölene dönüşen hayatlar. Elena Favilli ve Francesca Cavallo’nun yazdığı, ilk kitabıyla her yaştan kız ve erkeğin baş ucunda yerini alan, haftalarca çok satanlar listelerinden düşmeyen Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler macerası kaldığı yerden devam ediyor!
Unutma: “Umut sensin, güç sensin. Geri adım atmazsan, herkes ilerler.”
12. Günden Kalanlar – Kazuo Ishiguro
“Kazuo Ishiguro, büyük bir duygusal güce sahip romanlarında,dünyayla bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkardı.”
İSVEÇ AKADEMİSİ, 2017 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ GEREKÇESİ
Bir roman düşünün ki asıl anlattığı, tek bir satırında dahi geçmeyen duygular, umutlar, hayal kırıklıkları, özlemler olsun. Kazuo Ishiguro’nun benzersiz tarzını en iyi ortaya koyduğu eserlerinden biri olan “Günden Kalanlar” böyle bir roman…
İngiliz malikânelerinin ihtişamını yitirdiği dönemin son büyük başuşaklarından biridir Stevens. Amerikalı yeni işvereninin arzuladığı düzeni kurmak için birlikte çalıştığı eski kâhyayı ziyaret etmeye karar verir ve İngiliz taşrasında bir yolculuğa çıkar. Yol boyunca karşılaştığı manzaraların ve insanların yarattığı izlenimler anılarıyla ve mesleğinin gereklerine dair düşünceleriyle birleşerek, özenle bastırdığı duygularını ortaya sererken, hayatını idealleri uğruna harcayan Stevens basmakalıp fikirleri ve saplantılarıyla okurun kalbini fetheden eşsiz bir kahramana dönüşür.
Dokunaklı bir dramın özündeki komiği okura yaşatmayı başaran “Günden Kalanlar”, edebiyat tarihinin köşetaşlarından biri.
“Katman katman açılan, büyüleyici bir roman.”- The New York Times –
“Okuru fark ettirmeden sarsan, parlak bir roman.”- Newsweek –
“Bir yazarın varabileceği en yüksek mertebe… Hayranlık uyandıracak derecede cesur ve bütünlüklü bir anlatı.” – The New York Review of Books –
13. Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri – Kolektif
“Buradaki yazarların tümü bilimkurgunun onur listesinin temelini oluşturuyor.” – Booklist –
“Bu kitap, bilimkurgunun edebi yönünü kusursuzca ortaya koyuyor.” – Science Fiction Weekly –
Yirminci yüzyıl bilimkurgunun temellerinin atıldığı, pulptan ciddi edebiyata evrildiği ve tüm zamanların en popüler türlerinden birine dönüştüğü bir zaman aralığı. Bu yüz senelik süreç içerisinde tür kendisine ait bir geçmiş oluşturdu ve toplu bir yaklaşımla ele alınabilecek hale geldi.
Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri’nde Orson Scott Card bu türü ve dolaylı olarak da kültürü dönüştüren yazarları ve onların öne çıkan öykülerini titizlikle seçip eşsiz bir panorama sunuyor. Card’ın dediği gibi bu derleme, “Bir hazine. Bir mücevher koleksiyonu.”
Isaac Asimov, Arthur C. Clarke, Robert A. Heinlein, Ursula K. Le Guin, Ray Bradbury, Frederik Pohl, Harlan Ellison, George Alec Effinger, Brian W. Aldiss, William Gibson & Michael Swanwick, Theodore Sturgeon, Larry Niven, Robert Silverberg, Harry Turtledove, James Blish, George R. R. Martin, James Patrick Kelly, Karen Joy Fowler, Lloyd Biggle, Jr., Terry Bisson, Poul Anderson, John Kessel, R.A. Lafferty, C.J. Cherryh, Lisa Goldstein ve Edmond Hamilton.
14. Çıkrıklar Durunca – Sadri Erten
(…) Eserinin temelinde ‘ekonomik ilişkilerin belirleyici etkisini’ oturtan Sadri Ertem’in, toplumsal mücadelenin bu temel çelişkisini, nice Marksist yazardan önce saptayıp yazmış olması, handiyse mucizedir. Attila İlhan.
“Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı ‘sosyal roman nev’ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz.”
Ömer Faruk Toprak, Yürüyüş, sayı 10, Sonteşrin 1942
19. yüzyılın sonu. Avrupa sanayi ürünlerindeki gücüyle yerli el tezgâhlarını paldır küldür çökertiyor. Devlet, her geçen gün biraz daha kötüleşen hayat şartları karşısında kayıtsız; dahası, devlet kendi halkını yola getirmeye çalışıyor. Art arda patlak veren korkunç olaylar, Alevi Sünni çatışmasına kadar sürükleyecek insanları. İsyanlar, eşkıyalar, mazlumla zalimin birbirine karışması…
Selim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu
15. Postmodern: Felsefe, Edebiyat, Nekahet – Abdullah Başaran
Postmodernlik hakkındaki ilk çeviriler 90’larda yayımlandı ve tartışılmaya başlandı. İmkânlar el verdiğince. Tanımlama çabası içinde ya da okura özet aktarma eğilimi içerisinde bulunan makaleler, metinler yayımlandı, elbette. Hatta, kimi bu kavramı ve yöntemlerini anlama uğraşısı yerine “iyileştirme”ye çalıştı. Ancak bu kitap, meseleyi biraz daha “Türkçe”leştirmeye, bu şekilde postmodernliği, postmodern düşünce, edebiyat ve sanatı anlamaya, tartışanları da geniş fakat belirginleştirilmiş bir kavram tayfı ve tartışma sahası içerisinde tahrik etmeye çabalıyor.
Abdullah Başaran, Postmodern: Felsefe, Edebiyat, Nekahet’te postmodern kuramların bir özetini geçmektense, galatımeşhur bir ibarenin rehabilitasyonunu yapmaya ve postmodernlik diskurunu daha nezih bir şekilde yeniden ele almaya çalışıyor. Rölativizmle, absürdlük, eyyamcılık ve hatta laubalilikle eş tutulabilen bir terim olan “postmodern”e uyguladığı rehabiliteyle birlikte, postmodern düşüncenin, kendi “geleneği” olan ve başka geleneklere de sahip çıkan, çağın getirdiği kurum ve kuruluşların üstanlatılarına karşı gelişen bir “tavır” olduğunu iddia ediyor. Kitabın bu iddiaya dayanarak odaklandığı bir diğer mesele ise, postmodernliğin, zannedildiği gibi “yeni” bir modernlik tarzı ya da “daha iyi” bir gelecek vaat etmekten ziyade, çağa yönelik bu tavrın nasıl geliştirilebileceği ve korunabileceğine dair önerilerini tartışmaya açmak.
16. Pessoa Yaşadı mı? – Jeronimo Pizarro
Felsefeci, eleştirmen ve dünyaca tanınmış Pessoa uzmanı Jerónimo Pizarro, unutulmaz, göz kamaştırıcı yetkinlikte bir Pessoa incelemesi kaleme almış: Pessoa Yaşadı Mı?
Son yüzyılda şöhreti de ardında bıraktığı gizem de, gittikçe artan bir “vaka” Pessoa. Pizarro’nun insanüstü bir çabayla yazdığı bu kitap yalnızca bir Pessoa incelemesi değil, yazarın “sandığı”nda kalan binlerce sayfanın düzenlenmesi için yaratılmış bir “editörlük bilimi” kitabı aynı zamanda. Türkçede ilk kez okuyacağınız Pessoa öyküleriyle birlikte. Keyfini çıkarın.
Ben beni yazıyorum, yaşamaktan dikkatimi dağıtabilmek için.
-Fernanado Pessoa-
Kullanılan kâğıdın türünü ve kendine özgü özelliklerini, harflerin ve diğer yazı araçlarının türünü, metnin içerdiği kelimeleri ve sözdizimini, metinin stilini ve kaynaklarını, metnin iç ve dış kaynaklarını, geçmişteki olayları ve kişileri, bunların hepsini incelemem gerekti.
-Jerónimo Pizarro –
17. Hacivat Günlüğü – Salâh Birsel
Türkçenin gözbebeği Salâh Birsel’in düşüncelerini anbean kaydettiği gerçek bir edebiyat tefrikası olan Hacivat Günlüğü sıradan bir günce değil, yazının dehlizlerine açılan bir kapıdır. Günlüğünü bir deneme ustasının gayreti ve titizliğiyle tutan Birsel, bu türün edebi sınırlarını genişleterek bir ilke imza atmıştır.
1949-1956 ve 1972-1975 yıllarında tutulan notları kapsayan Hacivat Günlüğü, Birsel’in nüktedan kaleminden nasibini alan pek çok yazar, şair ve sanatçıyı bir araya getiriyor. Kimisi Birsel’in sevgi dolu övgüleriyle karşılaşırken kimisi ise eleştiri oklarının hedefi oluyor. Yeri geldiğinde kendisini de aynı oklara hedef ya da siper etmekten geri kalmayan Birsel eleştiri, deneme ve günlük türleri arasında mekik dokurken edebiyat tarihine emsalsiz bir katkı sunuyor.
Salâh Birsel’in denemeleri kadar yoğun, şiirleri kadar kısa ve vurucu günlüklerinin tamamını okurlarımızla buluşturacak olmanın kıvancını yaşıyoruz.
“Ey okur, bu günlüğü okurken bil ki her şeyi anlatmak isteyen yazar bile her şeyi anlatamaz.”
18. Bir Kırık Segâh – Kamil Erdem
İlk kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa ile hem okurun hem de edebiyat çevrelerinin beğenisini kazanan Kâmil Erdem, Bir Kırık Segâh’ta da iz bırakan anların, gün yüzüne çıkmamış ruh hallerinin üstündeki perdeyi ustalıkla kaldırıyor. Nesneleri yalayan karanlığı, kalpten dudaklara bir türlü ulaşamayan sırları, hafızanın bastırılamayan seslerini betimlerken, sükûnetine gömülerek sıkıntılarını bir duvar misali ören insanları kendine has o derinlikli üslubuyla aktarırken belleklerde yer ediniyor.
Gündelik hayatın nobranlığına karşı nahif ama güçlü bir başkaldırıya kulak kabartıyoruz bir kez daha. Her şeye rağmen gülümsemeyi elden bırakmayan bir umutla…
19. Doğal Roman – Georgi Gospodinov
Bir romanda nelerden bahsedilmesini beklemeyiz? Tuvaletlerden mesela. Sineklerden. Bitkilerin üreme biçimlerinden. Gündelik hayatın sıradan detaylarından. Bunlar her ne kadar “doğal” şeyler olsalar da romanlara giremeyecek kadar yersiz ya da önemsiz görülürler genelde. Bulgar yazar Georgi Gospodinov ise bütün bu dışlanmış konulara kucak açarak “muzip” bir roman çıkarmış ortaya: “Sineğin bakışını anımsatan çokyönlü bir roman. Ve onun gibi, ayrıntılarla, sıradan gözün görmediği küçücük şeylerle dolu bir roman.”
Bir boşanmayla başlıyor hikâye: Bir yazar olan anlatıcı, karısından ayrılıyor ve eski hayatıyla birlikte görünüşe göre akılcı benliğini de geride bırakıyor. Kahramanımız dış dünyadan giderek koparken, biz de onun iç dünyasının dolambaçlı dehlizlerine çekiliyoruz. “Doğal” bir romandan bekleneceği üzere, anlatı çizgisel bir doğrultuda değil zikzaklarla ve fragmanlarla ilerliyor; iç içe geçen kurmaca katmanları kimi zaman gerçekliğe göz kırpıyor.
“Kendi hayatımızı anlatmanın imkânsızlığı hakkında bir kitap,” diyor Gospodinov, Doğal Roman için – ama yaratıcı bir yazarın yapacağı gibi, bu imkânsızlığın içindeki imkânları keşfedip kullanmayı iyi başarıyor.
20. Gen – Siddhartha Mukherjee
“Geleceğimizin yıldızlarda olduğunu düşünürdük. Artık genlerimizde olduğunu biliyoruz.”
– James Watson, DNA’nın Nobel ödüllü kaşiflerinden –
Gen. İnsanoğlunu inşa eden, onu tanımlayan kaynak kod. Sahip olduğumuz en insani şey. Ve onu anlamaktan ona yön verebilmeye geçtiğimiz bugünlerde, türümüzün belki de verip vereceği en büyük bilgelik sınavının konusu.
Tüm Hastalıkların Şahı’yla Pulitzer kazanan Siddhartha Mukherjee, kendi ailesindeki şizofreni geçmişinden yola çıkarak bizleri bilim tarihinin en güçlü ve tehlikeli fikirlerden birinin doğuşu, gelişimi ve geleceği üstüne muazzam bir yolculuğa çıkarıyor. Mendel’in bezelyeleri ile filizlenen bir fikrin Darwin’le birlikte yeşermesi, Nazilerin elinde tehlikeli bir silaha dönüşüp ırk ve kimlik tartışmalarının başköşesine yerleşmesi, ardından modern genetik, insan genomu haritası ve o büyük soru: Eğer genetikle oynamak, çocuklarımızın yazgılarını ve kimliklerini belirlemek mümkünse insan olmak ne anlama gelir? Genetik bilimin ahlaki labirentinde yolumuzu nasıl çizeceğiz?
Kraliyet Akademisi Bilim Kitabı Ödülü ve Wellcome Kitap Ödülü Finalisti olan GEN – Hayli Kişisel Bir Hikâye, genetiğin sadece bir laboratuvar bilimi değil, yarınımızın kaçınılmaz bir parçası olduğunu su götürmez biçimde ortaya koyan, olağanüstü bir kitap.
Bu belki de bugüne kadar anlatılmış en muhteşem dedektiflik hikayesi. Aristo’dan Francis Collins’e kadar binlerce araştırmacı, her hücrenin merkezinde yer alan soru işaretlerini bin yıl boyunca çözmeye çalışıyorlar. Gen de tıpkı Tüm Hastalıkların Şahı gibi, dahiyane, sürükleyici, coşkulu bir kitap. “İnsan olmak ne demektir?” sorusunun cevabını merak ediyorsanız, bu kitabı okumak zorundasınız.
– ANTHONY DOERR –